Beş-altı yaşlarındaki küçük çocuk annesine soruyor, “Anne onlar da nehirden mi geçtiler, onlar da mı Survivor’da yarışıyorlar, onlar bizim rakiplerimiz mi?” diye.
Yasemin Tatlıseven Tr724’e ‘Meriç’ten geçiş hikayesini yazdı
SURVİVOR: HAYATIM BİR ANDA NASIL DEĞİŞTİ?
Ortalama bir hayatın içinde yuvarlanıp gidiyordum. Evinden işine, işinden evine giden bir muhasebeciydim. Sabah sekiz, akşam altı… Tamam sabah dokuzdan önce işyerinde olduğum pek görülmemiştir, öğrenciyken de ilk derslere zor yetişirdim zaten. Tek lüksüm buydu şu fani dünyada. Çok afili bir yaşantım da yoktu hani.Kem gözlere geldim desem? Gözü çıkasıcalar, bilmiyorum neyimi çekemediler. Hayatım bir anda öyle bir değişti ki sormayın gitsin.
Son bir yıldır çalışmakla kazandığım parayı bankada biriktirdim. Mevduatım benim için önemli bir miktar. Parayı bir anda bankadan çekmemeliyim, hesabımı boşalttığım düşünülebilir. Gerçi yalan da değil, hesabımı boşaltıyorum.
Şubeye gidip dikkatleri üzerime çekmek istemem. ATM’den peyderpey çekip, siyah bir çöp poşetine koyup, döviz bürosunun yolunu tutuyorum. İçi para dolu çantamı evladım gibi sarıp sarmalıyorum. Kapıdan içeri girince, herkes dönüp bana bakıyor. Ellerimi kaldırıp “Teslim oluyorum, ülkeden kaçmak üzereyim,” diyesim geliyor.
Boş bir kabinin önüne yürüyüp, görevli kıza “Euro yaptırmak istiyorum” diyorum. Kızla uzun uzun bakışıyoruz. Şimdi bir kaşını kaldırıp “Neden Euro, ne yapacaksın Euro’yu, yoksa Yunanistan’a mı gidiyorsun?” diye soracak. Hazırlıklıyım, Almanya’da halam var ve oğlu evleniyor, düğüne gidiyorum. Hayret, bir şey sormuyor, bir tomar Türk lirasını sayarak veriyorum. Sanki sayınca durduğu yerde çoğalacak!
Kızın uzattığı üç-beş banknotu alıp tek tek inceliyorum. Yetmiyor bankodaki hesap makinasıyla sağlamasını yapıyorum. Bu da bir meslek hastalığı işte ne yaparsın? Çöp poşetine ihtiyacım kalmadığından çöpe atıyorum. Bu Euro’ların beni ne kadar idare edeceğini bile bilmediğim halde yola çıkıyorum.
Avrupa’ya seyahat hayallerim hep olmuştu, ama kesinlikle böyle değil!
Küçük bir Ford Fiesta’nın içinde altı kişiyiz. Kaçakçı son anda su koyuverip fiyat yükseltiyor, anlaştığımız fiyat bu değil! Elimiz mahkum… Sayarak ve ellerim titreyerek istediği parayı uzatıyorum.
Bize şehirde yemek ısmarlayıp, bir parka bırakarak, “Ortalığı kolaçan edip gelelim” diyor. Tek düşündüğüm “Gitti paracıklar! Bu adam geri gelmez, hayatımda yediğim en pahalı yemekti” oluyor. Hava kararmaya yüz tutunca çıkıp geliyor.
Bir kaçakçı hakkında su-i zan ettiğim için kendimden utanıyorum.
Nehre doğru yola koyuluyoruz. Yolda sürekli, hızlı ve seri olmamız konusunda bizi uyarıyorlar. Kaçakçı bir anda yolun ortasında arabayı durdurup, “Karşıdan bir araç geliyor, devriye olabilir, çabuk inin” diye bağırıyor.
Öyle bir çeviklikle iniyoruz ki bir taraftan da “Allah’ım neyin içine düştük” diye söyleniyorum. “Yat yat yat” diye bağırıyor rehber, yoldan tarlaya bir uçuşumuz var ki eminim komandolara taş çıkartırız. Şüpheye düşüp gerçekten devriye mi geliyor diye kafamı kaldırıp bakmak istiyorum, biri kafamı bastırıp, “Ne yapıyorsun, yerimizi belli edeceksin” diyor.
