HAFTANIN YORUMU
Ülkemizde gerçek anlamda bir paranoya yaşanıyor. Muhalifler, gammazlamıyor, Siyasal İslamcılar tarafından. İnsanlar, ihbar ediliyor ev sahipleri ve komşulara tarafından…
Farklı kavimlere ve kabilelere oksijen olan Anadolu, Patagonya Cumhuriyetine çevrildi adeta…Yaşanan zulüm ve baskıları ancak Minyeli’nin romanı anlatır.
Bildiği gibi, Minyeli Abdullah kitabıyla, muhafazakâr kesimi romanla barıştıran ve buluşturan Hekimoğlu İsmail’in özellikle iki eseri benim için çok anlamlı: Minyeli Abdullah ve Derdimi Seviyorum.
Hekimoğlu’nun ilk kitabı; ‘Minyeli’yi, ortaokul yıllarımda okumuştum.
CHP eski Milletvekili sanatçı Berhan Şimşek’in hakkını vererek başrolde oynadığı bu filim, sınıf arkadaşım, Minyeli’nin adını taşıyan dostum Abdullah ile Emek Sineması’nda ağlatan ilk eser.
Yazara olan sevgimi ve başroldeki Şimşek’e karşı ilgimi bu eser tetikledi diyebilirim.
Aradan yıllar geçse de, maalesef inananlara karşı yapılan zulüm ve iftiralar fazlasıyla güzel yurdumda her gün daha da katmerleşerek devam ediyor.
Şimdilerde yaşanan baskı ve baskınlar, Minyeli’nin döneminden daha acımasız ve vicdansız…
Türkiye’de yaşanan insanlık dışı uygulamalardan dolayı, Minyeli’yi bir kez daha izledim. Herkesin de, yeniden bu bakışla izlemesini tavsiye ederim.
Çünkü zor şartlarda okuyup, değişik meslek sahibi olanlar, türlü iftara ve uygulamalar sonucu, cezaevine atılan 17 binden çok anne, 800’e yakın bebek, binlerce farklı meslek ve iş sahibinin yaşadığı dram, Minyeli Abdullah’ın çektiğinden geri kalır tarafı yok.
Şimdi tarihin niye tekerrür ettiğini Minyeli’nin özelinde Türkiye’yi okuyalım.
Filmdeki Abdullah, Mısır Minye’de doğar.
Küçük yaşta babasını kaybeder.
Annesi zor şartlarda okutarak, memur olmasını sağlar.
Ortaokulda son sınıftayken tarih öğretmeniyle kavga eden Minyeli, okulu yarıda bırakıp Kahire’ye gider.
Ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirip su işlerinde memur olur.
Sonra evlenir.
Bu dönemlerde arkadaşlarıyla birlikte ev sohbetleri düzenlerler.
Bu sohbetlerin birinde evlerine bir baskın olur ve Abdullah tutuklanır.
Yaklaşık bir sene cezaevinde kalır.
Hakkında idam kararı çıkartılır ama kralın devrilmesiyle serbest bırakılır.
İngiliz idaresi döneminde Mısır’da yaşanmış olsa da benzer zulümler, Türkiye’de bütün şiddetiyle halen devam ediyor.
Türkiye’de bugün yapılan zulmün, filme konu olan dönemden geri kalır tarafı var mı?
Bir röportajında Hekimoğlu İsmail, Minyeli eserini yazma aşamasında çektiği sancıyı şöyle ifade ediyor; “Ümraniye’nin çöplüğüne gittim.
Çöplüğü dolaştım. Bir yüzü kullanılmış kâğıtları topladım.
Gizli yazıyordum bu romanı.
O devirde öyleydi.
Ailemden bile gizliyordum.
Hanım ve çocuklar uyuyunca, ben kalkıp yazıyordum.
Evvela yazılarımı saklayacak yerlerde hazırlardım.
