‘Meyve veren ağaç taşlanır’ atasözünün manası şudur ki, topluma, insanlığa ve çevresine faydası olan kişiler veya ekipler, her zaman en büyük eleştirilerin hedefi olurlar. Hatta bazen kıskançlıktan kaynaklanan bu eleştiriler, fitne, fesat, hakaret, iftira, haksız yere suçlamalara bile sebebiyet verebilir. Kıskançlık genelde insanların, “onlarda var bizde niye yok”, “onlar başarılı, biz niye bu başarıyı yakalayamıyoruz” gibi duygulara kapılmasına sebeb olur.
Bir de bu kötü hasletin şeddeli bir şekli var ki, biz ona hased diyoruz…
Hased, kıskançlığın iyice hastalıklı bir hal almış şeklidir ve çok tehlikelidir. Hased duygusunu taşıyan insanlar, sadece “onlarda var, bizde niye yok”, demezler, “madem bizde yok, onlarda da olmamalı derler”.
Hatta bu güzellikler ve özellikler, onlardan alınıp bize verilmeli, gibi mülahazalarla yaşarlar. Bu sağlıksız düşüncelere bir de ihtiras, hubb-u dünya, hubb-u makam, hubb-u cah, yani dünya, makam ve saltanata karşı şiddetli bir hırs eklenirse, o insanın yapamayacağı kötülük yoktur. Eline geçirdiği ilk fırsatta, kıskandığı insanların ellerinde ne varsa alır, malına mülküne çöker, haklarında her türlü yalanı söyler, iftirayı atar, bozgunculuk yapar ve gerekirse sadece kendi geleceği için, akıl almaz zulümlere bile başvurur.
İşte Türkiye’de son 6-7 yıldır Hizmet gönüllülerinin başına gelenlerin gerçek nedeni budur.
Aslında Hizmet Hareketi, bu milletin Cumhuriyet tarihi boyunca gördüğü en verimli ağaçtır. Öyle meyveler verdi ki, ikibinli yılların başında, Türkiye’yi geleceği en parlak ülke olarak dünya gündemine oturttu. Yetiştirdiği nesil herkes için istikbal vaad ediyordu, çünkü artık bu okullarda okuyan gençler farklı bilim dallarında altın madalyalar getiriyor, NASA uzay programlarına davet ediliyor, mezun olup akademik hayata atılanlar ise, Batının önde gelen üniversitelerinde araştırmacı, eğitim üyesi, hatta kürsü sahibi oluyorlardı. Daha da ötesi, dünyanın farklı bölgelerinde açılan hizmet okulları, kültür ve diyalog merkezleri sayesinde, yabancı yatırımcılar Türkiye’ye akın ediyordu.
Elbette bu kadar çok meyve veren bir ağaç taşlanacaktı ve taşladılar. Hatta taş değil, mancınıklarla koca koca kayalar yağdırdılar.
Hased hastalığı benliklerini o derece kuşatmıştı ki, “bizde yoksa, bunlarda hiç olmamalı” dediler. Tabi, bir de bu hareketin yetiştirdiği civanmert, dürüst, hakperest, güvenilir memurlar, siyasi iktidarın çevirdiği dolaplara göz yummayınca, yolsuzluklara karşı sessiz kalmayınca ve 17/25’de tarihin en büyük yolsuzluk operasyonunu başlatınca, kalpleri zaten iki parmak kalınlığında hased ve husumet kiriyle kaplı olan Fırak-ı Dallenin asfalyaları tamamen atmıştı.
Hukuku etkisiz hale getirip, paçayı kurtardıkları an, insanlara akıl almaz iftiralar atmaya, suçlamaya, ardından hem vakıf mallarına, hem de şahsi mülklerine çökmeye başladılar.
Para ve makam karşılığında sadece bedenlerini değil, ruhlarını bile satın aldıkları bazı sarıklı ve cüppelileri, hatta müftüleri çöktükleri şahsi mülklere, evlere, fetva karşılığı yerleştirdiler. Bu da yetmedi türlü türlü işkencelere ve mezalime kalkıştılar.
Bir dönem övmekle bitiremedikleri (kendi çocuklarına da eğitim veren) eğitimcileri zindanlara attılar, işkenceyle öldürdüler.
Yeni doğum yapmış annelerin başına polisler diktiler, bileklerine kelepçeler geçirdiler.
Sahur vakti, küçücük bebekleri olan ailelerin kapılarını kırdılar, anneleri, babaları, amcaları, dedeleri tutuklayıp, gözü yaşlı minik yavruları kimsesiz bıraktılar.
Zulümden kaçmaya çalışırken, Meriç’in buz gibi sularına gömülüp, hayatlarını kaybeden üç beş yaşındaki çocuklar için, yürekleri sızlamadan, “iyi oldu, büyüseydi örgüt üyesi olacaktı”, dediler.
Vicdanların tamamen iflas edip, çürümesine neden olan bu hased ve husumet duyguları, sadece iktidardakilerle sınırlı değildi. Toplumun birçok kesimine sirayet etmişti.
