Mehmet Özyurt’in Tarihçe-i Hayatı’na, kaldığımız yerden, (ikinci bölüme) devam ediyoruz.
Eşi Şükriye Hanım o dönemi şöyle anlatıyor; “Zindandan çıktığında ayaklarını kimseye göstermiyordu. İki sene kadar sırtının derileri parça parça döküldü. Ayak altı derileri ise vefatına kadar dökülmeye devam etti. İçeriden çıktığında, yaklaşık iki ay kadar namazlarda rükûya ve secdeye giderken zorlandı.”
Bugünkü hukuk tanımazların yaptığının çok farklı bir versiyonunu o zamanki ‘laik basın’ yapmıştı.
İşte o dönemden günümüze yansıyan bir gazete kupürü:
“Aysal Aytaç ve arkadaşları basına gösterildi” başlıklı habere göre, İzmir Bornova’da polis ekiplerince düzenlenen baskında, aralarında eski İzmir Milli Eğitim Müdürü Aysal Aytaç, Mehmet Özyurt ve Mehmet Ali Şengül’ün de yer aldığı 20 kişi gözaltına alınmıştır.
Suçlama ise, ‘anayasal düzeni yıkarak, yerine şeriat devleti kurmak için çalışmak’tır. Haber aynen şöyle devam etmektedir: “Bornova 58. Sokak’taki ev ile sanıkların evinde yapılan aramalarda, okunması ve dağıtılması yasaklanan Said-i Nursi’ye ait 45 kitap, tarikat ile ilgili 439 teyp kaseti, 205 dergi ile çok sayıda yayın ele geçirildi.”
Hayati Kalaycı
Habere göre; öğretmen, müteahhit, doktor, imam, müezzin, matbaacı ve serbest meslek sahibi kişilerden oluştuğu iddia edilen örgütün yakalanan elamanları arasında Mehmet Özyurt, Mehmet Ali Şengül ve Hayati Kalaycı’nın isimleri de yer almaktadır.
Şubat 1983’te birlikte tevkif edildikleri kader arkadaşları, Mehmet Özyurt ve Samsunlu M.Ali Şengül Hoca’ya yapılan işkenceleri şu cümlelerle ifade ediyorlardı: “ Özyurt hocamı ilk sorguya almaları 6-7 saat sürdü. Saatlerce ikisinin ‘Allah!’ diye feryatları ve inlemeleri hala kulaklarımızda. Hücreye geri getirildiklerinde kımıldayacak hâlleri kalmamıştı. Çok zor şartlarda abdest alıp namaz kılıyorduk. Çoğu vakitler bizi tuvalete göndermiyorlardı. Özyurt hocam herkese yarımşar bardak su dağıtırdı. ‘Bu su ile abdest alın. Kol ve ayaklarınızı bir defa yıkayacaksınız.’ diye tembihlerdi.”
Günümüzde işkence altında inleyenlerin çektiği insanlıktan uzak, onursuzca muameleleri o da fazlasıyla çekmişti. Ne kadar hırpalandığını ve eziyet edildiğini görüyordu en yakınındaki şahidi. Özyurt Hoca, bugün Ankara’nın göbeğinde siyah transporterlerle kaçırılan ve türlü eziyetlere maruz kalan mazlumların gördüğü muameleyle 30-40 yıl önce karşı karşıya kalmıştı.
Yaşananların canlı şahidi muhterem eşi Şükriye Hanım, bir başka acı hatırasını şöyle anlatıyor: “Cezaevinden çıktıktan sonraydı. Bir gün ailece arabayla giderken, çevik kuvvetin yakın bir noktasında aracı durdurdu. O bölgelerde, yer altında emniyetin özel yerleri varmış. Beni o noktalardan bir yere getirerek yüzüme baktı ve ‘Beni tam bu gördüğün noktanın altına kadar getirip kaybettiler. Burada kaybolduktan sonraki birkaç günü hiç hatırlamıyorum’ dedi. Acı ve işkence çektiği İzmir ve Diyarbakır’daki emniyet binalarının önünden ne zaman geçsek, hep elini yumruk yapıp dizine vurarak ‘Allah’u Ekber!’ diye bağırırdı.”
Mehmet Özyurt, sıkıyönetimin tüm bu zalimliklerine rağmen; “Burada çekilen ızdıraplar ebedî âlemde gül bahçesine dönecek. Biz ebedi âlemde gül bahçelerine talibiz” diyerek, belki de bugün aynı kaderi paylaşacak olanlara bir mesaj veriyordu. Kısacası geçmişten günümüze tüm zalimlikler Hizmet Hareketi ve mensuplarını budadı adeta.Her dönemde binlerce masumun kanına giren ve canını yakan ‘sabıkalı devlet’, nihayet Özyurt’un suçsuz olduğunu söyledi ve serbest bıraktı.
