MAHMUT AKPINAR-TR724.COM
31 Mart 1909 II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, çoğunluğu pozitivist, materyalist İttihatçıların iktidarı devralmasıyla ülke yeni bir kavramla tanıştı: İrtica! Yasalarda hiçbir zaman tanımı yapılmamış, sınırları belli olmayan bu kaypak kelime 100 yıl boyunca statükonun toplumu dizayn etmesi, dindar insanları tasfiye edip hayatın dışına atması için etkili oldu. Diğer muhalifler için başka kavramlar devreye sokuldu ise de en uzun ve yaygın kullanılan “irtica” oldu. Statüko belirli aralıklarla TSK eliyle ülkeye balans ayarları yaptı. Silahlı kuvvetler hemen bütün Ortadoğu’da post kolonyal dönemde emperyalist ülkelerin emanetçisi misyonunu üstlenmiş, içinden çıktığı topluma/devlete açık-örtülü müdahale etmiştir.
Tek Parti döneminde bu “ayar”ı CHP ve tek adamlar verdi. 1960, 1971, 1980 gibi darbe ve muhtıra dönemlerinde kendisini “sistemin sahibi” ve “laikliğin koruyucusu” gören TSK, eğitimli dindar insanlar başta olmak muhalif kesimleri hayatın önemli noktalarından tasfiye etti, statüko lehine dengeleri yeniden kurdu. Bu ayar vermelerin en önemlilerinden birisi de 28 Şubat süreci idi. Bizzat devreye girmesinin kurumu yıprattığını ve halk nezdinde demokrasi karşıtı görüldüğünü anlayan TSK bu defa yönetime el koyma gereği duymadı. Geri planda kalarak, MGK üzerinden siyaset, medya, yargı, bürokrasi, toplum üzerinde baskı kurarak post modern bir darbe yaptı. 28 Şubatta TSK ve ona hükmeden statüko daha soft, daha farklı ama asimetrik yöntemler uyguladı.
TSK merkezli Batı Çalışma Grubu memurları, esnafları fişledi. Dini bir grupla bağlantılıları, anası-bacısı örtülü olanları tasnif etti. Başta TSK olmak üzere fişlenen insanları hayatın önemli alanlarından tasfiye etmek için sistemi zorladı. Çok sayıda insanı mağdur etmelerine, özellikle TSK’dan “anası, bacısı örtülü” diye çok insanı atmalarına rağmen, dindar ve eğitimli kitleyi istedikleri gibi kazıyamadılar. Çünkü TSK’nin demokrasiye, hukuka, sosyal hayata müdahalesi kabul görmedi. CHP’liler, laikçiler Cumhuriyet mitingleri yapsalar, “TSK göreve!” dövizleri taşısalar, sistem güdümünde çalışan elitler, kullanışlı medya destek olsa da yapılanlar eleştirildi, TSK’nın yıpranmasına neden oldu. Ayrıca medya bu kadar denetim altına alınmadığı, hukuk iktidarın tamamen köpeği olmadığı için çelişkiler, hukuksuzluklar, zulümler gündem olabiliyordu. Sistemden geçinenler hariç 28 Şubat’a toplum tepki verdi.
28 Şubat’ın en ateşli yıllarında Anadolu’nun küçük bir ilinde eğitim hizmetleriyle meşgul oluyordum. Şehirde çok fazla öğrenci vardı ama öğrencilere mekanlar hazırlayacak kadar esnaf, imkan yoktu. 28 Şubat’ın soğuk iklimine rağmen mütedeyyin insanlar güvenli bir ortamda kalsın diye kız-erkek çocuklarını bize emanet ediyor, akın akın öğrenci geliyordu. İnsana sahip çıkmanın önemini anlayan eğitimli ve varlıklı birkaç insan yurt olsun diye binalarını tahsis etmişti, ama yetmiyordu. Gençleri dışarıda bırakmamak, imkan hazırlamak için şehirde birkaç ayrı yurt daha açmaya soyunduk. Binaları tuttuk. Resmi prosedürleri başlattık. İmkanımız olmadığı için şehir şehir, kişi kişi dolaşıp yurtları tefriş etmeye çalıştık. Büyük, varlıklı şehirlerin depolarına gittik ve onların kenara attığı, kullanılmış, birbirine uymayan yataklardan ranzalardan kamyonlara doldurup getirdik. Okullar açılmadan yurtların resmiyetini halletmek istiyorduk. Valiliği, Milli Eğitimi yol yapıyorduk amsa ama işler ilerlemiyordu. Adeta bize her yer duvardı. Bütün çabamıza rağmen yol alamayınca öğrencileri yurtlara doldurduk, fiilen açtık. Zira okullar başlamıştı.