Beş on metre sürünüyoruz. Araç geçip gittikten sonra “Kalk, fırla” komutu geliyor. Sırt çantalarımızı sırtımıza geçirip koşmaya başlıyoruz. Yarım saat kadar koştuktan sonra nefes nefese kalıp duruyoruz. Su için elimizi attığımızda, az önceki uçuşumuzda su şişelerimizin, çantalarımızın yan gözlerinden fırladığını farkediyoruz.
Henüz şişirilmemiş bir bot ile bizi, bir tarlanın kıyısına bırakıp, yine kolaçan etmeye gidiyorlar. Tek düşündüğüm, “Gitti paracıklar, bu adamlar geri gelmez, gecenin bu kör karanlığında nasıl geri döneceğiz” oluyor. On dakika sonra çıkıp geliyorlar.
Kural bir, kaçakçılar hakkında asla su-i zan etmemeli!
Botu ustaca şişirip bize taşıtıyorlar. Nehre varınca, botu suya atıp “Atla, çabuk çabuk” diye bağırıyor. Ayağım suya değmeden karadan botun içine uçarak atlıyorum. Benden önce atlayan arkadaş, sağolsun tamamen yattığı için bana yer kalmıyor. “Kalksana, biraz toparlan” diyorum, “Olmaz, ya ateş ederlerse” diyor.
Güya siper almış! Plastik bot işte, az önce yanımızda şişirdiler.
Kazasız belasız karşı kıyıya varıyoruz. Ayağımız suya değmeden bottan karaya ayak basıyor ve şükrediyoruz. Geriye dönüp baktığımızda hepimizin içi “Cızz” ediyor. Vatan toprağıyla vedalaşıp, yola koyuluyoruz. Gözyaşlarımız karmakarışık yuvarlanmaya başlıyor. Vatanımızı bir daha görüp göremeyeceğimizi bilememek, öte yandan özgürlüğü tüm hücrelerimizde hissetmek… Bu iki duygu birbiriyle yarışıyor.
Geceyi yarı uyur, yarı uyanık tren raylarında geçiriyoruz. Ertesi gün imaj değişikliğine gidip kendimizce turist gibi davranmaya çalışıyoruz. Sınır köylerinden birinde olduğumuzu unutarak! Sabahın köründe, sınır köyünde turistin işi ne?
Köylülere “Good morning” diye selam veriyoruz, “Günaydın, günaydın, hoş geldiniz” diye cevap veriyorlar. Hepsi Türkçe biliyor ve bizimle Türkçe konuşuyorlar. Onlar zaten alışmışlar her sabah Meriç’ten gelen kaçak göçmenlere… Birer bardak sıcak çay içmemiz için bizi kahveye yönlendiriyorlar.
Kahvede Türk çayı gelecek diye beklerken bitki çayı geliyor, büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz. Kahve sahibi teslim olmamız gerektiğini söyleyip, karakolun yerini tarif ediyor.
Birbirimize bakıyoruz, “Biz teslim olmamak için buralara gelmemiş miydik, şimdi karakol da nereden çıktı?” dercesine…
Köyün içinde bir o yana, bir bu yana dolaşıp duruyoruz. Bizi gören köylüler direk karakolu tarif ediyorlar. Canımız iyice sıkılıyor, bir kilise görüp kutsal mabed olması hasebiyle sığınıyoruz. Kilisenin bahçesinde dinlenirken sivil bir araç yaklaşıyor, içinden inenler polis olduklarını söylüyor. Kimliklerimizi isteyip, telefonlarımıza el koyduktan sonra, karakola götüreceklerini söyleyerek kapalı kasa bir araca bindiriyorlar.
Yabancı bir ülkede, nereye götürüldüğümüzü bile bilmeden, bir meçhule yol alıyoruz. Araç durduktan sonra kapı açılıyor, derme çatma bir karakola giriyoruz. İçeride bizden birileri var, muhtemelen bizim gibi Meriç’i geçmişler, ayakkabıları çamur içinde… Onları görünce içim ferahlıyor.
