Biliyorum geç kaldım ama evet ben de Netflix’in ‘Bir Başkadır’ dizisi üzerine yazacağım. Seyrederken etki altında kalmamak için yazılanları okumadım.
O yüzden duyduklarınız tekrar olabilir. En sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: sanki Sır Kapısı seyretmiş gibi oldum. “Hadi canım sende” demeden iki kelam etmeme izin verin. Yazının sonunda bana hak vereceğinizi sanıyorum.
Öncelikle dizide abartılı, hatta kör göze parmak denecek düzeyde mesaj kaygısı ve bombardımanı var. Oyuncuların performansı bu gerçeküstü durumu neredeyse normalleştiriyor ve irrite olmadan seyretmeyi kolaylaştırıyor. Ülke ve toplumu anlatmak için en laçkalaşmış kavram olan “mozaik” sinema diliyle yeniden dolaşıma sokulmuş.
Alpaslan Türkeş ‘Ne mozaiği ulan’ diyerek karşı çıkmıştı. Etyen Mahçupyan ise benzetmeye itiraz etmiş ve kendi önerisini yazmıştı Zaman’da: Kır çiçekleri. Mozaik, hem ayrı durmayı hem de doğal ve iradi olmayan bir birlikteliği yansıtıyordu ona göre. Oysa biz farklı kimlikler, Anadolu Bozkır’ında kendiliğinden açmış, yabani ve çoğul bitki örtüsüydük.
Ve fakat hâlâ en geçerli (belki de en kolay) betimleme yolu mozaik. Dizinin senarist ve yönetmeni Berkun Oya da biraz kolaya kaçmış. Aslında mozaik deyip geçmemek lazım; Zeugma da mozaik. Ancak burada, yoksul evlerin avlusunu beton görüntüsünden kurtarmak için yapılan türde olmuş sanki. Farklı renklerde taşlar özen ve kreatiflik kaygısı gözetilmeden karşı karşıya konarak kontrast yakalanmaya çalışılmış.
Meryem, Peri’nin karşısında, Sinan’ın yanında Gülbin ile gölgeleri çakışıyor, Melisa ile gıyaben tanışıyorlar. Maskeli baloda sadece iki sahici karakter var ve bunlar aynı zamanda Molla Kasım misyonu üstleniyor. Meryem ve Melisa, mahalledekileri maskeyi çıkarmaya zorluyor.
Meryem’in cahil resmedildiğini öne sürerek itiraz eden başörtülüler varmış diye duydum. Onlar kendi cahilliklerine yansın; Meryem, zekayla harmanlanmış saflıkla her iki mahallenin de temellerini sarsıyor. Melisa ise şöhret ve paranın sağladığı özgüvenle konuşuyor. Dobra ve gerçekleri sert bir odun gibi muhatabının kafasına kafasına vuruyor.
Berkun Oya, sokak ağzıyla söyleyecek olursak ters manyelle işe başlıyor. Toplumdaki sorunları üniforma gibi birer karaktere giydiriyor. Doğal olarak bunlar diziye negatif kahramanlar halinde giriş yapıyor. Her biri temsil ettiği kimlik ve sosyal katmanın bütün kötülüklerini taşıyor. Sinan çapkın, zengin, züppe ve boş teneke; hepsi bir arada. Peri; özentili, yaşadığı toplumdan kopuk bir faşist. Gülan sonradan görme, uzlaşma bilmeyen yobaz. Gülbin birkaç maskeyi üst üste takan kimliksiz ve korkak. Yasin, şiddeti yaşam tarzı haline getirmiş kenar mahalle sert abisi. Liste böylece uzayıp gidiyor.
Çok şükür ki sonunda hepsi ‘hidayet’e eriyor ve bir Yeşilçam geleneği olarak mutlu son. Sihirli değnek tek tek hepsine dokunuyor ve mucize gerçekleşiyor. Negatifi zamana yaydığı için hazmı görece kolaydı; pozitif ise damdan düşer gibi geldi. Küçük İsmail bir anda konuşmaya başladı; üç intiharlı annesi Ruhiye, rahmetli Haluk Savaş’ın tedavisinden geçmişçesine hayata döndü. Yasin’in yufka yüreği içimizi burktu; lüks arabasının camına vuran dilenci kızla irkilen Gülan’la biz de kendimize geldik. Tecavüzcüye bile neredeyse acıyacaktık. Birazdan beyaz sakallı amca çıkıp nasihat edecek sandım.
“Neden hiç hocadan bahsetmedin?” dediğinizi duyuyorum. Elbette çeperlerini kıran ve özgürleşip, bireyleşen bir Hocaefendi olmasa eksik kalırdı mesaj. Müritlerin uçurmasından mutlu olmayan ve kaçarak kendini bulan Ali Sadi Hoca… Normalde yavrular ebeveynlerden öğrenir uçmayı, hoca ise kızı Hayrunnisa’dan cesaret aldı. Ne Yasin’in uçurduğu kadar vardı ne de Peri’nin küçümsediği kadar.
Dizi nasıl böylesine tutuldu, konuşuldu ve izlendi? Hem de Netflix büyük bir öngörüsüzlükle neredeyse kerhen yayınlamış olmasına rağmen. Abartılı mesaj yüklemesi yüzünden neredeyse absürt komedi sınırına yaklaşan senaryoyu da üstüne koyun. Öncelikle mekan ve kostümler çok iyiydi. Hayatı fazlasıyla göz önünde yaşayan Sinan ve Peri’yi gözlemlemek, giydirmek kolay. Meryem ve Hayrunnisa’nin büzgülü eşofmanı, ayaktaki terlik, evlerdeki eşyalar çok gerçeğe uygundu. Başta söylediğim gibi oyuncuların neredeyse tamamı çok iyiydi. Ayrıca her karakterde tanıdığımız birinin izini gördük. Şu Hilmi, kayınçoya ne kadar benziyor, Yasin komşumuzu andırıyor, Peri üniversitede bir selamı bile çok gören Karşıyakalı kendini beğenmiş sınıf arkadaşı…
Pekala dizi kaç kişiye ben Gülan’ım, Sinan’ım, Ruhiye’yim, Yasin’im dedirtti? Herhalde çok az. Bence en başarısız tarafı buydu. Toplumsal çözümleme çabasıyla bu şansı ıskaladı. Kimse oradaki biriyle özdeşleşmedi, tam tersine çevresine rol dağıttı. Ve herkes şimdi Peri’nin kendisiyle yüzleşip doğru yola gelmesini beklemeye koyuldu.
Karakterlere bu kadar negatif yükleme yapılmasa empati mümkün olabilirdi. O zaman belki konuşmamanın, kendi korunaklı surlarımızın içinde yaşamayı tercih edişimizin sorunun kaynağı olduğu kolayca anlaşılırdı. Korkuların yönlendirdiği hayatların fotoğrafı yazarın amacına daha çok hizmet ederdi. Yasin, zayıf görünmemek için hep bağırıyordu. Peri, anlamaktan ve hatta anlaşılmaktan korktuğu için surlarına yaklaşanı fark ettiğinde sözü bitiriyordu. Ali Sadi Hoca, her şeyi bilen rehber elbisesinin kendisine büyük geldiğini görüyor ama Yasinleri hayal kırıklığına uğratmamak için rolüne devam ediyordu. Konuşma korkusunun zirvesi ise küçük İsmail’di. Büyüklerin konuşarak sustuğu ortamda o gerçekten susmayı seçmişti.