CAN BAHADIR YÜCE-KRONOS
Sabah bir okur mesajıyla haberdar oldum: Türkiye’de artık sıradanlaşan ev baskınlarından birinde Kitap Zamanı ‘ele geçirilmiş.’ Kitap ekinin 100. sayısını suç delili olarak sergilemişler.
Yerde yatan şüphelinin (!) kafasına silah doğrultmuş maskeli polis fotoğrafıyla Kitap Zamanı’nın kapağı haberde yan yanaydı. Benzer görseller diktatörlüklerin aydınlara çektirdiklerini anlatmak için kullanılır. Postal ve kırık gözlük resmi yirminci yüzyılda aydın düşmanlığının simgesi olmuştu. Sanırım şu dönemdeki anti-entelektüalizmin, cehaleti yüceltişin, kaba sabalığın simgesi olarak da benim zihnimde bu fotoğraf kalacak.
Yıllarca emek verdiği derginin “kriminal kanıt” sayıldığını görünce insan ne yapar? (Haberde belirtilen, tutuklu yakınlarına ve mağdur ailelere yardımın suç sayılması, Kitap Zamanı bulundurmanın suç sayılmasından daha çok öfkelendiriyor beni ama bu yazının konusu o değil.)
Kitap Zamanı nostaljisi yapacak değilim, derginin öyküsünü yazmıştım. Bu yazıda haberin bana çağrıştırdıklarından söz edeceğim.
Haberi görünce, “Bunlar ileride yazılır” dedi hayat yoldaşım. İnsanın ilk tepkisi, saçmalığın boyutunu anlamaya çalışmak, bunun uzun sürmeyeceğini düşünüp teselli aramak oluyor. Bir gün dönüp bakınca bugünlerin bir tür cahiliye dönemi olarak anılacağından kuşkum yok ama her şeyin bitmesini beklemektense şimdi söz söylemek daha önemli görünüyor bana. Herkül Millas’ın deyişiyle, her şeye tanıklık ederken söylenecek bir cümle, ileride yazılacak bir doktora tezinden daha değerli. Elbette her şeyin bir gün değişeceği, haksızlıkların giderileceği umudu hep vardır. Mehmed Kemal’den Niyazi Berkes’e, Zekeriya Sertel’den Azra Erhat’a Türkiye’de aydınların anılarına bakınca bu görülüyor. Umut onlara hep güç vermiş. Ama birçok aydının ‘güzel günler’i göremeden öldüğünü unutmamak gerekir.
Sanırım devlet bu baskıyı bir korku kuşağı oluşturmak için kuruyor. İstiyor ki yeni kuşaklar devleti yönetenlerden hep korksun. Bu ilk kez olmuyor: Düşünceyi ve inancı bir ‘adli vaka’ya dönüştürmek Türkiye’de devlet geleneğidir. Ama bugün biraz daha uçlardayız. Bir zamanlar daha çok aydınların başına gelen tuhaf işler (kitapta parmak izi aranması gibi) artık halk için de sıradan hale geldi.
Devlet baskısı hep olmuş ama bugünkü gibi tek camianın bütün toplumsal gruplar için şeytanlaştırıldığı örnek azdır. Karşılaştırma yapmak için söylemiyorum, gelgelelim şu bir gerçek: Haberde başka bir edebiyat dergisinin adı geçseydi yazarlar tepki gösterir, imza toplanır, bu saçmalık kınanırdı. Ola ki Kitap Zamanı’nın adı geçtiği için (dergide yazısı olanlar dâhil) hiç kimse içinden geçenleri söyleyemeyecek. Bu konudaki sessizliği devletin sindirme politikasının başarısı sayabiliriz. Çünkü “Fetö”yü sanki büyülü bir sözcüğe dönüştürmeyi becerdiler—işiten ağzını açamıyor.
Cumhuriyet Kitap’ın yayın yönetmeni Turhan Günay hiçbir suçu yokken tutuklandığında pek çok edebiyatçı tepki göstermişti. Yine de bütün yayın dünyasını buluşturan, üzerinde uzlaşılmış güçlü bir düşünce özgürlüğü mesajı verilemedi. Verilse bugün koşullar farklı olur muydu? O günlerde Günay hakkında bir yazıyı English PEN için İngilizce yazabilmiştim. Herkesin kendi ‘kamp’ında yaşadığını hatırlatmak için söylüyorum bunu: Örneğin, Turhan Günay’a onur ödülü veren Türkiye PEN, Ahmet Altan ya da Fevzi Yazıcı için kılını bile kıpırdatmadı.
Kitap Zamanı’nın 100. sayısını açtım, “suç delili” olabilecek ne var, diye baktım. Artık aramızda olmayan John Le Carré’nin, Kâmuran Şipal’in yazıları, Dağlarca’nın daha önce yayımlanmamış bir şiiri, İlhan Berk’in günlükleri… Hilmi Yavuz, Orhan Pamuk, Enis Batur’u aynı sayıda buluşturmuşuz. (Bunun kolay olmadığını bilen bilir.) Alberto Manguel’in düşünmek üzerine bir anı-denemesine, Julian Barnes’ın “Kitaplarla Bir Hayat” adlı unutulmaz yazısına Murat Uyurkulak çevirisiyle yer vermişiz. Has şairleri ağırlamışız. O sayıda bugün İslamcıların ciddiye aldığı birkaç kişi bile var. Bütün bu adların bir araya gelebildiği mecraydı Kitap Zamanı. Klişe olacak ama bir “suç” varsa buydu.
Bütün bu hikâyede beni en çok etkileyen, her şeye rağmen Kitap Zamanı’nın o sayısını atmaya kıyamayan okur oldu. Bir kişiden değil, bir prototipten söz ediyorum: Anılarının, hayallerinin, değer verdiği metinlerin elinden alınmasına razı olmayan okurdan…
Hâlâ ara sıra okurlardan mektup alırım. Aralarında Kitap Zamanı ciltlerini atmaya gönlü elvermemiş olanlar var. Kimi ülkede kalsa da birkaç sayıyı anı olarak saklamış, kimi yurt dışına çıkarken yanına almış.
Keşke, diye düşünüyorum, çalkantısız, insana kitaplarla baş başa kalma fırsatını veren bir ülkede yaşasalardı, yaşasaydık.
Ne olursa olsun, ‘okur’un varlığı bana umut veriyor. Koyu karanlığın ortasında bir cümle gelip dilime yerleşiyor: “En kötü günlerin içinde de güneşin parladığı olmadı mı?”
Bütün bunlar bana Kitap Zamanı’nın ilk sayısını anımsattı. ‘Okur’ dediğimiz kitle bir yanılsama mıydı, yoksa yazıya sadık okurlar gerçekten var mıydı? Yola koyulurken bunu bilmek istiyorduk. İlk sayının kapağında Oğuz Atay’dan esinle sormuştuk: “Neredesin sevgili okur?”
Sorunun yanıtını çoktandır biliyorum.