Suat Yıldırım, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kendisine karşı sergilemiş olduğu bazı vefa örneklerini şu şekilde ifade ediyor.
“Hocaefendi, çok vefalı ve hassastı. Askerlik yıllarında çektiği sıkıntılara binaen, simsiyah olan saçlarının büyük bir kısmı beyazlamıştı. Askerliğim Tuzla Piyade Okulu’na çıkmıştı. Hocamızın vefası, beni Edirne’den yolcu etmeye müsaade etmedi. Bana refakat edip, birkaç aktarma yaptıktan sonra kışlaya kadar teslim edip Edirne’ye döndü. Sonra Eğirdir Dağ ve Komando Okulu’nda beş aylık kursa gittim. Askerliğimin bittiği gün o, İzmir’den, Şubat soğuğunda beni almaya geldi.
1974’te trenle Paris’e gidecektim. Bir de baktım İzmir’den kalkıp yolcu etmek üzere Sirkeci Garı’na gelmiş. Paris’te iken, İslâmî usule göre kesilen et bulmakta zorluk çekmiştim. Dört ay kadar et yiyememiştim. Bunu yazıştığımız bir mektuptan okumuştu. Bir müddet sonra Almanya’dan sucuk dolu büyük bir koli geldi. Hocaefendi, Almanya’da ulaştığı bir şahıs tarafından et ihtiyacımı böylece karşılayarak, şefkat ve vefasını göstermişti.”
BUGÜNKÜ HARAMİLER, DÜNKÜ LAİK YOBAZLARA RAHMET OKUTUYOR
Sadece bugünkü haramiler, hak tanımazlar değil, dünkü laik yobazların da baskılarına maruz kalan canlı bir portredir Yıldırım Hoca. Yarım asırlık devlet görevinde ve üniversite hayatında tek bir disiplin cezası almamış olmasına rağmen, ne yazık ki o da, son devir zalimliğinden nasibini alan ilklerdendir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni eserlerinde kaynak olarak kullandığı için uzun süre kadro alamamakla cezalandırılan Suat Hoca, bugün “terörist” muamelesi gördü. “Örgüt elamanı” suçlamasıyla rahat bırakılmadığı için on binlerce insan gibi, seksene dayanan yaşına rağmen, o da çareyi hicrette, sürgüne gitmekte buldu. Kanada’ya ilticâ etmek durumunda kaldı, binlerce ilim ve irfan sahibi gibi o da zulme maruz kalmıştı.
Aslında sadece oda arkadaşı değil, aynı zamanda kader ortağı olan bu iki dostun, ceberutlar karşısındaki imtihanları bugünkü muktedirlerle sınırlı değil. İki âlim, iki gönül insanı Fethullah Gülen Hocaefendi ve Suat Yıldırım Hoca, tam 56 yıl önce, o devrin ceberutlarının da hışmına uğradılar. Tarassut altında sorgulanıp baskılara maruz kaldılar.
VALİDEN, MİNARELERDEKİ MAHYA VE EZANA İTİRAZ!
Şöyle anlatıyor o dönemi Suat Yıldırım Hocamız:
“Bir gün bir polis memuru müftülüğe gelerek, Edirne Emniyet Müdürü’nün beni makamına çağırdığını söyledi. O zaman dairede telefon yoktu. Ben de ona hitaben: ‘Sayın Müdür Bey, beni çağırmışsınız. Sizinle konuşacak bir meselem yoktu. Sizin bir meseleniz varsa müftülükteyim. Buyurun, bekliyorum’ diye bir pusula yolladım hizmetlimizle. Ertesi gün ben dışardayken Müdür Bey’in gelip beni yerimde bulamadığını öğrenince bu sefer ben onun makamına gittim. Konuşmanın hemen başında Emniyet Müdürü ‘Kusura bakmayın, tanışmamız biraz netameli oldu. Aslında ben de size hoş geldiniz demeye gelecektim. Fakat imkân bulamadım. Derken Vali Bey, sizinle acele görüşmemi istedi’ dedi.
Görüşme konusu, Selimiye Camii minarelerine Ramazan ayında asılacak mahya imiş. Bundan bir süre önce, Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden, mahya için ikişer kelimelik on cümle istenmişti. Yazıları Müftülük, işin maddi yönünü ise Vakıflar Müdürlüğü üstleniyordu. Gönderdiğimiz yazıyı Vali Bey görünce, cümlelerden üç tanesini değiştirmemi Emniyet Müdürü vasıtasıyla bana iletmiş. Mesele bu imiş.
O cümleler ‘İman Kuvvettir’, ‘Dönüş Allah’adır’ ve ‘Oruca Saygı!’ şeklindeydi. ‘Bunlarda ne mahzur var acaba?’ deyince Emniyet Müdürü: ‘Bence de bir mahzur yok, ama Vali Bey böyle istedi’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Vali’yle görüşmem gerektiğini söyleyip ayrıldım.
Belirttiğim gibi, telefonumuz olmadığından, hizmetlimizi, müsait zamanını öğrenmek için valilik sekreterine gönderdim. Randevu alındı ve gittim.
Kapıdan girer girmez Vali Bey hışımla: ‘Bu ne saygısızlık! Müstahdemi Vali’ye göndermek de ne oluyor!’ deyince ben: ‘Sayın Vali Bey, müsaade edin de, bunun doğru olmadığını anlatayım. Sekreterinizden randevu almak için onu gönderdim’ dedim. Bu aşikârdı, fakat anlaşılan Vali Bey moralimi bozmak istiyordu. Arkasından, ‘Zaten sizden istediğim üç şey olmuştu, onları da yapmadınız’ dedi.