Şehrin hali 28 Şubat döneminin özeti gibiydi. Belediye başkanı CHP’liydi ve militan laikti. Daha 28 Şubat olmadan “Ben bu şehirde falancılara kurum açtırmam!” deyip bir yurt binasını dozerle yıktırmıştı. Yeğeni Cumhuriyet muhabiriydi. İkisi bir olup “irtica” deyip dolanıyor, bize hakaret edip hareket alanı bırakmıyorlardı. Daha sonra Aleviler için sembolik öneme sahip memleketinde CHP’den belediye başkanı olan Tugay komutanı ise nefes aldırmıyordu. Valinin, bürokratların tırstığı, lokantacıdan, sağlık memuruna kadar herkese müdahale eden militan bir laikçiydi. O dönem en çok insan atan bir 28 Şubat paşasıydı. (Genellemiyorum, ama CHP ve Alevi vurgusunu mevcut AKP zihniyetini doğuran tavırlarıyla yüzleşmeleri ve empati yapmaları için yaptım). Güya Refah-Yol iktidarı vardı ama TSK ve laikçiler her alanı domine ediyor, demokrasi, hukuk, anayasa, yasa dinlemiyorlardı. Köyde çobanlık yapan, şehirde amele olan dindarla, eğitimsiz ve örtülü kadınlarla problemleri yoktu. Onların en büyük düşmanı dindar ama eğitimli kesimdi. Anadolu çocukları için okullar-yurtlar açan, onları kırsalda toplayıp hayatın önemli noktalarına taşıyan Cemaat idi.
Yurdu açtık, ama resmiyetimiz eksikti, ruhsatımız yoktu. Valiyle, milli eğitim müdürüyle, milletvekilleriyle vb. görüştü isek de, çözüm olmadı. O dönem bütün yargıçlar, bürokratlar, siyasetçiler Çevik Bir’den nasıl korkuyor idiyse, şehirde hatta çevre illerde herkes Tugay Komutanı denince siniyordu. Vali ve diğer bürokratlar acziyet ve mahcubiyet içinde bir şey yapamayacaklarını söylediler, ama öğrencilerin sokakta kalmalarına da gönülleri razı olmuyordu. Zira şehirde öğrenciler için barınma sıkıntısı vardı. Anlayışla karşılamamızı söyleyerek süre verdiler ve yurdu lütfen boşaltın dediler. Ama 28 Şubat’ın en sert geçtiği, radikal bir 28 Şubat komiserine sahip şehirde bir öğrenci karakola gitmedi, yurt yöneticileri dahil kimse tutuklanmadı.
Sanırım bir yıl sonra idi. Bu defa her görüşten (solcu, milliyetçi, dindar vb) şehrin önde gelenlerinin katkısıyla bir özel ilköğretim okulu açmak istedik. Yıllarca ABD’de kalmış, insanın ve eğitimin önemini bilen bir profesör (vefat etti, Allah rahmet eylesin) memleketi olan şehirde yaptırdığı binasını bu okul için bize tahsis etti. Kira da almayacağını söyledi. Okul açacaktık ama belediye başkanı ve tugay komutanı en büyük korkumuzdu. Nitekim her ikisi de bu niyetimizi öğrenince haber gönderiyor “Asla böyle bir şeye tevessül etmesinler, engelleriz!” diyorlardı. Biz ise kararlıydık. Okul açmanın resmi prosedürlerini öğrendik. İskanı olan bir bina için belediyeden izin almak gerekmiyordu. İzin ve onay makamı Milli Eğitim Bakanlığı idi. Toz kaldırmadan bakanlığa başvurularımızı yaptık. Bu arada renkli mütevellimizle emsal okullara gidiyor, okul için eşya ve tecrübeli, başarılı öğretmen bakıyorduk. Bütün bunları ciddi bir gizlilik içinde yapıyorduk. Tugay komutanı ve belediye başkanı Cemaatle hiç ilgisi olmayan ama okul için koşturan eşraftan insanlara haber gönderiyor, “Kendilerine zarar verirler!” diye tehdit ediyordu. O dönem hukuk ve demokrasi bugünkü kadar tahrip edilmediği, tam bir korku devleti kurulamadığı için insanlar dik duruyor, geri adım atmıyordu
