Kuzey kutuplarının gurbet akşamlarında, çocukluğumda ağabeyimle harman yerinde yattığımız, yıldızlarla söyleştiğimiz geceleri düşünüyorum.
Buğday saplarından bir deste alıp yatak yapar, sonra da sırt üstü uzanırdık.
Serin yaz gecelerinde, yıldızlarla hasbihâlin hazzı doyumsuz olurdu.
Yıldızlarla konuştuğum o geceleri çok özledim.
En çok da Çoban Yıldızı’nı…
Işığı diğer yıldızlara göre daha parlak olurdu. Nedense bana hep ışıktan dudakları ile gülümsüyor gibi gelirdi.
Tatlı gülümsemeleri ile çobanların gönlüne sımsıcak ilhamlar veren bu Tanyıldızı’nın yüzeyinde ışık şöleni yaşanırken atmosferinin şiddetli asit yağmurları ile bîtab düştüğünü biliyoruz.
Tıpkı, yüzü gülerken içi kan ağlayan insanlar gibi.
Bu özelliğinden midir bilemiyoruz ama Çoban Yıldızı, tarih boyunca pek çok milletler ve dinler tarafından kutsal kabul edilmiş, sanatta, mimaride, taş ve tahta oymacılığında hatta mühürlerde motif olarak kullanılmış.
Hazreti Süleyman’ın mührünün de Çoban Yıldızı motifli olduğu söyleniyor.
Sonraları şehirlerin beton blokları pek izin vermez oldu, Çoban Yıldızı’nı seyretmeye.
Köydeki o rüya gibi günler geride kaldı.
Üniversiteden sonra ilk görev yerim Antalya idi.
Yeşilin ve mavinin her daim egzotik dansına sahne olan Akdeniz’in bu şirin şehrinde bir yıldızlar topluluğunun arasında buldum kendimi.
Tıpkı toprağa düşen sekiz kızıl karanfil gibi. El ayak buz tutmuşken, zifiri karanlığın örtüsü coğrafyamıza çekilmek istenirken asrın Kutup Yıldızı’nın yoldaşı olmuşlardı.
Geleceğe çevirmişlerdi yüzlerini.
Tohum olmuşlardı toprakta.
Çoğalmak için düşmüşlerdi doğanın bağrına.
Akdeniz’in bereketli toprakları onları koynunda saklayacak, yılandan-çıyandan-engerekten koruyacaktı. Sonra, her biri kardelen olup buzu yara yara gökyüzüne selam verecekti.
O bir avuç yıldızlar topluluğu, zemheri ayazında geçmişten geleceğe bedenleriyle, umutlarıyla, düşleriyle birer köprü oldular. Dünden bugüne kanla yazılan tarihe bir düğüm attı her biri. Onların öyküleri, sevinçleri, özlemleri yadigâr kaldı bize. Bize emanet ettikleri düşler gibi. Kan ve canla ilmek ilmek örülen bir destanın son kahramanları oldular.
Onlar bizim ilham kaynağımız, tükenmeyen gücümüz, başarma azmimiz ve zaferimizin teminatı oldular. Karanlığın bekçileri ile göğüs göğüse cenk ederken yarınlara ve evlatlarına bıraktılar umutlarını…
Yüreklerini yeni bir neslin ateşiyle tutuşturdular.
Lacivert parmaklarının arasından portakal çiçeği kokuları damlayan Akdeniz gecelerinde benim en çok gördüğüm işte bu bir avuç inanmış insanın yürek yangınları idi.
Bir avuç inanmış insan yüreklerini Akdeniz gecelerine meşale yaptı. Bir nesil o meşalelerin ışıklarında yürüdüler.
Hani bilinen bir hikayedir…
Bir gün balıkçı tekneleri denize açılır.
Öğleden sonra fırtına çıkar.
Gece sabaha kadar dönemezler. O sırada sahildeki evlerden biri yanar.
Sabah bütün tekneler geri döner, herkes sevinçle yakınlarını karşılarken bir kadın ağlar, kocası sorar…
“Niye ağlıyorsun?
“Evimiz kül oldu.”
“O yangına şükürler olsun onun sayesinde yolumuzu bulduk.”
İşte mevsimin karına buzuna direnen o yıldızlar topluluğundan biri de gökte ararken yerde bulduğum Çoban Yıldızı’ydı. Şehirlerin beton blokları arasında gökte kaybettiğim Çoban Yıldızı’nı mavi rüyalar ülkesinde, yerde ve yeniden bulmuştum.
İlk karşılaştığımızda, “Ben Süleyman, Süleyman Çoban.” dediğini hatırlıyorum. Gözleri, karanlık gecelerde sürülerinin başında sabahı bekleyen çobanların gözlerinin içine gülümseyen bir Çoban Yıldızı gibiydi.
Bakışları, Akdeniz kadar engindi.
Kalbinin sıcaklığı ve samimiyeti simasından damlıyordu.
Gülümsemesi, portakal çiçekleri kadar güzeldi.
O ilk karşılaşmadan sonra haftada birkaç gün birlikte olmaya başladık.
İnşaat yüksek mühendisi idi.
