15 Temmuz 2016’dan sonra ilan edilen OHAL döneminde tutuklanan ve cezaevine konulan gazeteci Yonca Kaya Şahin suskunluğunu bozdu. 28 Şubat döneminde başörtüsü nedeniyle hak mahrumiyeti yaşayan Şahin 20 yıl sonra çıplak arama dahil birçok kötü muameleye uğradı.
Şahin, “Yine de anlatmak istedim, bu çığlığa ben de varım diyerek katkıda bulunmak istedim.” sözleriyle sesini duyurmaya çalıştı.28 Şubat soğuğunun üşüttüğü zamanlardı… İstanbul’da okuduğum üniversiteden Konya’ya yatay geçiş yapmıştım. Kayıt işlemleri için annem ve babamla okula gittik. Nizamiye kapısından bir uyarıyla karşılaşmadan geçtik. Fen-Edebiyat Fakültesi binasına kadarmış saadetimiz. Binadan içeri girecekken güvenlik görevlisi önümüze dikildi, başörtüsüyle içeri giremeyeceğimi söyledi. Daha kayıt işlemlerini tamamlamamışım, oranın öğrencisi bile değilim henüz. Görevliye sadece öğrenci işlerine gitmek istediğimi anlatmaya çalıştıysam da olmadı…Annem, babam ve ben fakülte kapısında kalakaldık öyle. Babam zorlandığımı fark edince gözleri nemli uzaklaştı yanımızdan, çünkü onun yanında açamazdım başımı… Babam biraz uzaklaşınca, annem “hadi kızım, “sen değil, bunu size reva görenler utansın” dedi.
28 ŞUBAT’TAN 20 YIL SONRA
Zalimdi 28 Şubatçılar. Zulmetmişlerdi o gün bize…. Gün oldu, devran döndü, o günün mağdurları olduklarını iddia edenler iktidara geldiler. 28 Şubatçılara rahmet okutacak kadar zulümde ileri gideceklerini kimse tahmin edemezdi.
20 yıl sonra yine bir Şubat günü, trafik kontrolü esnasında hakkımda yakalama kararı olduğu gerekçesiyle küçük bir ilçenin emniyetinde gözaltına alındım. Emniyette kadın polis bile yoktu, arayıp kadın polis getirtmeye çalıştılar. Bin bir nazla, niyazla birkaç saat sonra gelecekti kadın polis. Beni yerin birkaç kat altındaki o karanlık, ıssız ve soğuk nezarethaneye indirdiler… Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir kadın polis geldi, kendini tanıttı ve minicik bir deliği işaret ederek orada kamera olduğunu, ihtiyacım olduğu zaman el sallarsam beni göreceğini söyledi. Gidecekti ki başımdaki şalı çıkarmamı istedi. Yapmayacağımı söyleyince ikna etmeye çalıştı önce, sonra tehdit etti. “Yapamam” dedim. Beni orada kimsenin göremeyeceğini söyledi. Ben de ona zaten çok zor bir durumda olduğumu anlatmaya çalıştım ve durumu daha fazla zorlaştırmamasını rica ettim. Halime acımış olacak ki ikna yoluna döndü, başka polisi arayıp başımdaki şalı alması gerektiğine dair destek bulmaya çalıştı. Karşısındakinden yeteri kadar destek bulamadığını ses tonundan anladım. Sonra ailemin yukarıda olduğunu, onlardan daha küçük bir başörtüsü isteyebileceğimi söyledi. Bu arada ailem emniyete gelmiş, onlara yüz yüze görüştüremeyeceklerini söylemişler, ısrar edilince beni kameradan göstermişler. Annem beni izlerken bir sorun olduğunu anlamış ve sormuş. Başımdaki şalı çıkartmam gerektiği, küçük bir başörtüsü verebilecekleri söylenince annem, eşarbının altına “iç örtüsü” dediğimiz küçük beyaz tülbentini çıkarmış ve bu olur mu diye sormuş, kabul edince onu getirdiler bana… Başımdaki örtüye ikinci kez el uzattılar 20 yıl sonra… Şalı çıkarıp polise verdim ve annemin beyaz tülbentini örttüm başıma. Yüzü hafızama kazınmasın diye yüzüne dikkatle bakmadığım kadın polis yarı muzaffer gitti.“Nezarette geçirilen bir gece insan ömrünün bir yılına tekabül eder” desem kimine abartı gelir belki. Ama benim ömrümden bir yıl gitmişti o gecenin sabahında…
Bir savcının karşısına çıkardılar önce, sorular sordu, cevap verdim. Yazdığım yazıların başlıklarını okudu, bunları sen mi yazdın diye sordu. Bazılarını hatırlayamadım, hatırladıklarımı söyledim. Bir yazımı okudu yüzüme. Daha önce radyolarda, televizyonlarda okunmuştu yazılarım, mahkeme salonunda okundu bu sefer. Suç isnadı yapılan yazının biri kurmaca hikâyeydi oysa, Suriyelilerin mağduriyetlerini anlattığım…
HADİ BAŞTAN ALALIM…
Savcıydı, hâkimdi derken akşamında Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu önünde buldum kendimi… Ehliyet almak dışında emniyet, ‘sabıka kaydı yoktur belgesi’ almak dışında adliye görmemiş biri olarak 24 saat içinde emniyet, nezarethane, adliye, savcı sorgusu, mahkeme salonu, hâkim, polis arabasıyla cezaevi yolu ve nihayetinde cezaevi gördüm.