Çantalarımızı didik didik arayan polisler, ayakkabı bağcıklarımızı da çıkarıp alıyorlar. Parmak izimiz alındıktan sonra toplu olarak demir parmaklıklar ardına götürülüyoruz. İçeride Afgan ve Suriyeli olduğunu tahmin ettiğimiz, yaşları on beş ve yirmi arasında değişen bir grup genç, sağ tarafta sıralanmış.
Sol tarafa kafamızı çevirdiğimizde yine bizden birilerini görmek, yüreğimize sular serpiyor. Hemen tanışıp arkadaş oluyoruz. Beş-altı yaşlarındaki küçük çocuk annesine soruyor, “Anne onlar da nehirden mi geçtiler, onlar da mı Survivor’da yarışıyorlar, onlar bizim rakiplerimiz mi?” diye. Annesi sessizce kulağıma eğilip, evden çıkarken ona Survivor’a katılacağımızı, zorlu parkurlardan geçeceğimizi, rakiplerimiz olduğunu ve onlarla yarıştığımızı söyledik.
Gülümsüyorum, şu küçük çocuk için ağlamamaya çalışıyorum, gözyaşlarımı asla görmemeli. Annesinin oyununa hemen katılıyorum. “Evet biz rakip takımız, siz bizi geçtiniz, biz arkanızdaydık ama size yetişemedik,” annesiyle birbirimize bakıp gülümsüyoruz.
Demir parmaklıklar büyük bir gürültüyle açılıyor, iki küçük çocuğuyla dört kişilik bir aile içeriye giriyor. Sabah köyde karşılaştığımız, ama birbirimizi ele vermemek adına selamlaşmaktan bile kaçındığımız aile bu… Kadıncağız sürekli ağlıyor, iki küçük çocuk korku dolu gözlerle etrafı incelerken babasının iki koluna yapışmış durumdalar.
İlerleyen saatlerde konuştukça anlıyoruz ki herkesin nehir macerası bizimki kadar kolay olmamış. On iki saat o hücrede tutulduktan sonra, kapalı kasa başka bir araca topluca bindirilerek gece gece başka bir karakola sevk ediliyoruz.
Birlikte olduğumuz için korkumuz hafifliyor. Ama aslında birbirimizi hiç tanımıyoruz, hepi topu birkaç saatlik arkadaşız. Yine de bir aile sıcaklığıyla birbirimize destek oluyoruz.
Araçtan indirilip tekrar demir parmaklıklar ardına konuyoruz. Taş ranzalar var, o çok ağlayan arkadaşla konuşma fırsatı buluyorum. Tek başıma olduğumu, ailemin benden çok uzakta olduğunu kısaca anlatıyorum. Eşi ve çocukları yanında olduğu için şükredip, o karamsar halinden sıyrılıyor.
Ertesi sabah görmelisiniz, erkenden uyanmış, elinde tesbihi ranzalar arasında volta atıyor, bildiğiniz koğuşun hanımağası… Çocuklarının da dünkü ürkek hallerinden eser kalmamış, gönüllerince ranzalara tırmanıp iniyor, demir parmaklıklar ardında hiç olmadıkları kadar özgürce oyun oynuyorlar.
İki gün de burada tutulduktan sonra Birleşmiş Milletler kampına götürülüyoruz. İngilizce konuşan bir bayan ve yanında farklı dillerden tercümanlar var. Önce Türkçe, ardından Kürtçe… Suriyeli ve Afganlar için de çeviriler yapılıyor.
Bilgilendirmeye konumumuzu anlatmakla başlıyor. “Şu anda Edirne’nin karşısındasınız” dediğinde içimiz bir daha “Cızz” ediyor. Düşünün karanlık bir gecede, karanlık bir nehir geçiyorsunuz ve yabancı bir ülkenin topraklarında, nereye doğru yol aldığınızdan haberiniz yok!
Herkesle tek tek kısa mülakatlar yapılıyor, bana “Öğretmen misiniz?” diye soruyorlar. “Hayır, diyorum ben muhasebeciyim”, karşımdaki görevli gülümsüyor, “En çok öğretmenler geliyor da ondan sordum” diyor.