Bakanlık müfettişi geldi ve okullar açılmadan incelemelerini yaptı, onayımızı verdi. Okullar açıldıktan 2-3 gün sonra açılışımızı yaptık. Ertesi gün Cumhuriyet’e manşet olduk. Aynı zamanda belediye başkanı tam eğitim esnasında bir grup zabıtayı okula gönderdi. Kovboylar misali okula dalan belediye zabıtaları bir şeyler söyleyip giriş kapısına mühür vurdular. “Memur beyler kapıya mühür vurdunuz ama içerde öğretmenler çocuklar var bunlar nasıl çıkacak!” dedi isek de, mühür kırılırsa cezası şöyle, diye korku salıp gittiler. Okul kapısının iki yakasına çekilmiş bir ip ve ortasında bir mühür vardı. Çocuklara, öğretmenlere tembih ederek bel hizasında olan mühre zarar vermeyin dedik. Arka kapıdan girip çıkmaya başladık ve eğitime devam ettik. İlkokul 1-2 ve 3. sınıfta olan çocuklara hakim olmak mümkün olmadı ve mühür kırıldı. Bunun üzerine belediye başkanı bizi mührü kırmaktan mahkemeye verdi. Okulun yolu topraktı yaptırmayarak komşuları da cezalandırdı. Komutan ve belediye başkanı velilere haberler gönderdi, çocuklarını almaları için tehdit etti. Tanıdıkları sol görüşlü öğretmenler vardı onlara baskı uyguladılar. Ama 28 Şubat ortamında kimse o baskılara boyun eğmedi. Belediye başkanının açtığı dava yaşlıca, seküler, çılgın tarafları olan bir hakime düştü. Aleyhimize karar vereceğinden endişeliydik. Komutan ve belediye başkanı hakimi de etkilemeye çalıştılar. Ama hakim, “Adamlar şehre okul kazandırıyor, eğitime katkı sunuyorlar siz de kalkıp bunu engelliyorsunuz” diye lehimize karar verdi.
28 Şubat dönemi 2000’lere kadar devam etti ve AKP’nin iktidara gelmesinde etkili oldu. Bu dönemde yargı mensupları gruplar halinde Genelkurmay salonlarında laiklik brifingleri aldılar, fişlendiler, ama yargıçlar hala vicdanıyla karar verebilecek, yasaları uygulayabilecek durumdaydı. Yargıçlar askerlerin istediği kararları vermedi diye linç edilmiyor, binlercesi bir gecede hapislere doldurulmuyordu. Gazeteciler akredite olmadığı için garnizonlara giremiyordu ama gazeteler kapatılıp gazeteciler yazdığı haberler nedeniyle hapsedilmiyordu. Üniversitelerde rektör seçimleri oluyordu, Cumhurbaşkanına ve YÖK’e seçilenler arasından falanı tercih etme diye baskı oluyordu. Tepeden inme, yasalara aykırı şekilde rektör atanmıyordu. Fatih Üniversitesinin 1 yıl öğrenci alması engellenmişti. Ama Erdoğan rejimindeki gibi ne 15 üniversite kapatılmış, ne akademisyenler hapislere tıkılmıştı. Okullar yasalar ve mevzuat gereği sürekli denetleniyor, cemaatin eğitim kurumlarından müfettişler çıkmıyordu. Lakin mevzuat dışında dayatmalarda bulunamıyorlardı.
