Pencereden parka bakıyorum. Rüzgârın sesi ve yağmur içime bir gurbet sızısı bırakıyor. Yaz boyunca göklere uzanan görkemli dalları ile kendisine sığınanları gölgeleyen palamut ağacı da sonunda sonbaharın hükmüne boyun eğmiş görünüyor.
Az ötede mahallemizi parka bağlayan kavisli tahta köprü gözüme ilişiyor. Kış geldi. Üstünden neşeyle geçenler, durup derenin şırıltısını dinleyenler artık yok. Köprünün tek misafiri sonbaharın savruk yaprakları. Köprü rikkatime dokunuyor kendimi tedailere bırakıyorum.
Az önce sosyal medyada gördüğüm bir haberdi bana bunu düşündüren.
Uzun yıllar başkanlığını yaptığım Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının misyonu toplumun tüm kesimleri arasında köprü olmaktı. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi değerli kılan şey insanlar arasında, uluslar arasında bu tür köprüler inşa etmeye öncülük etmesiydi.
30 Haziran 1994’te Dedeman Oteli’nde vakfın onursal başkanı Fethullah Gülen Hocaefendi, aralarında çok sayıda gazetecinin de bulunduğu kalabalık bir grubun karşısında konuşmuş ve söylediği sözler geniş yankı uyandırmıştı. Hocaefendi, Dedeman’da “Demokrasiden dönüş yok” diyerek, hem laik çevrelerin dikkatini çekmiş hem de o güne kadar İslam ve demokrasi ilişkisine çok yoğun kafa yormamış olan — birilerinin deyimi ile — İslami kesimi “silkelemiş”ti.
Birlikte, kardeşçe yaşamanın yeni bir işaret fişeği gibi algılanan bu ilk toplantıdan sonra Hocaefendi’nin toplumun diğer kesimlerine açılma hamleleri hızlanarak devam etti. Siyaset, sanat ve spor camiasından, adı Cemaat’le anılması mümkün olmayan isimlerle bir araya geldi. Toplumun hemen her kesimini temsil eden geniş katılımlı iftarlar düzenlendi. Gazeteler ziyaret edildi. Tabii Hocaefendi bunları yaparken, kamuoyunda da yoğun bir tartışma başladı: “Gülen ne yapmak istiyordu?”
Bu soru haksız da sayılmazdı.
Çünkü Hocaefendi, İslamcı kesim arasında tanınsa da o güne kadar kamuoyunun geniş kesimi tarafından bilinmiyordu.
Türkiye’de farklı din mensupları da yaşıyordu ve toplumsal barış için bu grupların temsilcileriyle de görüşülmesi gerekiyordu.
Hocaefendi o günlerde dinler arası diyalog çalışmalarında ilk adımı, sessiz sedasız bir şekilde atmış, İstanbul Rum Patriği I. Bartholomeos’la 6 Nisan 1996’da görüşmüştü. Bu tarihi buluşma beklendiği gibi büyük ses getirdi.
Hocaefendi kendisine yöneltilen yoğun eleştirilerin hiçbirini dikkate almayarak Musevi Cemaati liderleri başta olmak üzere Katolik ve Süryani din adamlarıyla da görüştü.
O gün için bu görüşmelerin ne anlam ifade ettiğini daha iyi anlamak için Süryani Kadim Metropolidi’nin söylediği söz hala hatırımdadır, “Bugün bizim için bayramdır, 35 seneden beri İstanbul müftülüğüne bayram tebriki yazıyoruz, ‘tebrikinizi aldık’ diye bir cevap bile vermiyorlar.”
Mehmet Altan’ın konuşması da hafızalardan silinir gibi değildi:
“Gazeteciler ve yazarlar daha çok kendilerini mahkeme önlerinde buldukları için ben böyle bir toplantı ile karşılaşınca şaşırdım. Çok renkli, çok sesli ve çoğulcu yapıda bizim arzuladığımız Türkiye’nin maketi olarak görülüyor.”
Ocak 1996’da Çırağan’da yapılan Hoşgörü Ödülleri Gecesi, toplumun, laik- anti laik, Kürt-Türk, Sünni-Alevi gibi kamplara ayrıldığı, ülkenin parçalanmış bir kristal haline geldiği o günlerde yeniden bir sevgi ve hoşgörü toplumu oluşturma yolunda atılmış büyük bir adım oldu.
Fethullah Gülen Hocaefendi ile Prof. Dr. Toktamış Ateş’in birbirine kenetlenen elleri gecenin en anlamlı fotoğraflarından biri olarak hafızalara kazındı.
Hasılı, vakfın kuruluşuna kadar her kesimin bir mahallesi vardı. Vakıftan sonra mahalleler, birbirine gidip gelmeye başladı.
Vakfın organize ettiği toplantılarla Türk aydını, üç yüz yıllık tedrici bir çöküşün, ufuksuz ve rüyasız kıldığı bir kültür coğrafyasının, bir kez daha pırıl pırıl, göz alabildiğince geniş ve evrensel bir hayat hamlesinin eşiğinde olduğunu hissetmeye başladı. Ve ufuklarına vuran bu güzel rüyayı selamlamaya durdular.