Mesela helada su rezervinin kapağının altı.
Sonra buzdolabının yan kapağının vidalarını söküyor ve motorun oraya yazıları yerleştirip vidaları yine takıyorum.
Bir de bahçedeki kuyuya iple sarkıtıyordum.”
İşte o zifiri karanlık günlerin halinin romanlaştığı kitapların temelinde, ıstırap olmamış olsaydı okuyucuların üzerinde bu kadar tesir edemezdi galiba.
Yıl 1967.
Sıkıntılı günler…
Cehaletin koyu karanlığı içerisinde; kitap okuyanlara, hayatı anlamak, inandığı gibi yaşamak isteyenlere tahammül yok!
Minyeli kitaplaştı.
Sıkıntıları dile getirdi ve milyonların duygularına tercüman oldu.
Yıl 1987…
Minyeli Abdullah yasaklandı.
Yazarı yargılandı.
Bir yıl sonra beraat etti. Ona olan ilgi, yıldan yıla katlanarak arttı.
Ülkemizde en çok baskı yapan, en çok okunan ‘klasiklerden’ oldu.
Filmi yapıldı, gişe rekorları kırdı.
O günlerden bugüne nice on yıllar geçti ama zalimde zulüm de bitmedi.
Sadece yüz ve adres değiştirdi. Çobanyıldızı, sabahın yaklaştığını gösterir.
Güneşin doğmasına çok zaman var ama o yıldız müjde verir ‘sabah oldu’ diye.
Dertler, sıkıntılar, ıstıraplar, hayatın acı gerçekleridir.
Dünyanın harap ettiği ruhumuz çile merhemiyle tedaviyi gerektiriyor.
Adeta ümidin tükendiği, gözlerde fer, dizlerde dermanın kalmadığı bir zaman diliminde yine Hekimoğlu İsmail, “Derdimi Seviyorum” eseriyle adeta imdada koştu.
Herkes derdinden şikâyetçiydi, o derdini seviyordu veya sevdiriyordu.
Hekimoğlu şöyle diyor; ”Bahçenin suyunu kestiler, çiçekler soldu, meyveler döküldü ve yapraklar sarardı, dünya dikenlere kaldı. Kapının önüne gül diktim, sarmaşık ektim, gelip geçenlerin içi açılsın diye, insanlar gülleri kopardı.
Hayvanlar sarmaşıkları yedi, geriye yine dikenler kaldı. Mahsul bol mu, boldu, bir gün, bir sam yeli esti, yapraklar sapsarı oldu, meyveler buruştu, dikenler bayram ediyordu. Yeşil yaprakların hepsi gitti, geriye sadece dikenler kalmıştı.
Yeşile düşman olanlar, dikenlere dost olmuştu. Yemyeşil kültürümüzü sam yeli aldı, son kalanları da kuzey rüzgârları dondurdu, dünya dikenlere kalmıştı.
Anladım ki “Derdimi sevmek”le işe başlamalıyım.
Birdenbire iç dünyamı bir çığlık dolaştı: ‘Çilesini çekmediğin şey senin değildir!’ dedi.”
Evet, Hekimoğlu’nun enfes dillendirdiği gibi; bundan yıllar önce çile çeken, bu uğurda ruhunun ufkuna yürüyen Seyyid Kutup’a özür diletmeye çalışan Cemal Abdülnasırla, günümüzde Türkiye’de kendine muhalif olanlara karşı akla hayale gelmedik baskı, baskın ve zulüm yaşatan ikiyüzlü İslamcılar arasında ne farkı var ki?
Dün Kahire’de Minyeli Abdullah’ın evine baskın düzenleyenlerle, Türkiye’nin dört bir yanında, Sezaryanla doğum yapan kadınları kelepçeleyen, çıplak arayan, ahlaksız ve iffetsiz şekilde cinsel taciz ve işkencelerde bulunanlar arasında ne farkı var ki? e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com