Kendi hür iradesiyle aldığı kararlar yüzünden zarar gören birinin, bundan yakınmaya hakkı olmaz, manasına gelen ‘kendi düşen ağlamaz’ sözünü hepiniz işitmişinizdir.
Bu deyim her ne kadar bir hakikate işaret etse de, doğrusu şu ki, kendi düşen ağlar, hem öyle bir ağlar ki, feryatları her yerden duyulur. Bu teşbih, malasef günümüz Türkiyesinin içinde bulunduğu durumu çok iyi ifade ediyor. Hukuk ve demokrasinin hak ile yeksan olduğu, ekonominin tamamen çökme noktasına geldiği, zulüm ve haksızlıkların zirve yaptığı, insanların sokaklarda açım diye feryad ettiği bir ülkenin bu hale gelmesinde en büyük rolü oynayan toplumun ta kendisidir. Kendi düştü ve bugün ağlıyor.
Çünkü, Erdoğan rejiminin dengesiz bir güç ve yetkiyi ele geçirmesinde baş sorumlu halk ve seçmendir. Halk derken, sadece yandaş seçmenleri kastetmiyorum, ülkenin bu duruma gelmesinde yandaşlar kadar muhaliflerin de suçu var, çünkü birileri anayasayı ayaklar altında alıp, medyayı sustururken, hakim, savcı, avukat, akademisyen, gazeteci demeden, önüne geleni tuttuklatıp mahkemelerde müebbet gibi akıl almaz cezalar yağdırttırırken, diğerleri, zulüm bizim mahelleye yapılmıyor, kapatılan gazete bizim değil, çökülen kanal bizim kesime ait değil mülahazalarıyla sustular, hatta bir çoğu oh olsun bile dediler. Mahallecilik duyguları benliklerini o kadar kuşatmıştı ki, 17/25’de yapılan yolsuzlukları yarım ağızla, muhalefet olsun diye dile getirirken bile, operasyonu yapan ve bugün sadece görevlerini yerine getirdikleri için zindanlarda süründürülen polislerin hakkını bir cümleyle olsun savunmadılar. 15 Temmuz kontrollü bir darbeydi derken, masum insanlara da örgüt demeyi ihmal etmediler, işkence görmelerine, ölüme terk edilmelerine, evlatlarından koparılmalarına göz yumdular.
Halbuki halen farkına var(a)madıkları bir gerçek var, ideal bir devlet, tüm halkını temsil eden bir tüzel kişi gibidir. Toplumun bireyleri ise bu tüzel kişinin uzuvları mesabesindedirler. Dolayısıyla, uzuvlardan her hangi birine gelecek zarar, aslında bütün vücudu, yani devlet denilen bünyeyi etkileyecektir. Örneğin, bu bedendeki bir el zarar gördüğünde, diğer elin yardımına koşması, ayak tökezlediğinde, diğer uzuvların ona desek olması gerekirken, bizim toplumumuzda, “yaa ne olacak sağ eli kestiler, bizi etkilemez”, veya “sol gözü oydular bizi ilgilendirmez” gibi mantıken açıklanması çok zor bir anlayış mevcut.
Bu mantık rejimin ekmeğine yağ sürüyor çünkü iktidar ve ortakları toplumun vifak ve ittifak halinde olma ihtimalinden bile büyük endişe duyuyor, bu nedenle kutuplaştırma faaliyetlerine israrla ve sinsice devam ediyorlar.
Adem Yavuz Arslan’ın bir YouTube programında bahsettiği gibi, bugün Türkiye Cumhuriyeti, parlemento veya meşru bir iktidar tarafından değil, aralarında çıkar ittifakı kurmuş üç suç çetesi tarafından yönetiliyor ve toplumun bin yıllık bir gelenek olarak kudsiyet atfettiği devlet isimli tüzel bedeni sömürüp bitirmekteler.
