İslam tarihinde teolojik konspetleri siyasi çıkarları için kullanan bir çok liderler ve siyasi akımlar olmuştur.
Tarihin sayfalarını karıştırdığınızda, bu trendin Emevi döneminde başladığını ve dönem dönem günümüze kadar devam ettiğini görürsünüz. Yaşadığımız süreçte dini değerlerin şahsi çıkarlar için kullanımında artık zirveye ulaşıldığına, “bu kadar da olamaz” dediğimiz yerlere gelindiğine şahit oluyoruz.
Aslında Emeviler İslam’ın itikadi şartlarından biri olan kadere imanı ilk olarak Ehl-i Beyt-e karşı kullanmışlar, “bizi iktidara getiren Takdir-i İlahidir” demişlerdi. Emeviler’de gerçekten katı bir kaderci anlayış var mıydı, yoksa bunu siyasi çıkarları için mi kullanıyorlardı bilemem ama kaderciliğin hiç bir dönem günümüzdeki kadar suistimal edildiğini sanmıyorum.
Evet, günümüzde kader anlayışı ve takdir prensibi iki yönden suistimale uğruyor:
Birincisi, siyasi iktidarların meşrutiyetlerini, Allah tarafından vazifelendirilmiş olma argümanıyla tasdiklettirme yöntemi.
İkincisi, sorumluluğu üstünden atmak için takdir-i İlahi presibini kullanma yöntemi.
Bunlarla ilgili günümüzden bir çok misal verebiliriz. Mesela aklıma gelenlerden bir tanesi, yüzlerce insanın hayatını kaybettiği 15 Temmuz hadisesine Allah’ın lütfu denilmesidir. Bu ifadenin altında yatan asıl mesaj şudur, Allah bize verdiği bu vazifede iktadarımızı güçlendirmemiz için bu olayı takdir etmiştir. Aslında Erdoğan bu ifadeyle kendisinin bir kurtarıcı olarak İlahi kader tarafından tayin edildiğini empoze etmek ve bunun önüne geçilmesinin mümkün olmadığı mesajını vermek istemiştir.
Bu konuda gerekli olan alt yapı çalışmaları da önceden yapılmış, sağda solda kendisinin ikinci bir peygamber gibi olduğu ve Allah’ın vasıflarını üzerinde toplandığı söylentileri yayılmıştır. Şayet Erdoğan dini bütün biri olarak söylenen bu küfür sözler karşısında en ufak bir rahatsızlık duymuş olsaydı, ekranlara çıkıp “kendinize gelin, haddinizi aşmayın, ben Allah’ın aciz bir kuluyum”, diyebilirdi, ama demedi, çünkü söylenenler siyasi amaçlarına hizmet ediyordu.
Neticede Erdoğan büyük bir kitleyi vazifesinin takdir-i ilahi olduğuna inandırmıştı.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi takdir-i ilahi meselesinin bir de sorumluluktan kurtulmak için kullanılması var. Erdoğan iktidarında bununda en güzel örneklerine şahit olduk ve oluyoruz.
Bir kaç örnek verecek olursak, Soma’da bir maden çöküyor, 300’ün üstünde insan ölüyor, takdir-i ilahi…
Yüzlerce Mehmetçik hava desteği olmadan bir bölgeye intikal ettiriliyor, düşman uçakları gelip bombalıyor, onlarca şehit veriliyor ve bu işin fıratında var, deniliyor.
Her yıl binlerce emekçi iş kazalarında hayatını kaybediyor, takdir-i ilahi…
Depremlerde binalar çöküyor, sellerde dere yatakları taşıyor, binlerce vatandaş hayatını kaybediyor, takdir-i ilahi…
Peki nedir bu takdiri ilahi? Meydana gelen bu hadiseler gerçekten takdir-i ilahi midir, kader midir? Yoksa siyasi iktidarın sorumluluğu üzerinden atmak için kullanıdığı bir argüman mıdır?
Öncelikle şu hususu belirtmek lazım, kadere iman İslam akidesinin altı şartından biridir. Yani, kadere iman olmadan, iman olmaz. Takdir kelimesi Arap’çada belirlenmiş miktar veya ölçü manalarını taşır ve bu kelime kadir, kader, kudret kelimeleriyle aynı kökten gelir. Yani, Takdir-i İlahi denildiğinde, Allah’ın ilmi ve kudretiyle kainatta meydana gelen her hadiseyi belirli bir ölçü içinde takdir ettiği ve yarattığı kastedilir. Buna göre kader Allah’ın ezeli ve ebedi ilmi ile her şeyi bilip, takdir etmesidir. Yani, Allah’ın iradesi dışında, takdiri olmadan kainatta hiçbir şeyin vücut bulması, hiç bir hadisenin meydana gelmesi mümkün değildir.