Bu kutlu kervanın hasbî ve harbi yolcusu, “Allah!” dediği için 28 günlük eza ve işkenceyle birlikte devlet memurluğu görevi de elinden alınmış olmasına rağmen hiç tökezlemedi. En ufak bir tereddüte mahal vermeden, “Yolun kaderi budur.” diyerek, sahabeler diyarı Diyarbakır’a hizmet için yeniden yolculuğa çıktı. Kenar mahallelerin birinde ev tuttu. Talebeler için ev aradığında ise bulamıyordu. Ani bir kararla, gece ansızın kendi evini birkaç mahalle ileride bir yere taşıdı. Eşyaların yarısını da o eski evde bıraktı ve öğrencileri oraya yerleştirdi. Ve Diyarbakır’daki ilk ‘ışık ev’ler, Ofis semtindeki Şahin, Merih ve Tunç apartmanlarında vücut buldu. Bir taraftan evler ışık yüzünü göstermeye başladı. Öte taraftan şehrin ilk özel yurdu Hüsrevpaşa, Ulu Cami’nin siyah kareli taşlarla örülü dar ve kıvrımlı sokağına açılan tarihi binasıyla ‘taş ev’ kapısını ve bağrını çaresiz talebelere açtı.
Sakıp Ayhan
ÖZYURT’UN KADER ARKADAŞI, HERKESİN AMCASI TUZCU SAKIP AMCA
Hayatı boyunca Mehmet Özyurt’a adeta bir yürek ve direk olan zat, sahabeler diyarı bu kadim şehirde yediden yetmişe herkese yaptığı yardımlarla bilinen, her öğrencinin ve esnafın Tuzcu Sakıp amcasıydı. Yapılan hizmetlerde büyük emeği olan ve Anadolu’nun zengin coğrafyasında yoğrulan yardımsever Sakıp Amca, Özyurt Hoca’nın bir adım gerisinde, adeta onun gölgesi gibi yanındaydı hep.Bu ikilinin neredeyse selam vermediği kimse kalmadı. Başta Diyarbakır’ın ilçe ve köylerinden Hakkâri’nin köylerine kadar hemen hemen her yeri karış karış gezerek hak ve hakikati anlattılar. Gök kubbede ‘hoş bir seda’ bırakmak için, Doğu ve Güneydoğu’yu adım adım dolaştılar. Kâh Elazığ İzzetpaşa Camii’nde vaaz verdiler, kâh Hz. Süleyman’ın manevi ikliminden Bitlis’in Nurs Köyü’ne uğrayarak, asra mührünü vuran Bediüzzaman’ın manevi atmosferini solukladılar.Mehmet Özyurt, henüz Diyarbakır’a intibak sürecini tamamlamadan, gelişinin ikinci yılında bir kez daha, gözleri kinle dolu devletlilerin(!) saldırısına maruz kaldı ve hukuk tanımazların hedefi haline geldi.
DÜNÜN ‘MÜRTECİ’LERİ BUGÜNÜN ‘TERÖRİST’LERİ OLDU ÖYLE Mİ?
Yalan ve iftira manşetleriyle hayatları karartan, her dönemin karteli Hürriyet’in 34 yıl önce (14 Temmuz 1986 tarihli sayısında) attığı manşetler, şimdiki havuz medyasından farksızdı. O dönemde de “Kara Tehlike-İrtica” başlığıyla, Hizmet Hareketi’ne yönelik iftira ve karalama yayınlarına başlamıştı. Anlayacağınız, senaryo aynıydı. ‘Kara tehlike’nin elinden kurtulabilen(!) iki itirafçı(!) ile yapılan bir görüşme resimli olarak yayınlandı, Erol Simavi’nin bugün el değiştiren ama yolunu değiştirmeyen Hürriyet’inde.
Sabıkalı devlet, masum insanları itirafçıların iftiralarıyla bir şakî gibi takibe aldı. Bugünlerde “terörist” dediği masumları, o dönemde de “mürteci” olmakla itham ediyorlardı. “İslam Cumhuriyeti” kurmakla suçlandı Özyurt ve arkadaşları. DGM, çıkan haberleri ihbar kabul ederek, adı geçen Mehmet Özyurt, Sakıp Ayhan, Yahya Kemal Kaçmaz ve Ahmet Kuş’u laikliğe aykırı davranışlarda bulundukları gerekçesiyle, 8 Ağustos 1986 tarihinde tutukladı. 17 kişi ise tutuksuz yargılandı.