Hava ayaz, buz kesti her yanım. İçimi donduranla dışımı donduran aynı soğuk değildi… Nizamiyedeki işlemlerden sonra içeri aldılar. Nerede olduğumun farkında değildim herhalde. “Otur” dediler oturdum, “şuraya bak fotoğraf çekeceğiz” dediler baktım, “olmamış, bir daha çekeceğiz” dediler, “parmaklarını şuraya koy, parmak izini alacağız” dediler koydum… Tek tek bütün parmaklarımın izini aldılar, bir ara uyuşmuşum herhalde, parmaklarımdaki izi okuyamadı makine… Hadi baştan alalım dediler.
Sonra “şu odaya geç” dedi biri, vardiya baş memuruymuş, sonradan öğrendim… Eliyle karşıdaki bir odayı işaret etti başına lacivert şal takmış gardiyan… Yürüyen bir et yığınıyım, kesseler kanım akmaz, o kadar cansız, o kadar ruhsuz. Dedikleri odaya geçtim. “Başını aç” dedi memur, “Nasıl yani,” dedim, “neden?” “Prosedür böyle, bakacağız…”
Sosyal medyada çıplak arama, taciz ve işkence ile ilgili paylaşımları görünce ben o geceyi tekrar yaşadım. İçim o anki gibi buz kesti, elim ayağım titredi ve canımdan can gitti yine. Sonra Özlem Zengin’in “çıplak arama olduğuna inanmıyorum” açıklamasını okudum. O gece, o odada ağlayamadım ama Zengin Hanım’ın reddiyesini okuyunca bağıra bağıra ağlamak istedim. Anlatmak istedim… Oysa ben onları unutmak istemiştim, hiç hatırlamamak… Anlatmadım o yüzden kimseye, eşime bile anlatamadım. Kız kardeşlerimle konuşmadım, dostlarımla konuşamadım. Anneme de anlatamadım… 28 Şubatçılar başımdaki örtüye el uzatırken annem yanımdaydı, o gün ona dayandım, ondan güç aldım. Ama 20 yıl sonraki şubatta, o ürpertici soğuk gecede annem de yoktu yakınımda… Yapayalnızdım… Ama Allah şahitti… Özlem Hanım’a delil olarak yeter mi bilmiyorum ama Allah şahitti.
Başörtümü çıkarmak istemeyince memur, sükunetle yapılanın prosedür olduğunu, bulunduğumuz odada kamera olmadığını anlattı. Gevşettim başımdaki örtüyü, elleriyle aradı saçımın içini. Sonra üstümü çıkarmamı istedi, ceketim vardı üzerimde, çıkardım. “Kazağını da…” Çıkardım. “Atletini de…” “Hayır” dedim, “yapamam.” “İç çamaşırını da çıkaracaksın…”
‘PEKİ’ DEDİM, SONRA…
O kadar utandım ki, onlar bile utandı belki yaptıklarından, bilmiyorum. Yapılanın mecburiyetine, prosedüre ikna etmeye çalıştılar. Yapamazdım, yapamadım… “Kazağını giy o zaman, ellerimle yoklayacağım!” “Peki” dedim… Sonra “Pantolonunu çıkar!” Ne arıyorsunuz yahu, pantolonumun altında ne saklayabilirim… Kazağım uzun neyse ki diyen iç sesime dayandım, çıkardım. Sonra “İç çamaşırını çıkar” diyen emir tonlu bir ses daha. Midem bulanıyor, beynim zonkluyor. Nerede olduğumun farkında olamayacak kadar kendimde değilim. Neredeyim, neler yaşadım, yaşıyorum? Bu insanlar kim, neden benden bunları istiyorlar? “Çıkar dedim çamaşırını” diyen sesin tonu gittikçe sertleşiyor. Ve yer yarılsa da içine girsem dediğim an…“Çıkar çamaşırını, otur, kalk, otur, öksür, bir daha öksür, kalk… Tamam giyin şimdi…”
Zordu bunları yazmak, anlatmak. Değil eşine dostuna, insan bazen kendine bile anlatamaz bazı şeyleri. Öyleydi bu da. İçimin karanlık dehlizlerine gömmeyi seçmiştim. Şimdi bile yazarken beynim zonkluyor, ellerim titriyor, yüzüm uyuşuyor… Hâlâ utanıyorum. Oysa -anlatamayız biz nasılsa- diye pervasızca yapılmaya devam ediyor kötülükler. Biliyorum, İbn-i Sina haklı, “Kimse görmek istemeyen kadar kör olamaz.” Yine de anlatmak istedim, bu çığlığa “ben de varım” diyerek katkıda bulunmak istedim.