Atom parçacıklarının çekirdek etrafında hareketlerinden, gezegenlerin yörüngelerinde akıp gitmesine kadar, bir yaprağın dalından düşmesinden, bir binanın çökmesine kadar herşey Allah’ın takdiri, iradesi ve kudretiyle olur. Yani kainatta meydana gelen her hadise Allah’ın kaderidir.
Fakat burada çok ehemniyetli teolojik bir nüans vardır, kader ilmi ilahidir ve ilim maluma tabidir. Dolayısıyla kader cebri değildir, olacakları kaydeder. Hususen, insan fiillerinde cebr yoktur. Meseleyi basit bir ifadeyle anlatacak olursak, kader insan fiilerine göre yazılır.
Kaderin genel anlamda yanlış anlaşılmasındaki en büyük sebeb insanların kaderi sadece sonuç itbarıyla değerlendirmesidir. Halbuki kader, sadece sonucu değil, nedeni de kaydeder. Örneğin, Ebu Leheb’in kaderinde sadece, “Ebu Leheb küfür üzerine ölecek” yazmaz, çünkü bu sadece sonucu ifade eden bir cümledir. Aslında kader, neden ve sonucu beraber kaydeder. Örneğin, Ebu Leheb’in kaderinde, “Ebu Leheb kendi hür iradesiyle küfrü tercih edecek ve küfür üzerine ölecek” yazar. Mesele, bu zaviyeden ele alındığında, resim felsefi açıdan da tamemen değişir, çünkü burada insan iradesi iptal edilmemektedir. Dolaysıyla, insan bir iyilik veya kötülük yapmak istediğinde, Allah (cc) külli iradesiyle ve sebebi imtihandan dolayı, o fiilin meydana gelmesini takdir eder. Zaten, kullarının ne yapacaklarını çok önceden bildiği için fiilerini kader kitaplarına kaydetmiştir.
Unutmamak gerekir ki, dünya bir meydanı imtihandır ve Allah (cc) bu imtihanın adil bir şekilde olması için insan oğluna cüz-i bir irade vermiştir. Dolayısıyla, insan iradesinin müdahil olduğu konularda mesuliyet ve sorumluluk vardır ve bu sorumluluk takdir-i ilahi ifadesiyle geçiştirilemez.
Örneğin, bir adam fren balataları bitmiş, tekerleri kabak, el freni tutmayan, rot ve balans ayarı bozuk bir araca binip, otabanda 140km sürat yaparken kaza yaptıktan sonra, sebeb olduğu canlar için, takdir-i ilahi deyip, işin içinden çıkamaz.
Şimdi gelelim iktidarın sorumluluktan kurtulmak için sarıldığı takdir-i ilahi konusuna. Hz Ömer (ra) devrinde bir adam hırsızlıktan yargılanırken, “bu işlediğim suç benin kaderimde yazılıydı, takdiri ilahiydi”, savunmasını yapıyor. Hz Ömer bu zatın cezasını ikiye katlıyor ve “birincisi, işlediğin suç için, ikincisi de, bu suça Allah’ı ortak ettiğin için”, diyor.
Dolayısıyla, Soma maden faciası elbette kaderde yazılıydı, fakat kader bu faciayı nedenleriyle kaydetmişti. Yani, Levh-i Mahfuz da “maden sahibi gerekli tedbirleri almayacak, iktidar bürokrasisi insan hayatını korumak için gerekli teftişleri yapmayacak ve bu ihmallerden dolayı maden çökecek”, yazıyordu. Bu misalle diğer ihmaller, işçi ölümleri ve facialar da değerlendirilebilir.
Sonuç olarak, korkunç ihmaller ve üç beş kuruş ekstra kar gözetme hırsıyla insan hayatına sebeb olanlar, suçlarını “takdir-i ilahiydi” diyerek, Allah’a havale edemezler. Bu suçları işleyip, bir de Allah’ı suçlarına ortak etmek isteyenlere, Hz Ömer’in ölçüleriyle, iki kat ceza vermek gerekir. omeratillaergi@yepyeni.zamanaustralia.com