Balkonda oturuyorum.
Mehtap yeryüzüne nurlarını döküyor.
Kuzey ülkelerinde beyaz geceler…
Ağaçlar, evler, dağlar, tepeler bir buğulu ışık denizinde yüzüyorlar.
Yakın bir gelecekteki kesintisiz beyaz geceleri hayal ediyorum
İbrahim Bey ve Mehtap Hanım çiftinin kutuplardaki evlerine birkaç “aksakalla” birlikte misafir oluyoruz.
Hem balkonda oturmak hem de kutuplara misafir olmak nasıl bir şey dediğinizi duyar gibiyim.
Aslolan muhabbet olunca mesafelerin ne önemi var.
Bu ziyareti Çayzoom projesi çerçevesinde gerçekleştiriyoruz.
Çayzoom, Zoom marifetiyle gerçekleştirilen ziyaret projesi.
Ailenin birbirinden tatlı iki kızı var.
Ceyda ve Mihrimah…
Mihrimah adını duyunca bir Mihrimah sohbeti başlıyor.
Mimar Sinan’ın ölümsüz aşk eserlerini simgeleyen Üsküdar ve Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan camilerini hatırlıyoruz.
Gurbet öyle bir şey işte… Sıla, en mutlu anınızda bile bir paslı bıçak gibi saplanır sinenize.
Önce İbrahim Bey kendini tanıtıyor.
“Ben İbrahim.” diyor.
“Zonguldaklıyım. Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi mezunuyum. Fizik öğretmenliğinde master yaptım. 2007’de İstanbul’a döndüm.
15 Temmuz 2016’ya kadar Fatih Koleji’nde çalıştım.
2016 yılında babam akciğer kanseri oldu. Aynı yıl içinde beyin ameliyatı oldu.
Hakkımda arama kararı olduğunu öğrenince günlerim hem babama bakmakla hem de yarı gaybubette geçti.
2017’nin temmuz ayında tutuklandım. Babamı kardeşime emanet ettim. 2018 yılında kardeşim, 2019 yılında da eşi tutuklandı.
Sekiz ay Silivri Cezaevi’nde kaldım.
Bir gün Silivri’de telefon görüşmesi vardı. Arkadaşlardan birisinin üzerinde zeytin çekirdeğinden yapılmış bir tespih çıktı.
Gardiyan tespihi aldı ve mazgaldan içeri attı.
Arkadaş nüktedan birisi idi.
”Niye attın tespihimi, çalarlar.”dedi.
Gardiyan birden doğruldu. “Hiç merak etme.” dedi. “Bu koğuşta hiçbir şeyine zarar gelmez, hırsız yok onların arasında!’’
Sekiz ay sonra çıkarıldığım mahkemece tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldım.
2019’un kasım ayında babam vefat etti.
Bu süre zarfında istinaf cezamı onadı.
Eşim de aranıyordu. İki kızımın da okula gitmesi gerekiyordu.
Müfteriler de çoğalmıştı.
Sanki gece, deniz, balık, karanlık aleyhimizde ittifak etmişti.
Huzursuzduk.
Her an, her şey olabilirdi. Canımız gibi sevdiğimiz ülkemizden ayrılmaya karar verdik. Takvimler 2 Mart 2019’u gösteriyordu.
Hava oldukça soğuktu.
Kaçıyorduk…
Tutsak ceren yavruları gibiydik. Yaralıydık. Yanaklarımız ıslaktı. Yürüdüğümüz yollara kan damlıyordu yüreğimizden. Sevdiğimiz sokaklar göz yumuyordu kaçmamıza.
Arkamızdan sesler bizi çağırıyordu.
İbrahiiiim! Nereye gidiyorsun?
Annemin sesiydi.
Son kez baktık doğup büyüdüğümüz sokaklara.
Sokaklar ağlıyordu…
İstanbul ağlıyordu…
Sanki anam ve babam ikisi birlikte evimizin önünde bize bakıyordu.
Babam el sallıyor, annem beyaz yaşmağının bir ucuyla göz pınarlarını siliyordu.
Sevdiklerimizden kaçıyorduk.
Bizim gibi birkaç aile daha vardı. Onlar da kaçıyorlardı. Meriç kıyılarında askerin pusu kurduğunu öğrenince moralimiz bir hayli bozuldu. Toplu halde olmamızın tehlikeli olduğu söylenince birbirimizden ayrıldık.
Hava soğuk, gece karanlıktı. Göz gözü görmüyordu. Ağaçlar düşman askeri gibi görünüyordu. Biz bir su kanalına saklandık. Gece boyunca birkaç aile askerler tarafından yakalandı.
Askerin “yat, yat” seslerini ve o ailenin çocuklarının ağlamalarını, bağırışlarını, feryatlarını yıllar geçse unutmamız mümkün değil.
Altı ve dokuz yaşlarındaki kızlarımızın sabrı ve metanetleri görülmeye değerdi. Az ilerimizde asker tarafından yakalanan ailelerin bağrışlarına, kanalın içinde ayakları su çekmesine ve üşümelerine rağmen hiç ses çıkarmadılar. Küçük kızım bazen kucağıma gelse de 1,5-2 saat yürümeleri hicret yolculuğumuzu ayrıca taçlandırdı. Sabah gün ağarmadan bizi derme çatma bir balıkçı kulübesine götürdüler. Orada yanımızda getirdiğimiz hurma, zeytin ve bisküvi ile çocuklarla kahvaltı yaptık. Üzerimizdeki ıslak elbiseleri çıkarıp kuruttuk. Balıkçı kulübesinde akşam olup karanlığın çökmesini bekledik.
