İslâm’ın güneşi “Lâ ilâhe illallâh” ışığı “Muhammed (sav) Resulullâh” Kelime-i Kudsiyesi’dir…
İnsan “lâ ilâhe” (senden başka) ilâh yok diyerek Allâh’a döner, varlığı iddiâ olunan tanrıları ve mâsivâyı “nefiy” ile aradan çeker…
“İllallâh” ile Sen, sâdece Sen (cc) diyerek, Rabbini tesbit ve isbât eder, kul olur…
Mâlum-u âliniz “lâ ilâhe” nefiy, “illallâh” ise isbâttır.
Yok ol, ki vârolasın ;
Aynen öyle de, ilâh, ilâhe ve tanrıları bütün benliği ile nefyeden kul, kendin de mevcut “mevhûm uluhiyet fikrini” ve kendini, nefiy yani sıfırlamak, hiç bilmek, yok etmekle, hakkıyla Allâh’ı bulabilir, bu şekilde varlığa erip, biiznillâh vücût ve bekâ sâhibi olabilir.
Mümkin bir vücûd’un bekâsının sırrı nefiydedir…
Aczinle O’nun (cc) kudretini, fakrınla kuvvetini ölçer, O’nun (cc) karşısında bir hiç olduğunu görür, Üveys (ra) gibi “Sen Rabb-ı Rahîm, ben ise abd-i âcizim” dersin…
İşte Ene, Benlik ya da Ego dediğimiz şey Kudret-i Sonsuz’u bulmak için bu minvâl üzre bir ölçü âletidir…
Her ne kadar kâinatta bir “nokta” kadar olduğu dahi şüpheli olan sen, varlık âlemine girmen vesilesi ile “kıyas-ı maal fârık” nev’inden kendinle O’nu (cc) ölçebilir, tanıyabilirsin.
Vicdânın hayatta ise neticede “en büyük idrâk, Sen’i (cc) idrâk edememektir” diyeceksin.
Ey Beyazîd !
Rabbimiz, Beyazid-i Bestâmi’ye ilhâm eder “Bana ben de olmayanla gel”
Beyazid şaşkındır “Sende olmayan ne olabilir ki Rabb’im ? Sen Ganiyy-i Mutlâk’sın, sana ne ile geleyim ? “
Kalbine ilhâm olunur “Ey Beyazid ! Bende acz, fakr, hacâlet yoktur, bana aczin, fakrın ve günahlarına duyduğun hacâletinle gel”
Evet, acz ve fakrını anlamakla, hatâlarına bin pişmân olan, utanan insân, “ene” hacâletle kendini sıfırlayıp Sultân-ı Kâinât’a hakîkâten kul olabilir…
Adanmışlar ;
Adanmış’ın nefsi, enâniyeti, madde, dünyâ kısacası mâsivâ ile işi olmaz…
Hayâtını idâme edecek kadarını alır, cebine koyar, kalbine aslâ…
Kalbindeki maddi menfaât, istek ve arzularını nefiy ile yok etmeyen, hakîkâti tesbit ve isbatta nasıl yol alsın ?
Üstâd”a göre “Adanmış” bırakın madde, menfaât yada dünyâyı, bütünüyle mânevî füyüzât hislerinden dahi vazgeçmiştir…
Mal, makâm, mansıb peyleyip, dileyen, mücâdelesini veren nasıl adanmış olabilir ki ?
Mâlül Nefis ;
Nefs-i emâre ile mâlül nefis, nefisler,,, hem kendi hakîkat yolcusu vicdânına, hem diğer vicdanlara yol vermez…
Kendini sevdiği için başkasını sevemez…
Onlar için “biz” yoktur hep “ben” vardır.
“Ben” de boğulanın Biz’e, Biz’i aşıp, O’na (cc) varması mümkün değildir…
Kendisine âit ikbâl ateşiyle yanıp, tûl-i emel sahibi olanlar, hayatlarının merkezine bu arzularını alıp, plan ve proğramlarını bu gâyelerinin gerçekleşmesi doğrultusunda kurarlar.