28 Şubat’ta andıçlama nedeniyle bazı işadamları listelenmişti ama en fazla TSK ihalelerine sokulmuyorlardı. Kimsenin malına çökülmedi, şirketlerine kayyumlar atanmadı. En çok zarar gören kesim dindar ailelerden gelen, anası bacısı örtülü askerlerdi. En fazla karısının-anasının başı açık fotoğrafı isteniyordu. Fetömetre icat etmeyi düşünememişler, boynuzuna altın takılmış kurbanlık fotoğrafı getir ve kendini ispat et saçmalığına savrulmamışlardı. 28 Şubat sürecinin mağdurları binlerle sınırlı kaldı. Bugünkü gibi milyonlara ulaşmadı, yeni doğmuş bebelere kadar dokunmadı. Kimse işkence görmedi, karısıyla çocuklarıyla tehdit edilmedi, yasal haklarına mani olunmadı, cezaevlerinde öldürülmedi. O dönem de güdümlü medya hedef gösterdi, “TSK’ya sızmışlar!”, “şuraya sızmışlar!” diye haberler yaptı. Ama bugün AKP arkasında dizilen muhafazakar kitle o zaman “Helal olsun, harika işler yapmışsınız!” diye takdir ediyordu. Zira o dönemde bu insanlar 28 Şubatçıların kirli iş ve ilişkilerini ifşa ediyordu ve halkın gerçeklerden haberdar olabileceği bir medya vardı. Ülke üzerinde bugünkü gibi mutlak denetim kuramamışlardı.
TSK doğrudan askeri müdahaleler nedeniyle çok yıprandığı için 28 Şubat’ta postmodern bir darbe planladı ve topluma böyle ayar vermek istedi. Ağır ve yaygın bir baskı dönemi yaşandı. Ama devleti ve toplumu arzu ettikleri çizgiye çekemediler. Aksine TSK daha da yıprandı. Kurulu düzenlerine tehdit oluşturan Anadolu’dan çıkan dindar, eğitimli, başarılı nesillerin TSK veya CHP eliyle, seküler etiketli kimselerle biçilemeyeceğini anladılar. Daha farklı bir yol bulmalıydılar. Ağacı kesen baltanın sapı ağaçtan olmalıydı. Ta baştan mı Erdoğan’la anlaştılar, Dolmabahçe’de yapılan gizemli buluşmadan sonra mı emin değilim. Ama statükoya dönmek, devlete, topluma yüzyılın balans ayarını vermek için iyi Kur’an okuyan dindar tanınan birisi lazımdı. Kanaatimce e-muhtıra bu misyona matuf Erdoğan’ı parlatma, tek adam yapma operasyonuydu. 17/25 sonrası statüko ile Erdoğan arasında açık bir ittifak kuruldu. Onlara dini istismar edebilen, din satabilen politik desteği olan bir siyasetçi lazımdı. Erdoğan ise kirli işleri nedeniyle ittifaka mecburdu. Ahmet Altan’ın deyimiyle Hırsızlar ve Katiller bir koalisyon kurdular ve ülkedeki bütün eğitimli, yetişmiş, nitelikli insanları biçtiler. Memlekete yüzyılın balans ayarını yaptılar.
Bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat’ın bin kattı zulüm, adaletsizlik, tasfiye statüko, derin yapılar ve TSK yıpranmadan “İslamcı” bir siyasetçi eliyle yapıldı. İmkanını bulmuşken Kürtler makbul olmayan solcular dahil bütün muhaliflerini kazındı. Zira Erdoğan derin yapılara fatura çıkarmaksızın bu imkanı vermişti. Bu işbirliğiyle TSK’nın, yargının, bürokrasinin, akademyanın… hayatın her alanını yozlaştırdı, içini boşalttılar. Anadolu insanlarını eğitip hayatın içine taşıyan Cemaatin bütün kurumlarına (1200 okul, 15 üniversite, binlerce kurum) çöktüler ve dindarlardan homurtu bile çıkmadı. Zira bu defa sağlam bir taşeron seçmişlerdi. Üzerlerine bir leke sıçramadan hayal dahi edemeyeceklerini başardılar. Öte yandan “dindar”, “İslamcı” etiketiyle ahlaksızlık, hırsızlık, adaletsizlik, kibir gibi kavramları aynı paydada toplayarak dinin içini boşalttılar. Geri kalan cemaatleri, yapıları mutlak denetime aldılar. Gençlerin dine, İslam’a inancını yıktılar. Bir tanıdık, iyi bir üniversitede/bölümde okuyan çocuğunun 24 kişilik sınıfında 22 çocuğun deist ve ateist olduğunu söylüyor.
28 Şubat’çılar Erdoğan’ın taşeronluğunda bin yıl sürecek dedikleri tasfiyeyi 10 yıla sığdırarak ve hayal edemeyecekleri ölçüde gerçekleştirdiler. En acısı bu tasfiyeden, dine, inanca nesillere verilen bu zarardan dindarların hala haberi yok!