Sene doksanbeşti diye düşünüyorum Bozyaka’da misâfiriz, terasta oturuyoruz, herkes dikkatle Büyüğümüz’ü dinliyor, konu geldi geldi ve makam, mansıba dayandı…
Hocaefendi “Dünyâdaki en büyük makamları bize verseler, eğer dönüp göz ucuyla bakarsak davamıza ihânet olur” dedi.
Neden sonra cemaâte sordu “Türkiye’de en büyük makam nedir ?”
Salondan “Cumhurbaşkanlığı” sesi yükseldi…
O “Evet Cumhurbaşkanlığı’nı bize verseler, dönüp ona da baksak davamıza ihânet olur” dedi.
Sonra çok sevdiği İzmir’in meşhur kitapçısı Osmanlı Aşığı ağabeye dönerek “Sen ne dersin ağabey” diye sordu…
Ağabey iki kolunu yana açarak, ayağa kalktı “yâ nasîb derim Hocam” dedi…
O akşam tebessümlerle geçirildi.
Evet, herkesin bildiğini birde ben söyleyeyim, Büyüğümüz dünyânın aldatıcı, geçici makam ve mevkilerine hiç değer vermeyen bir insan…
O’nu bizzât, ilk gördüğüm akşam bize dünyâda ki en önemli makamın “kendini sıfır bilmek” olduğunu anlatmıştı…
Bizler, kendini sıfırlamış, her zaman sıfır bilen, sıfırla da yetinmeyip kendini bir noktacık “sifir” gören O zatın peşinde yürüyoruz, dönüp dünyâya ve dünyâdakilere bakmadığı için yürüyoruz…
İnsaflı olmak lâzım !
Gizli Ajandası ile makam-mansıp, iktidâr peşinde olan bir adam, siyâsete girmediği gibi talebelerine de “benden sonra dahi siyâsete girerseniz, iki elim iki yakanızda” der mi acaba ?
Hitap ettiği kitle ve güçle son dönem kimseye nasîb olmayacak sayıda ve kalitede gönle hitâb eden bu zat, eğer Türkiye’de bir şeyler elde etmek isteseydi kimse mâni olamazdı, farkında mısınız ?
İstemedi çünkü O’nun istediği Allâh yolunda, insanlığa hizmetten başka bir şey değildir.
“Hocaefendi ve Liderlik” isimli makâlemde de belirtmiştim O aslâ istemediği liderliği sırtında bir yük olarak buldu ve bir yük olarak görüyor.
Herkes O’na kendi gözleriyle, içindekiyle bakarak, kendi arzularını O’nda okudu, okumaya devâm ediyor.
O’nun da kendileri gibi, görünme, liderlik, ülkeye sahip olma gibi boş sevdâlara tutulduğunu zannettiler.
Halbuki O “Şah-i Geylâni olmaktansa düz bir kul olmayı tercih ederim” demektedir işte bu nedenle bizim gönüllerimizin sultânıdır…
Geniş yada dar dâirede, umûma açık sohbetlerde, husûsi sohbetlerde, yakınında, dizinin dibinde bulunmayı Cenâb-ı Hakk nasîb etti.
Neredeyse otuzbeş yıldır bizzâtihi tanıyorum, bulunduğu yerlerde bulundum, sohbetlerini dinledim “elhamdülillah” hâfızam da sağlam, nerede, ne zaman, neler dinlediğimi şu an anlatabilir, neler söylediğini rahatlıkla aktarabilirim…
Etrâfındaki binlerce kişi de benim gibidir.
Sizi temin ederim hiçbir zaman birbirine ters, çelişkili konuştuğunu görmedim, kimsenin de gördüğünü zannetmiyorum…
Birbirinden uzak, üç farklı zamanda, aynı şahısca sorulan, aynı soruya her defâsında aynı cevâbı verir, O geçmişte neyse bugün de odur…
Esâsattan aslâ ödün vermemiş, ikincil meselelerin en doğrusunu seçmiş, uygulamış, dinin rûhuna uygun içtihatlarla zamanı okuyarak, İslâm’ı zaman üzre söyletmiş, devrin dertlerine çâre olmaya gayret etmiştir…
Neredeyse altmışlı yılların sonlarından itibâren her sohbeti (genel-özel) kaydedilmeye başlanmış ve herkesin ulaşabileceği kolaylıktadır, tüm kasetleri, eserleri incelenebilir, hiçbir tenâkuz görülmeyecektir…
Sözümona ikircikli, dual davranan bir zâtın bu denli istikâmetli konuşması, hiçbir falso yapmaması mümkün değildir…
Bu hususta söylenecek her şey fuzûli ve isrâf-ı kelâm olur.
Hâsıl-ı kelâm Hocaefendi A gruba başka, B gruba başka konuşmaz…
O’na dâir önce takdir sözleri sarfedip sonra da “Türkiye’deki durumun nezâketi O’nu bu yola sevketti” diyerek ikiyüzlü bir şekilde Cemaât’in geneline farklı, bir kısım insanlara farklı konuştu denilemez…
Hocaefendi insanları bir kısım şahsi, politik emeller için nurla celbedip, sakladığı topuzla dövme derdinde değildir, O’nun emeli hep berâber Rıza-i İlâhiye varmaktır…
O salonda dîni, kendi odasında ise siyâsî bir önder aslâ değildir…
Kapının önünde ne ise ardında da odur.
Herkes herşeyini gayet iyi biliyor…
Ne yaman çelişki hem Hz. Ali’ye arslan de, hem de korkup takiyye yaptığı yanlışına düş !
