Bugün on muharrem…
Ortak hüznümüz Kerbela günü…
Alvarlı Efe Hazretleri ne hazin söyler…
“Bugün mâh-ı muharremdir, muhibb-i hânedân ağlar
Bugün eyyâm-ı mâtemdir, bugün âb-ı revân ağlar
Hüseyn-i Kerbelâ’yı elvan eden gündür
Bugün Arş-ı muazzamda olan âli divan ağlar”
Her Muharrem geldiğinde Kerbela’ya dönen yüreklerimize çağıl çağıl dökülür bu hüzünlü sözler.
Ben her Muharrem’de hangi gurbette olursam olayım Mehmet Hoca’nın Derviş Odası’ndaki sohbetlerini dinlemeye giderim.
Bilmiyorum kaç insanın çocukluğunun geçtiği köyde benimkisi gibi bir Derviş Odası vardı.
Ya da kaç insanın yolu, ona kendi küçük köyündeki derviş odalarını yeniden yaşatacak kadar talihli odalara düşmüştür.
Derviş Odası, özellikle kış gecelerinde bir köy akademisi gibi çalışırdı. Köyün bilge insanı Mehmet Hoca uzun kış geceleri, bir zamanların en revaçta olan “Hayber Kalesi”, “Kan Kalesi”, “Hikâye-i Kesikbaş”, “Zaloğlu Rüstem” gibi hikayeleri bu odada okurdu.
Mehmet Hoca, yağan yağmurun şıpırtıları, akan derelerin çağıltıları, kurbağaların insanlara iştirak etmek istercesine bağırışları eşliğinde başlardı sohbetlerine…
En son 2015 yazında görmüştüm Derviş Odası’nı.
Çatısı çökmüş, duvarları yarılmış, yarıklarından otlar fışkırmıştı.
Bir zamanlar odanın statiğini sağlayan düzgün ve kalın düverlerin uçları, yıkılan duvarların kalıntılarından dışarı fırlamış…
Yüksek bir kulenin tepesinden düşüp de kemiklerinin ucu derisinden fırlamış, acılar içinde inleyen bir insan gibiydi.
Mekânlar da tıpkı insanlar gibi; doğuyorlar, belli bir süre yaşıyorlar, sonra ölüyorlar.
Ama sadece bazı mekânlar ve bazı insanlar öldükten sonra da yaşamaya devam ediyorlar.
Derviş Odası onlardan biridir.
Derviş Odası’na o derin saygınlığını hazırlayan aslında bitişiğinde medfun Sarı Dede’ydi.
Sarı Dede’nin bir Bektaşi dervişi olduğu söylenirdi.
Onunla ilgili dilden dile anlatılanlar, gönülden gönüle bir sevgi seli gibi akıtılanlar çoktu.
Köylüler, Sarı Dede’nin sadece yaşarken değil, vefatından sonra da himmetinin köyün üzerinde olduğunu bilirlerdi.
Ve ben bütünüyle gurbet olan dünyanın neresinde olursam olayım Muharrem günleri geldiğinde kendi kozama, köyüme kadar uzanır ve o uzun kış gecelerinde Derviş Odası’nın köz gibi kızaran sobasının yanına bir külkedisi gibi büzülür, alev musikisi eşliğinde Mehmet Hoca’nın sohbetlerini dinlerim.
Kahramanlar, kitapların sayfalarından, satırların arasından bir bir çıkar gelirdi.
Bir Muharrem akşamında o güne kadar hiç duymadığımız bir kahraman çıkageldi.
Celal Abbas…
Şimdi sözü Suya Düşen Kan romanın kahramanı Mehmet Hoca’ya bırakalım…
“Kerbela’nın gizli kahramanlarından biri hiç şüphesiz Celal Abbas’tır. Hazreti Ali’nin oğlu olan Celal Abbas, İmam Hüseyin’in baba bir kardeşidir.
Celal Abbas, Kerbela’nın en çetin anında kadınların ve çocukların susuzluktan kırıldığını görünce daha fazla dayanamadı ve atını hızla mahmuzlayıp Fırat’a doğru sürdü.
Yaşanan bunca acı, bunca hüzün, bunca gözyaşı yetmezmiş gibi susuzluktan ciğerleri kavrulan kadınların ve çocukların “Su! Su!” diye inleyişlerine yüreği daha fazla dayanamamıştı. Her ne pahasına olursa olsun su ulaştırmalıydı.
Umutluydu.
İmam Hüseyin ve kendisinden başka kimse kalmadığı için Kufe ordusu dağılmaya ve gevşemeye başlamıştı. Fırat’ın kenarını tutanların uzaklaşmış olabileceklerini düşündü. Kendisi şehadet şerbetini içmeden önce çadırlara su ulaştırmak istiyordu.
Çölde kıvrıla kıvrıla akan Fırat’ın önündeydi. Yanılmadığını görünce sevindi. Suyun kenarına gelip atından indi. İşte ayakları Fırat’ın serin sularındaydı. Suyun serinliğinin bir anda bütün bedenine yayıldığını hissetti.
Celal Abbas’la birlikte atı da Fırat’a dalmıştı. Yakıcı güneşin altında günlerce susuzluktan kavrulan hayvan, nehre başını öyle gömmüştü ki Fırat’ın tamamını içse kanmayacaktı sanki.