Akşam namazını kıldıktan sonra yola çıktık.
Delik bir botla Meriç’in azgın suları ile boğuşarak geçtiğimizde şafak söküyordu.
Ülkemin minarelerine can veren sabah ezanları duyulmaya başladı.
Eşim, buğulu gözlerle baktı bana.
Yasaklı kulaklarla son kez dinledik ülkemizin ezanlarını.
Son kez yasaklı gözlerle baktım ülkeme.
Meriç’ten sonra üç saat kadar dikenlerin arasında yürüdük.
Atina’da üç buçuk ay kaldıktan sonra kuzeyin bu ülkesine geldik.’’
Bu mevsim buralarda güneşin batışı ile doğuşu bir oluyor. Geceler 1,5 saate kadar düşüyor.
İbrahim Bey’in Azerbaycan’da çalıştığını öğrenince Enver muallimi de davet ediyoruz.
Ve bir Azerbaycan muhabbeti başlıyor.
20 Ocak 1990 olaylarını konuşuyoruz. Azeri kardeşlerimize gidecek olan yardım tırlarının geçeceği Hasret Köprüsü’nün nasıl inşa edildiğini konuşuyoruz.
Türkiye’ye toprağını öpmek hasretiyle halk köprüye yüklenince köprünün sallanmaya başladığını, Ali Bayram Ağabey ile Aliyev’in birbirlerine sarıldığını; Aliyev’in “Korkma Ali Bayram, iki milletin buluşması için iki Ali feda olsun!” sözlerini hatırlıyoruz.
O köprüden önce yardım konvoylarının sonra da ışık süvarilerinin nasıl geçtiği dile geliyor.
Sohbet koyulaşıyor.
Salih Ağabey ilk Asya seyahatini anlatıyor.
Hocaefendi “Asya’yı bir dolaşın bakalım, okul açabilecek miyiz” dediğinde; Mehmet Ertekin Bey’le dört beş ülkeyi dolaştık.
Bunlardan sadece Kazakistan Milli Eğitim Bakan Yardımcısı “Ülkemizde okul açabilirsiniz.” dedi.
Hocaefendi “Kazakların bu söylediğini diğer ülkelerin yetkililerine söyleyin” dedi.
Kazakistan’ın bu izni o gün için çok değerli idi. Çünkü ülkeler henüz bizi tanımıyordu. O yıl devlet okulları bünyesinde birkaç sınıf açıldı.
Daha sonra rahmetli Ali Bayram Ağabey gelince müstakil okullar açılmaya başladı.
Müstakil okulların hikâyesi de oldukça ilginç…
1993 yılında rahmetli Özal, Orta Asya seyahati sırasında Kazakistan’a da uğruyor. Ali Bayram Bey devlet okulu bünyesinde ki sınıfları ona gösteriyor.
Özal hasta ve yorgun, merdivenleri zor çıkıyor.
“Ali Bayram benden ne istiyorsun?” diyor.
“Efendim yetkililere söyleyin, bize müstakil on bina göstersinler. Okul açalım.”
Özal yetkililere ‘‘Bu arkadaşlar 16 bina istiyorlar, okul açacaklar. Ben bunlara kefilim.’’ diyor.
Güçlükle arabasına biniyor.
Kulağına bir ses geliyor.
“Elini öpemedim ya.”
“İndirin beni arabadan!” diyor.
“Kim o elini öpemedim diyen?”
Bir genç “Benim, efendim.” diyor
Gel bakalım. Elini uzatıyor öptürüyor. Sonra da ‘‘Bu kâfi değil, gel bakalım, şöyle bir hatıra fotoğrafı çektirelim.’’
Özal bu işte.
Tekrar arabasına biniyor.
Arabanın camını açıyor.
“Ali Bayram görevimi yaptım mı?” diyor.
“Efendim bu olmadı, yine bekliyoruz.”
“Ben gelemem ama bizim Korkut gelir”
O sene 15 okul açılıyor. Ali Bayram Bey, “Özal boşuna konuşmaz 16. Okul nerede acaba, Arkalık’a gitmedik gidin bir bakın” diyor.
Gürkan Beyler gittiğinde başta kadınlar olmak üzere hummalı bir faaliyet ile karşılaşıyorlar.
O sene 16 okul açılıyor.
Mehtap Hanım söz alıyor.
Onun da sosyoloji mezunu olduğunu, yakalanma korkusundan dolayı tutuklu iken eşini hiç ziyaret edemediğini, Küresel Doktorlar’la sosyal sorumluluk projelerinde şimdilerde kendisi gibi gurbetlerde olan Hacer Korucu Hanım’la birlikte çalıştığını öğreniyoruz.
İlgili arkadaşımız Hacer Hanım’ı da davet ediyor.
Meğer bacılarımızın çok önceleri bu güzellikleri başlattıklarını öğreniyoruz.
‘’Biz, 160 arkadaşla fika yapıyoruz. Bunlardan otuz kadarı yerli’’ diyor Hacer Hanım.
Fikanın çay saati, ya da çay molası olduğunu öğreniyorum.
Dün, Mehlika Sultan’a âşık gençler gibi Asya bozkırlarına, Kaf Dağları’nın ardına koşan gençler bugün bir tohum gibi beyaz gecelerin bağrına saçılmışlar.
Evimin balkonunda oturuyorum. Mehtap nurlarını döküyor.
“Ağlama kızcağızım! Babanın ışığı gecenin olduğu here yere ulaşacak” diyen Peygamberimi hatırlıyorum.
Yakın bir gelecekteki kesintisiz beyaz geceleri hayal ediyorum.