Özyurt, İzmir’den sonra, Hz. Halid’in (r.a.) oğlu Hz. Süleyman’ın medfun bulunduğu ve kendi adını taşıyan caminin bitişiğinde yer alan Diyarbakır Cezaevi’nde tekrar hapse girdi. Üç ay boyunca hürriyeti elinden alınıp cezaevinde tutulduktan sonra, sabıkalı devlet bir kez daha “Pardon!” dedi.
Takvimler 1987’nin Aralık ayını gösterdiğinde, İstanbul’dan bir avukat bulunur ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde, Özyurt ve beraberinde yargılananları savunmak için gelir. Ancak savunmada yetersiz kalır. Tam bu sırada Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden Hulusi Yahyagil’in yakınlarından Avukat Recep Hakeri, Özyurt’un ailesine davayı gönüllü olarak üstlenmek istediğini söyler. Konu, demir parmaklıklar ardındaki Mehmet Özyurt Hoca’ya ulaşır ve kendisi de bunu onaylar. Böylece yargımalar başlar. Mahkemeye iyi hazırlık yapan Avukat Hakeri, muazzam bir savunmayla müvekkilinin serbest bırakılmasını sağlar.
Avukat Recep Hakeri, “DGM’de süren yargılamalar sırasında müvekkillerimin suçsuzluğu ortaya çıkmıştır” diyerek, Fiskaya’nın tepesindeki Adliye binasından tüm gönül dostlarına müjdeyi verir.
SAĞ ELİ KOPMUŞ VE ŞEHADET PARMAĞI YANMAMIŞ VAZİYETTE BULUNMUŞTU
İkinci kez cezaevinden çıkan Özyurt, her defasında “Nerde kalmıştık?” diyerek devam etti hizmetine. Tuzcu Sakıp Amca’yı da yanına alarak, üç araçlık bir konvoyla, Diyarbakır, Şanlıurfa ve oradan da Gaziantep’e doğru yolculuğa başladı. Ama bu, çok uzun ve üzücü bir yolculuk olacaktı…
Özyurt Hoca, 16 Eylül Perşembe akşamı gönül dostlarıyla sohbet ederken, günümüzde günahların insanı her taraftan sardığından, ihlas ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından dert yanarlar. Bir ara yola beraber çıkacağı arkadaşlarından biri, “Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi” der. Bir başka arkadaşı ise, “Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki!” diye düşünür kendi kendine.
Urfa’ya varıldığında Özyurt Hoca konvoydaki diğer araca geçer ve içinde bulunduğu araç 14 km sonra tankerle çarpışır. Çarpmanın etkisiyle alev alan araçta Mehmet Özyurt, Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik Hakk’a yürür.
Vücudu tanınmaz hale gelen Özyurt Hoca, sadece şehadet getirebilmiştir. Serçe parmağında gümüş yüzük olan sağ eli, bileğinden kopmuş halde metrelerce uzakta bulunur. Urfa sıcağına rağmen kazadan çok kısa bir süre sonra esen bir hortumla, kan revan olan kaza mahallinin adeta vakumlanmış gibi temizlenmesi olayın tanıklarına ikinci bir şok yaşatır.
Kazanın tanıkları olayı : “Hocamız ve şehit olan diğer abilerimiz önde seyrediyordu. Karşı yönden gelen petrol tankeri aniden şerit değiştirdi ve ağabeylerimizin aracını ezerek geçti. Saniyeler içinde araç alev topuna döndü. Her tarafı sardı alevler. Bir şey yapamadık, ancak itfaiye söndürebildi. Sonra kalan parçaları toplayıp, dört ayrı battaniyeye sararak cenazeleri kaldırdık.” şeklinde anlatırlar.
ÇOCUKLARINI ÖPTÜ, EVDEN ÇIKARKEN DÖNDÜ BAKTI, BİR DAHA BAKTI VE GİTTİ…
Özyurt Hoca son yolculuğuna çıkmadan önce eşine şunları söyler:
“Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok.
Beş çocukla, ne yaparsın?”
Bu sözlere bir anlam veremeyen Şükriye Hanım, bu son yolculuğu şöyle anlatıyor: “Çocuklarını öptü, ayakkabısını giydi. Bir taraftan içeriye bakıyordu.
‘Ne oldu?’ dedim, ‘Bir şey yok’ dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı, baktı, baktı…
‘Ne oldu, bir şey mi unuttun?’ diye yine sordum. ‘Hayır’ dedi. Gözleri nemliydi. İnerken kapıyı kapattım ama içimde büyük bir sıkıntı vardı.
Geri açtım kapıyı, gitmemiş, orada duruyordu.
‘Bir şey mi var’ diye tekrar sordum. ‘Yok’ dedi.
Yüzüme dikkatlice bakarak; ‘Allah’a ısmarladık’ dedi ve koşar adımlarla indi. Hemen balkona koştum. Baktım gitmiş, göremedim ondan sonra. Son görüşümdü.”