Atmış oldukları her adım, planlı, proğramlı, hesaplı kendi gelecekleri, ikbâlleri içindir.
Aynı yönde istek sahibi olan herkes onların rakîbidir…
İşte bu tarz menfaât ve çıkar itilâfı içerisinde olanlar, paylaşmayacakları bir “beklenti” sahibi oldukları için, her ne kadar “hakîkât” de ittifâk ettiklerini söyleseler de aslâ “müttefik” olamazlar.
Çünkü elde edecekleri faydanın-menfaâtin ucu göründüğü anda beklentileri için kendi yollarına saparlar ve maâlesef hakîkât yolundan çıkarlar…
Herkes kendi kıblesine yönelir.
Önünde yâhut peşinde olanları rekâbet hissi ile yok eder…
Dili “kardeşim” derken, kalbindeki sapkın gayzla kardeşini katleder…
Bir süre sûreten “adanmış” gibi görünseler de adanmış olamazlar…
Aslına bakılırsa bu tipler, ta baştan itibâren nefislerini, isteklerini nefyedemediklerinden hakîkât yoluna girmiş de sayılmazlar.
Bu nev’i fertlerin oluşturduğu topluluktaki “itilâf” ise Hadis’te zikredilen rahmete, nimete değil dâima bereketsizliğe, nikmet’e vesile olur…
Her fiillleri imâr değil, yıkım hamlesine döner.
Vifâk ve gerçek ittifâkın olmadığı yerde hizmet, hizmette bereket olmaz…
Cenâb-ı Hakk’ın ekstra emr yâhut inâyeti olmazsa böyle bir topluluktan hak-hakîkât çıkmaz, ehak hiç çıkmaz…
Zâten Rabbimiz’in inâyet ve kerem eli, rahmet tecellisi ile niyetleri hâlis, kendi rızâsını herşeyden üstün tutan ihlâs erlerinin, adanmışların cemaâti üzerindedir.
Eyvâh ! Nereye gidiyoruz ?
Gâye-i Hayâl ; Hakk’a hizmet, hakkı ikâmedir, Rıza-i İlâhi’yi tahsildir eğer Gaye-i Hayâl olmazsa, nisyân yâhut tenâsi edilse ezhân enelere döner…
Herkes kendi mevhûm, izâfi putunun peşine düşer.
Halbuki Adanmış olmanın ilk şartı mahviyetle, hesapsız yaşamaktır…
Herşeyi ama herşeyi, sâdece ve sâdece Allâh ve “hizmet” için yapmaktır…
Güyâ “birlik” olup, yalandan “dirlik” arayanlar, üç kuruşluk şahsi menfaât ve ilbâl için birbirine kılıç vururken sâde nefislerini değil, nesillerini de ateşe atarlar…
İnâd, gıybet, hased, fesâdla hattâ iftirayla nurâni teyidâtın, hattâ İnâyet-i ilâhiye’nin celbine değil terkine sebeb olurlar…
Yepyeni bir topluluk ;
Rabbimiz muhâfaza buyursun eğer nedâmetle tevbe ve meccânen Hakk’a dönme olmazsa bu hâle düşmüş cemaâtten, Allâh inâyet ve keremini ref ile, onların yerine kendisini seven ve kendisininde sevdiği yepyeni bir topluluk getirir…
Onlar eskilerin aksine birbirlerine karşı mütevazi, küffâra karşı izzetlidirler…
Birbirleri ile cidâl değil Allâh yolunda cedel ve cihâd ederler…
Kınayanların kınamasına aslâ aldırmazlar…
Cedîd Hakk Ehli’nin gelmesi, pörsümüş, partallaşmışın gitmesi Allâh’ın fazlındandır…
Rabbimiz yardımcımız olsun !
@MANSURTURGUT