28 Şubat’ın ayak seslerinin duyulmaya başladığı günlerde hiç şüphe yok ki bütün bu tartışmaların merkezinde “Siyasal İslam”, “din-devlet”, “İslam-laiklik” ve “İslam-demokrasi” gibi kavramlar ve bunların birbiri ile olan ilişkisinin tam olarak tanımlanamaması yatıyordu. Cumhuriyetimizin seksen yıllık düşünce hayatında, kamplaşmalar; bir dönem partilerin ideolojik saplantıları, bir dönem Türk-Kürt ayrımı, bir dönem sağ-sol sürtüşmeleri, bir başka dönem laik-anti laik gerilimi ile hep süre gelmişti.
Bugün olduğu gibi o gün de bazı gazeteler ve televizyonlar Hocaefendi ile ilgili akla hayale gelmedik iftiralarla algı operasyonu yapıyordu.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, birbirinden çok farklı insanları Abant Gölü etrafında bir araya getirdiği zaman henüz kafalar çok karışıktı. “İslam ve demokrasi birbiriyle çelişmez” diyen akademisyenlerle; laikliği dinsizlik sayan ve öteki ile konuşulacak bir şeyi olmadığını düşünenler tartışma platformunda birlikte oldular. Önce her kelimeden tartışma çıktıysa da yemek ve çay molalarında yapılan sohbetler, insani duygular bir süre sonra herkesi kaynaştırdı. Başlangıçta var olan ürkeklik dostluğa, mesafeler anlayışa, sert bakışlar, sürtüşmeler nüktelere, fikri atışmalara, farklılıklar zenginliğe dönüştü.
Çok kısa sürede Abant Toplantıları bir klasik, bir gelenek haline geldi. Her yıl temmuzun ilk haftası “Abant günleri” olarak akademik takvimdeki yerini aldı. Türkiye aydınları, “İslam ve Laiklik” “Kürt sorunu” “Alevilik” gibi ülkenin en çetrefilli sorunlarını cesaretle tartıştılar ve bildiriler yayınladılar.
Mehmet Aydın Hoca, ilk AK Parti hükümetinde bakan olunca başkanlığı, kaleme aldığı kaynak eserlerle ve yetiştirdiği öğrencilerle Türk fikir ve siyaset tarihine yön veren, sosyalist ideolojinin önemli isimlerinden biri olan Prof. Dr. Mete Tunçay üstlendi. Onun Abant Toplantılarına katılışını Hürriyet Gazetesi baş sayfadan vermişti.
Abant’ta pişen düşünce ve fikirler, olgunlaştı, ruh buldu. Bir ayağı Türkiye’de kalmak şartıyla, öteki ayağıyla Washington, Brüksel, Kahire ve Erbil’e kadar uzandı.
Abant, bazılarının tabiri ile uçan üniversiteydi. Dünyanın önemli üniversitelerinde, hakkında tez çalışmaları başlamıştı.
Kısa zamanda onca tipinin boranın arasından geçerek, onca engeli, dar geçidi geride bırakarak nasıl bu vizyona ulaşmıştı?
Çünkü Abant Toplantılarında bir ruh vardı, buluşturma vardı, farklılıkları yeşerterek kurulan birlik vardı, çoğulculuktaki birlik, birlikteki çoğulculuk vardı. Keşif vardı, saygı vardı, sezgi vardı, doğru anlama vardı, güven vardı, ortak kaygılar vardı, dışta kalan dünyaları hissetme vardı, diyalog ve hoşgörü vardı, sohbet ve muhabbet vardı, ülke sevgisi ve temel insanlık değerlerini paylaşma vardı, makul çözümler vardı, tam demokrasi vardı.
İşte biz buna “Abant Ruhu” diyorduk.
Abant, Türkiye aydınının başarısıydı.
Dünün çatışan insanları ve çatışan düşünceleri, yer yer ötekinin yok edilmesi üzerine kurulu tavırları Abant’ta, tartışa tartışa, konuşa konuşa “ortak bildiri” yayınlama gibi tarihi bir başarıyı da her yıl tekrarlayabilmişti.
Bunları şunun için anlattım. Hikmet Çiçek isimli bir yazar “F…’nün Solcuları” diye bir kitap yazmış. Kitap bir fecaat. Daha fecisi Abant Toplantılarına katılmayanları da eklemiş. Daha beteri katılmayanlar “Biz asla böyle toplantılara katılmadık!” açıklama yapmıştı. Tüm bu tuhaflıkları ve çelişkileri nazara veren Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman oldu. Hoca “Ben de Abant Toplantıları’na tek bir kez bile katılmadım. Ayrıca davet bile edilmedim. Fakat davet edilsem giderdim. ‘Bu toplantılara katılmak suç mudur!’ diyeceklerine, aciz ve aydın tavrı ile bağdaşmayan bir tutum içindeler. Yazık! Büyük bir entelektüel sefalet söz konusu!” diyerek hakşinaslık etmişti.
Tarih boyunca hep iki sınıf insan oldu.
Köprü kuranlar ve köprüleri yıkanlar.
Her köprünün kaderiydi belki bunları yaşamak.
Artık kış geldi.
Köprü kuranlara düşen, vefasızlığa aldırmadan, kara-buza takılmadan yeni köprüler için “Bismillah” deyip tekrar işe başlamak.