Henüz bir ay önce yeni göreve başlaması nedeniyle İl Valisi; ”Sabah namazında hoparlörle ezan okutmayın, Selimiye gibi turistler tarafından çok gezilen birkaç caminin görevlilerine üniformalı kıyafet düşünün, bir de Selimiye Camii bahçesini düzenletip turistlerin oturmaları için banklar yerleştirin” diye uyarmıştı.
Ben de, onları inceleyip gereğini yapacağımı söylemiş, peşin bir görüş bildirmemiştim. Vali kükreyerek hesap isteyince, Edirne’de sadece bir camide hoparlör ile ezan okunduğunu, bunun da bir il için normal olduğunu söyledim. Razı olmayıp mutlaka durdurmamı istedi.
Müftü olarak benim müezzine bu emri veremeyeceğimi ifade edip ‘Ama amir olarak, bir yazı ile bunu isterseniz, ilgili görevlilere iletirim’ dedim. ‘Amirin şifahi emri de emirdir ve icra edilir’ dedi. O yazılı emir vermeyince, ben de isteğini icra etmemiştim. Müteakiben mahzurlu gördüğü cümlelere geçtik. Ben kanuni mevzuatta bunlarda sakınca görmediğimi söyleyince: ‘Nasıl yok!’ dedi, ‘Sen insanların tepelerinin üstüne yerleştirip günlerce okuttuğun o cümle ile demek istiyorsun ki: ‘Ey insanlar! Ne yaparsanız yapın, sonunda gideceğiniz ve hesap vereceğiniz bir yer var.’ Bu laikliğe aykırıdır. İman kuvvettir diyorsun. Mefhum-i muhalifi ile bu imansızlık zaaftır demektir, bu da laikliğe aykırıdır. Oruca saygı demek, vicdanlara baskıdır. Bu da laikliğe aykırıdır’ dedi. Tartışmamız bir buçuk saat sürmüştü.”
Suat Hoca, yine devlet gücüyle estirilen terörle maruz kaldıkları bir başka olayı da şöyle anlatıyor: “O zaman, iletişim imkânları sınırlıydı. Bayram kutlama kartları, iyi bir işleve sahipti. Bu kartlarla, arkadaşlara teselli vermeyi düşünmüştük. Kartın yüzünün birine hadis-i şerif meali, öteki tarafına tebrik cümlesi yazıp matbaaya verdik. Kartları almaya giden Hocaefendi, basılan tebrik kartlarının polislerce alındığını hayretle öğrenmişti.
Tek suç ve gerekçe Buhari’nin Sahih’inde yer alan ve Mekke müşriklerinin tahammül edilemez zulümlerinin zirveleştiği bir dönemde, sahabenin Peygamberimize; ‘Ya Resülallah! Bizim için Allah’a dua etmeyecek misin, yardım istemeyecek misin?’ şeklindeki hadisti.”
HOCAEFENDİ’YE, İMAM HATİP SORUŞTURMASI
Bir başka çarpıcı olay ise, çok güzel bir üslupla verdiği bayram vaazı sonrası Fethullah Gülen Hocaefendi’nin başına gelmiştir. Vaazın sonunda İslamʹı yeni nesillere öğretmenin lüzumundan bahsederken sözü imam-hatip liselerinin önemine getirir. O zaman Edirne’de imam-hatip okulu olmadığından, “İnşallah yakında böyle bir okul sizin gayretlerinizle tamamlanır, önünde bayrağımızın dalgalandığını görürüz” der.
Hocalar hakkında su-i zan sahibi birisi, “Bu hoca olsa olsa, şeriat bayrağının dalgalanmasından bahsetmiştir” diyerek, şikâyet eder. Bunun üzerine evine baskın yapılarak, valinin ve onun zihniyetindekilerin hışmına uğrar. Suat Yıldırım, olayı şöyle nakletmektedir: “Baskın evde olmadığım sırada oluyor. Bazı kitaplarını götürdüler. Az kalsın tutuklayacaklardı. Nihayetinde soruşturma beraatle sonuçlandı. Vali, buna rağmen yakasını bırakmadı, Kırklareli’ne gitmeye mecbur bıraktı.”
MUKTEDİRLERİN ZULMÜ, DİYANET’İN TALİMATLI RAPORU VE DOSTLARIN VEFASIZLIĞI
Zulmün şekli, türü değişir ama zalimler her dönem aynı kabalıklar, aynı nobranlıklar ve aynı hoyratlıklarla boy verirler.
Dün, dinin özüne uygun davrandıkları, imam hatip açtıkları, bunun için halkı teşvik ettikleri için suçluydu bu iki kader ortağı. Bugün ise birilerinin kuracağı ve sürdüreceği saltanatları için tehlikeli görüldüklerinden dolayı mağdurlar. Yani, hem dünküler hem de bugünküler birer tehlike olarak gördüler onları. Çünkü onlar aydınlığın taşıyıcılarıydılar. Aydınlık ise hep rahatsız etmiştir karanlık düşüncelileri… Muktedirlerin zulmü bir yana, ama asıl dostların vefasızlığı yaralamıştır bu hassas gönüllüleri. e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com