Herşeyi herkesin gözü önünde olan bir insan ya arslandır, ya sırtlan…
İkisi birden olamaz…
Hocaefendi iki yüzlü değildir, dualist davranmaz…
Takiyye yapmaz, aldatmaz, yalana tenezzül etmez…
Hakk için, hakkı konuşur…
Bu hamâset değil hakikattir…
Kendisini tanıyan, bilen, okuyan, dinleyen milyonlar sıdkına şahittir…
Etrâfı her zaman o kadar doludur ki, dokturuyla en mahrem sağlık sorunlarını dahi topluluk içinde konuşmak zorunda kalır, yüzlerce arkadaşımız bu hâle şahittir, bizzât şahit olmuşumdur…
Bu durumdaki bir zat neyi saklayabilir ki ?
Birilerinin kendince ikilem gördüğü mes’eleye gelince ;
O, nefsi için değil, umumun ve muhtâcın fâidesi için Dîn ve Fıkıh’ın “meşru” dairedeki esnekliğini kullanarak muhataplarına ihtiyaca göre bazen azameti, bazen ruhsatı, bazen rutin, bazen yumuşatılmışı, bazen zoru, bazen kolayı tavsiye edebilir…
Elli miligram ilaç alması gereken adama beşyüz miligram ilacı dayarsanız hastanızı öldürürsünüz…
Aynı ilacı çalışan, araç kullanan ile evinde oturana farklı dozda verirsiniz…
Muhatabınız duvara toslasın istemezsiniz…
Hocaefendi gerekirse meşru dairenin sınırına kadar gelir fakat harama adım atmaz, arttırmaz, izin vermez…
Bundan gerisi sadece iftira olur…
Maharet, rehberlik ata et, aslana ot vermemekte saklıdır…
Bu dualite, ikircik, iki yüzlülük, takiyye değil aksine muhtaç olana dinin müşfik yüzünü sunmaktır…
Mezhepler, Fıkhi ekoller bundan ötürü rahmettir, bunu anlayabilmek için Fıkıh ve Usul-ü Fıkıh bilmek gerekir.
Bu işler masabaşında kalem oynatan kalemşörlere kolay gelsede tâlibleri buna bir ömür veriyorlar…
Hocaefendi dîni, ahlâki, hukûki sınırların dışına hiç çıkmamıştır hattâ yeri zamanı geldiğinde yapıcı örfü bile nazar-ı itibâre alır ve tavsiye eder…
Dinleyen muhatapların durumuna gelince ;
Hakk birdir, sen hep hakkı söylersin fakat Mevlânâ der ki “Ne anlatırsan anlat anlattığın muhatabın anlayabildiği kadardır” yahut anlamak istediği kadardır…
Mâlum, Nisan Yağmuru yılanın ağzına düşerse zehir, midyenin ağzına düşerse inci olurmuş…
İşte bu mânâda nefisperestlerin nefsâni tevil ve tefsiri hakkı hak olmaktan çıkarabilir, bu meşru sınırları içinde hakkı söyleyenin değil, duyup kendince evirip, çevirip isteğine göre uygulayanın kusurudur…
Bununla birlikte insanlar böyle şeyleri düşünseler, kendilerince yapsalar bile Hocaefendi’ye söyleyemez, katiyyen teklif edemezler…
Gizli saklı iş çeviren, ayak oyunları, ikbâl planları yapan var mıdır ? Evet, her toplumda olduğu gibi bu güzel dâirede de vardır.
Hakk dostu aldatmaz ama o da yaratılmış, insandır, herkes gibi aldanabilir…
“Mü’min aldanır fakat aldatmaz” kendi sözüdür.
Ne gariptir ki “Hocaefendi’yi insan üstü görüyorlar” diyerek Hizmet Sevdâlıları’nı eleştirenler bilip isteyerek aynı şeyi söylüyorlar…
Yoldaki arızâlar, kimilerindeki güç zehirlenmesi, bazılarının itinayla makyajlayıp, laf kalabalığı ile sakladığı kusurları sebebiyle “Hocaefendi vâkıf olamadı mı ? Herşeye hâkim olmalıydı” diyerek eleştirmek, yine O’ndan aynı insanüstü şeyleri beklemek anlamına geliyor…
“Bu ne ? perhiz, bu ne ? Lahana turşusu” tam bir tutarsızlık…
Ha, bu yanlış anlaşılmasın Büyüğümüz içimizdeki en dikkatli insandır, kılı kırk yarar, hassastır, bütün tedbirleri alır, almaya çalışır, kimseye suistimâl fırsatı vermez, yanlışı farkettiği an gereğini yapar, yaptırır, ihmâl etmez fakat üstüne basarak tekrâr ifâde edelim ki O’da bir insandır…
Hakka Adanmışlar’ın en mümeyyiz vasfılarından biri merhamettir…
O, bütün bu durumlarda yine merhametle tedâviyi önceler, kimsenin ne dünyevî ne uhrevî sıkıntı çekmesini istemez ama merhameti gözlerini de kör etmez…
Netice itibâriyla insanın olduğu yerde herşey olur…
Ve fakat ayan beyan ortada olan şudur ;
Hocaefendi dualist, iki yüzlü değildir, ikircikli davranmaz.
A’ya başka, B’ye başka söylemez.
Takiyye yapmaz, aldatmaz, yalana, dolana tenezzül etmez…
O müstakimdir…
Unutmayın bu pis, bu çamur Hocaefendi’ye yapışmaz, ama siz, tarih sahnesinde hep sorgulanırsınız…
@MANSURTURGUT