Doğu Garajı’ndaki birkaç daireli bir binanın minyatür bir öğrenci yurduna dönüştürülmesi ile başlayan Hizmet yolculuğu bir ömür boyu hep devam etti.
Bir Osmanlı beyefendisi idi.
Hiç kimsenin gıybetini yapmazdı. İşine odaklanırdı.
Çok konuşmazdı. İdealistti. Üniversite yıllarında meşhur 68 kuşağı ile birlikte olduğunu daha birkaç gün önce Hint Okyanusu’nun yosun kokuları arasında yaptığımız Bir Yudum Çay programında öğreniyoruz.
Olaylara ve gösterilere katıldığı o günlerde bile Nureddin Topçu okuduğunu da…
Bir hakikat arayıcısı olarak yürüdüğü yollarda bir gün Fethullah Gülen Hocafendi ile karşılaşıyor.
Bir vesile ile Antalya’ya gelen Hocaefendi’yi İzmir’e götürme işini üstleniyor.
Bu Kutup Yıldızı ile Çoban Yıldızı’nın birlikte ilk yolculuğudur.
Yollar hayran kalır bu yolculuğa. Gökteki yıldızlar gıpta eder onlara.
Bu yolculukta neler konuştuklarını bilmiyoruz.
Dudaklardan ziyade gönüllerle konuştuklarını anlıyoruz.
Ve o sırlı yolculukta olanlar oluyor…
“Perdelerin tek tek düştüğünü, sırların duvak duvak açıldığını” görüyoruz.
Çoban Yıldızı, o yolculuk boyunca göz ucuyla hep Kutup Yıldızı’nı takip ediyor.
Tıpkı kafilelerin, kervanların ıssız çöllerde, dağlarda, derin vadilerde yolda kalmamak, güzergâhı kaybetmemek için Kutup Yıldızı’na baktıkları gibi…
Tıpkı, gemicilerin henüz ilk dönemlerde uçsuz bucaksız denizlerde, okyanuslarda yollarını şaşırdıklarında, fırtınanın çıktığı, denizin kabardığı, bardaktan boşanırcasına yağmur altında rotaya tutunmak istediklerinde hep Kutup Yıldızı’na baktıkları gibi…
Zira gecenin zifiri karanlığına, fırtına ve tipiye rağmen hep oradadır Kutup Yıldızı.
O yolculuktan sonra gözleri artık hep Kutup Yıldızı’ndadır.
Dur durak bilmeyen küheylanlar gibi hep yollardadır.
Antalya’da olduğum yıllarda Antalya ve civarında yapılan eğitim kurumlarının hemen hepsine her safhada çok değerli katkılar sundu.
Bu katkı sadece mesleği ile sınırlı değildi. Serveti ile de katkıda bulunurdu.
Bütün arzusu yeni bir neslin dirilişine katkı sunmaktı.
Bazı geceler gelir öğrencilerin başında nöbet tutardı, üstü açılan çocukları örterdi. Gece yıldızı gibi yatakhaneleri dolaşırdı.
Kabına sığmayan bu müthiş adam Demir Perde yıkılınca Ata yurdu Asya topraklarına koştu. Hazar’ın kıyılarında şirketler kurdu, oralardaki okulların açılmasına önayak oldu. Tarihteki ‘kolonizatör’ Türk dervişleri gibi görevler üstlendi.
Ahal atlarını kıskandıran koşularının ardı arkası hiç kesilmedi.
2015’te bu defa yönünü Asya’dan, Afrika’nın kızgın çöllerine çevirdi.
“Siyah inciler beni çağırıyor.” dedi.
Acının tarihini yazan ülkelerde, sevginin tarihini yazmaya başladı. Kardeşleri ve oğulları ile Hint Okyanusu kıyılarında okullar, yurtlar, camiler inşa etti.
Ataları, dağlarda sürüleri otlatırken Çoban Yıldızı ile söyleşen bu adam, dağlar kadar ağır bir yükün altına girdi.
Soğuk bir şubat günü çığlıklarla çalan telefondaki ses “Çoban Yıldızı’mızı kaybettik,” dedi.
Geri kalan ömrünü Kutup Yıldızı’na adayan Çoban Yıldızı şimdi bir yıl önce kaybettiği eşinin yanında…
Gurbette iki muhacir yan yana yatıyorlar.
Hint Okyanusu’ndan iyot kokuları taşıyan rüzgârlar okşuyor kabirlerinin üzerindeki yeşil otları.
Afrika’nın koyu lacivert gecelerinde iki kutlu Çoban Yıldızı…
İki umut feneri…
Toroslardan, Kaf dağlarından, Akdeniz sahillerinden, Hazar’ın kıyılarından sesler yükseliyor.
O sesler, Hint Okyanusu kıyılarındaki çocuk sesleri ile buluşuyor ve tatlı bir melodi halinde çağıl çağıl kabirlerine doluyor.
Banisi oldukları o güzel mabedin nurlu minaresinden günde beş defa yükselen ezan sesleri arasında görevini hakkıyla yerine getirmiş insanların huzur ve sükûnu içerisinde öylece yatıyorlar.
Yattığınız yer ışıklarla dolsun…
Antalya yıldızlarının başı sağ olsun…
Elveda Çoban Yıldızı…
Elveda Çoban Yıldızları…