Su ne güzeldi…
Süzüle süzüle gelişi, salına salına gidişi, kıvrıla kıvrıla akışı…
Nehrin uğultusunu dinledi bir an. Şırıl şırıl su sesleri geldi kulaklarına. Kırbaları doldurup ağzını bağladı, endişeyle çevresine baktı.
Hemen koşmalıydı. Kadınların, çocukların, ‘su’ demeye mecalleri kalmamıştı.
Kırbaları alıp bir an evvel uzaklaşmak istedi. Oysa Kufe ordusu etrafını çepeçevre sarmış çıkış yollarını tutmuştu.
Kılıçlar, mızraklar başının üzerinde kavisleniyordu.
Yine de rahvan sekişli atını mahmuzlayıp çadırlara doğru yöneldi. Yirmi kadar asker peşine takıldı.
Birisi öyle bir kılıç savurdu ki Celal Abbas atla birlikte yere yuvarlandı.
Elinde kırbalarla doğrulmaya çalışırken, bir başka zalim yetişti ve kırbaları kavrayan kolunu kopardı. Sağ kolu bir ağaç dalı gibi sallanmaya başladı. Ölümün değil, suyu kadınlara ve çocuklara ulaştırmayacak olmanın acısı yayıldı yüreğine.
Sağlam koluyla kırbaları aldı, koşmaya başladı. Suları ulaştırmayı o kadar çok arzu ediyordu ki hayatında hiçbir şeyi bu kadar arzu etmemişti. Bunları düşünerek koşarken, arkadan gelen bir başka kılıç darbesi sol omuzunu koluyla birlikte indirdi.
Kırbalar düştü. Vınlayarak gelen onlarca ok aynı anda hem bedenine hem kırbalara saplandı. Kırbaların içindeki Fırat’ın suları çocuklara ulaşamadan kızgın kumlara aktı. Celal Abbas’ın kanları karıştı akan sulara.
Suya kan düştü.
Celal Abbas, namaz kılar gibi dizlerinin üzerine çöktü. Bir kolu az ilerde duruyordu, diğer kolu sol omuzuna asılıydı.
Dünya etrafında dönüyor, güzel gözlerinin ışığı yavaş yavaş sönüyordu…
Annesinin anlattıklarını hatırladı.
Annesi Ümmü Benin bir gün; “Yavrum” diye başlamıştı sözlerine. Daha “yavrum” der demez hıçkırıklar düğümlenmişti boğazına.
“Celal Abbas’ım! Sen henüz küçük bir çocukken baban İmam Ali, seni kucağına aldı, ellerini kollarını öptü, sonra ağlamaya başladı. Onu bu halde görünce ciğerim yandı, yüreğim darlandı. Çünkü ömrüm boyunca böyle güzel ve sevimli bir yavruyu kucağına alıp da ağlayan bir baba görmemiştim. Kendi kendime bunun bir sebebi olmalı dedim. Sebebini sordum. Baban hem ağladı hem anlattı:
‘O dehşetli gün geldiğinde bu yavrum, Hüseyin’imi yalnız bırakmayacak, ona yoldaşlık edecek fakat…’ dedi sonunu getiremedi. Ne kadar ısrar ettiysem söylemedi. Benden neyi gizledi bilemiyorum. Fakat daha sonra; ‘Bilesin ki gözümün nuru Abbas, Allah katında yüksek mertebelere nail olacak. Kardeşim Cafer-i Tayyar gibi ona da iki kanat hediye edilecek ve cennete meleklerle birlikte uçacak.’ dedi. Tekrar ağlamaya başladı. O güne kadar baban Ali’nin hiç böyle ağladığını görmemiştim…”
Celal Abbas’ın etrafındaki her şey dönmeye başlamıştı.
Ve başına inen bir kılıç darbesiyle de bütün ışıklar bir anda söndü.
Yiğitler bir bir düşerken baba bir kardeş Celal Abbas ne zaman ileri atılmak istese İmam Hüseyin ona hep; “Sen dur, biz ikimiz birden çıkacağız, iki kardeş birbirimizin acısını görmeyeceğiz.” diyordu.
Fırat’a doğru atını sürerken de ardından bağırmıştı; “Celal Abbas! Dur, gitme!” diye ama çocukların feryadına dayanamamıştı işte.
Celal Abbas, susuzluktan kavrulan bebeklere, körpe kızlara, kadınlara su yetiştirememişti ama Kerbela’da kökleri körpe delikanlıların kanıyla sulanan Ehl-i Beyt çınarının dalları, önce büyük Asya’ya daha sonra kıvrılarak Anadolu’ya, Balkanlar’a ve Sarı Dede ile bizim dağlar arasındaki küçük köyümüze kadar uzanmıştı.
İşte ben her Muharrem, bütünüyle gurbet olan dünyanın neresinde olursam olayım kendi kozama, köyüme kadar uzanır ve o uzun kış gecelerinde Derviş Odası’nın köz gibi kızaran sobasının yanına bir külkedisi gibi büzülür, alev musikisi eşliğine Mehmet Hoca’nın sohbetlerini dinlerim.
Ve benim o Derviş Odası’ndaki hicranlarımdan biri Celal Abbas’ın ateşe verilmiş çadırlardaki çocuklara su yetiştirememiş olmasıdır.
Ve ben inanıyorum ki, yaşadığımız süreci iki sınıf insan kazanacak; çağlara sığmayan Kerbela hakikati uğrunda canı pahasına da olsa direnenler ve çadırlara su yetiştirmek için çırpınanlar.
haruntokak@gmail.com