İşin garip tarafı, devlet dediğimiz bu şahsi manevinin tüm uzuvları, bedenini sürekli kemiren ve zayıf düşüren, bağışıklık sistemini her türlü maraza karşı savunmasız hale getiren bu üç başlı çeteye karşı, birbirine destek olup, ittifak halinde bünyenin tekrar sağlığına kavuşması için gayret göstereceğine, halen başka yerde suçlu aramakta, zalimi değil mazlumu suçlamaktadır. Dolayısıyla, bugün Türkiye’nin istikbalini tehdit eden en büyük maraz nifak ve ihtilaftır. Ne yazık ki vatandaş, büyük çoğunlukla, bir süredir algı operasyonlarıyla yönetilip, gerçek yüzlerini din ve milliyetçilik maskeleriyle gizleyen gulyabaniler tarafından aldatılmaktır.
Ne kadar faydası olur bilemem ama biz yine de buradan tekrar bir hatırlatma yapalım. Bu hatırlama özellikle milliyetçi ve dindar kesime gelsin. Arkadaşlar, bugün Türkiye’yi yöneten iktidar ne millidir, ne de dinidir, şahsi çıkarlarından başka birşey düşünmeyen, paranın renginden başka renk tanımayan ceberut bir zihniyettir. Evet, devleti elinde tutan bu üçlü ittifakın, ne milli, ne manevi değerlere, ne de ülke insanına zerre kadar saygısı ve sevgisi yoktur.
İktidarın büyük ortağı, bazılarının değimiyle İslamcı falan değildir, tam aksine İslam’ın tüm değerlerini çiğnemiş, milyonlarca insanı dinden soğutmuş, ehli dünya ve ehli nifakı temsil eden bir güruhtur. Bunlara İslamcı diyen arkadaşlar, bu terimi kullanmakta ısrar ederek kendileri daha entellektüel mi hissediyorlar bilemem ama, bu kelimenin etimolojisini araştırmalarını tavsiye ederim. Dilimize batıdan giren İslamcı kelimesinin orjinali İslamist sözcüğüdür. Bu sözcük ortaçağlardan beri batılılar tarafında genel manada Müslümanlar için kullanılmıştır. 1900’lerden itiraben manada bir değişiklik olmuş ve İslami bilimlerde uzman olan ulema veya Müslüman bilim insanları için kullanılmaya başlanmış. 1980’lerden itibaren de, tekrar anlam değişikliği yaşamış, radikal ve siyasal İslamcılar için kullanılmaya başlanmış. Dolayısıya İslamcı teriminin hiçbir versiyonu bu iktidar için kullanılamaz çünkü İslam dininin tüm değerlerini ayaklar altına alan, sadece saltanatının devamı için bir aparat olarak kullanan bu rejim radikal İslamcı bile olamaz.
Küçük iktidarı anlatmaya bile gerek yok, çünkü Uygur Türklerine yapılan zulümlere bile gıkını çıkaramayan, üzerine siyasi kılıf geçirilmiş suç örgütünden başka bir şey olmadığını artık cümle alem biliyor.
Bu üç saç ayağından oluşan ittifakın üçüncü ve gayri resmi ortağı ise, döneme göre şekil değiştiren, yeri gelince komunist, yeri gelince APO’cu, yeri gelince ulusalcı ve Atatürkçü, yeri gelince Çin’ci olan, konjektüre göre şekil değiştiren, bukalemun tabiatlı derin çete.
Uzun lafın kısası, bugün Türkiye’nin istikbali bahsi geçen çetelerin elinde. Ne yazık ki toplum, özellikle son altı yıldır, bu çetelerin tuzağına düşmüş, ağlarına takılmış, iftiralarına inanmış ve bir dönem dünyanın incisi olma yolunda kararlı adımlar atan cennet vatanı elbirliğiyle cehenneme çevirmiştir.
Aslında ülkeyi bu gidişattan kurtarmanın bir yolu var; susmamak, konuşmak, hakkı söylemek, masumu savunmak. Zulüm üzerine kurulan rejimlerin en büyük korkusu, korkusuz insanlardır. Bu ülkenin geleceği için toplumun her kesimi, Türkiye’nin, Türküyle, Kürdüyle, Alevisiyle, Sünnisiyle bir şahsi manevi olduğuna, yani tek vücut olduğuna inanmalı ve çok geç olmadan bu inancı teoriden pratiğe geçirmelidir.