Ulusalcılardan tut Kemalistlere kadar, neredeyse herkes yapılan zulümlere göz yumuyor, hatta bazıları “oh olsun” bile diyebiliyordu.
Çünkü onlarında bir kuyruk acısı vardı.
Nasıl olurdu da bir cemaat, onlar gibi laik, ilerici, aydın kesimden daha başarılı olurdu?
Nasıl olurdu da dini bir cemaatin açtığı okullardan bilim insanı, fizikçi, cerrah, doktor, avukat, savcı, hakim, vesaire çıkardı?
Halbuki aydın sadece onlar olabilirdi, bilimselliği, demokrasiyi ve insan haklarını sadece onlar savunabilirdi.
Bu nedenle, onlar da mevcut iktidarın zulümlerine göz yumdular, kulak tıkadılar, lal kesildiler.
Yüzbinlerce insan hakkında hukuki işlem yapıldığı, açlığa terk edildiği, “bunlara su bile yok” denildiği, binlercesinin cezaevlerine gönderildiği, işkenceye maruz kaldığı, gözaltında ve cezaevlerinde öldürüldüğü, Nazi döneminin günümüze uydurulmuş bir versiyonunun yaşandığı bir süreçte, bu ilerici, aydın, sosyal demokrat geçinen kesim, bu zulme sessiz kalmalarına tek neden olarak Ergenekon davalarını örnek veriyordu, o dönem de şöyle haksızlık, böyle hukuksuzluk olmuştu diyordu.
Hayır efendim kendinizi kandırmayın, Ergenekon ve Balyoz davalarında bugün yapılan hukuksuzlukların milyonda biri bile yapılmadı. Hiç kimsenin eşine, çoluk çocuğuna ilişilmedi, hiç kimsenin anası, babası zorla kaçırılmadı, ayaklarına asit dökülmedi, eşleriyle tehdit edilerek hazır yazılmış ifadelere imza atmaya mecbur bırakılmadı, elektrik verilerek, tabutlara kapatılarak çeşitli işkencelere maruz bırakılmadı, evde yoksa eşi, kardeşi, annesi, babası alınmadı…
Evet, bütün bu korkunç hukuksuzlar, cinayetler karşısında siz laikler, solcular, Kemalistler ve aydınlar da sessiz kaldınız ve sessizliğinizi halen koruyorsunuz.
Hatta bir çoğunuz, Erdoğan rejiminin retöriğini papağan gibi tekrarlayarak, zulmüne ortak oluyorsunuz.
İktidarıyla, muhalefetiyle masumları taşlamaya devam ediyorsunuz ve tarih bu sessizliğinize şahit…
Sağdan soldan gelen bütün bu saldırılar yetmiyormuş gibi, son günlerde bir de, egoları kabarmış, tek derdi sosyal medyada üç beş bin takipçiyi elde tutabilmek ve gündemde kalabilmek olan, cemaatten görünümlü bazı müfsitler de saldırıya geçmiş durumda, hatta iktidarın dolduramadığı boşlukları dolduruyorlar.
Henüz darbe yemediğimiz bölgeleri tespit edip, oralara çalışıyorlar.
Bu da yeni bir taktik, akılları sıra hizmeti bölme ve bitirme taktiği.
Yok hizmet öz eleştiri yapmalıymış…
Yoksa neredeyse bitmişmiş…
Kendi içini temizlemezse, arınmazsa AKPden ne farkı olurmuş…
Be izansızlar! Be insafsızlar! Be vicdansızlar!
Siz AKP’nin yaptıklarıyla, hizmet insanının yaptığı içtihat hatalarını nasıl kıyaslarsınız?
Hiç utanmaz, arlanmaz mısınız?
Yani sizin için birini işkenceyle öldürmekle, aynı şey bu öyle mi?
Hani bazen sosyal medyada rastladığımız troller gibi, işkenceyle öldürülen bir öğretmen haberinin altına, ama siz de soru çaldınız, yazan edepsizler gibi… Kaldı ki o dava bile yalandı ve çöktü.
Madem bu kadar insafsızsınız, o zaman gelin efendiler sıraya geçin, eteğinizde topladığınız taşları, zaten tiranlar tarafından dehumanize edilen o masum insanlara siz de fırlatın.
Fakat şunu bilin ki, hangi iftirayı atarsanız atın, hangi yalanı söylerseniz söyleyin, Hizmet insanı burada dimdik duruyor ve yoluna devam ediyor.
Arkadaşlarımızın, abilerimizin ve ablalarımızın tek derdi yaraları sarmak, muavenet etmek, dertlere deva olmak… Onlar sizin gibi yıkma, bozma, dağıtma, bölme derdinde değil, inşa etme, yapma, düzeltme ve toparlama derdinde.
Varsın herkes fıtratında olanı yapsın, biz yolumuzdan dönmeyeceğiz.
Her şeyimiz bitip, tükense bile, “keçeli demle çayı, tekrar başlıyoruz”, demesini biliriz inşallah…