Heyhat! Öğreten insandan hiç zarar gelir mi? Bu kadar eğitimli insanın akın akın ülkeyi terk etmesine, ülkemdekiler nasıl göz yumabiliyorlar? Gözümün ucuyla arkadaşlarıma bakıyorum, içimizde her meslekten insan var. Kendimize yurt arıyoruz. Bize ufak bir kara parçası verseler, rahatlıkla bir ülke kurar ve yönetebiliriz! Mülakat sonrası geçici evlerimiz olan kamp barakalarımıza getiriliyoruz.
Konteynırdan bozma 9-10 barakayı tel örgülerle çevirmişler, blok blok sıralamışlar. Biz B bloktayız. Tel örgülerin üstü dikenli tellerle çevrili… Ben ve birkaç arkadaşım Suriyeli bir ailenin barakasına düşüyoruz. Başta bizi barakalarına almak istemeseler de, kaldığımız süre içerisinde arkadaş olacağız.
Bana ranzanın ikinci katı düşüyor. Kırk iki yaşında bir kadın olarak ilk defa bir ranzada, hatta ikinci katında uyuyacağım. İlk denemede kendimi yukarı çekemesem de ikinci denemede başarılı oluyorum. Ranzaya çıkıp, “Buralar benden sorulur” edasıyla bağdaş kurup oturuyorum. Sonunda bu gece rahat bir uyku uyuyabileceğim.
Yalnız çok haklı bir endişem var; ya uyurken ranzadan aşağı düşersem?
Işıklar sönüyor, uykuya dalıyoruz. Bilmem ne kadar zaman geçiyor, yüzümde bir ışık var sanki. “Allah’ım nur gibi bir şey” diye düşünürken gözümü açıyorum. Karşımda yüzüme fener tutan bir polis var, sayım yapıyor. Sayım bitince odadan çıkıyor, tam uykuya dalacakken tekrar geliyorlar. Bir daha tek tek sayarak çıkıyorlar.
Üçüncüde “Gavur musun, nesin? Uyuyacağız şurada” diye kendi kendime söyleniyorum. Muhtemelen sayıyı tutturamıyorlar. Etrafı dikenli tellerle çevrilmiş bir alandan nereye kaçabiliriz ki? Onlar da haklılar, kendi ülkemizden kaçarak çıktığımızı düşünürsek, bize güven olmaz!
Kampta Iraklı bir küçük çocuk var. Ailesiyle üç aydır buradaymış. Onun güzel mi güzel bir topu var, ama top çok kıymetli kimseye dokundurmuyor. Yanına gidiyorum, topu getirmesi için yalvar yakar oluyorum. Sonunda dayanamayıp getiriyor ama bir şartı var, onu da oynatacağız.
“Tamam” diyorum, “Geç ortaya!” Kamptaki gençleri topluyorum, “Gelin voleybol oynayacağız.” Afgan’ı, Suriyelisi, Iraklısı, Afrikalısı, birer ikişer toplanıyorlar etrafıma, inanın hangi dilde konuşup nasıl anlaştığımızı hala bilmiyorum. Bir yuvarlak oluşturup voleybol oynamaya başlıyoruz.
Bizi gören gelip dahil oluyor oyuna, bir anlığına mülteci olduğumuzu unutuyoruz. Sıyrılıyoruz dünya kadar derdimizden… Topu kaçıranlara gülüyoruz, eğleniyoruz. Bir an bile olsa mutluyuz. Ve ümitleniyoruz gelecek adına…
Gideceğimiz yerlerde güzel insanlar çıksın, diyoruz, karşımıza. Kamp sürecimiz bitip ayrılırken hepimizin gözleri dolu dolu! Ben on gündür tanıdığım bu insanlardan ayrılırken dayanamayıp ağlıyorum. Küçük muhacir soruyor annesine “Anneciğim şimdi nereye gidiyoruz?” Genç anne cevap veriyor “Ödül oyununu kazandık, yavrum çok güzel bir otobüs yolculuğu kazandık.”
Çocuk heyecanla gözleri ışıldarken anne bir bilinmeze gittiğinin farkında derin kaygılar taşıyor. Bir otobüs dolusu mülteci Atina’nın dört bir yanına dağılıyoruz. Asıl maceranın yeni başladığını bilmeden.
Kaynak: Tr724