Bediüzzaman hazretlerinin İslam dünyasının gidişatı hakkında yaptığı bir tespit var, İslam dünyası batıya gebe, batı da İslam’a gebe. Günümüzde bu ifadenin manasını daha iyi anlıyoruz çünkü, kendi ülkemiz de dahil, genel anlamda, İslam dünyasının durumu içler acısı.
Şu gerçeği üzülerek ifade etmem gerekiyor ki, bir dönem dünyanın ileri demokrasilerini yakalama yolunda ümit vaadeden Türkiye’nin bugün adeta bir kabile devletine dönüştüğüne şahit oluyoruz. Demokrasi, hukuk, insan haklarının ayaklar altında dolaştığı, cehaletin kol gezdiği, insanların bizzat devlet tarafından haydutça kaçırıldığı, işkence ve zulüm gördüğü, hiçbir hukuki dayanağı olmadan yıllarca zindanlarda çürütüldüğü bir ülke var karşımızda.
Burada şunu da belirtmek lazım ki, hiç kimse bu kötü gidişatın tüm suçunu mevcut iktidara yıkıp, işin içinden sıyrılmaya çalışmasın. Ülkenin düştüğü bu durumun sorumlusu, her ne kadar mevcut iktidar olsa da, problemin temelinde yatan ana sebeb, toplumun neredeyse tümünün damarlarına kadar nüfuz etmiş olan yandaşlık, subjektiflik, ötekileştirme, mahallecilik, aşırıcılık ve ideolojik bağnazlıktır.
İşin enteresan tarafı bahsi geçen bu kötü hasletler sadece eğitimsiz kesimde değil, eğitimli kesimde de mevcut ve artık kronik bir hale gelmiş durumda.
Daha açıksası, samimi olanları tenzih ederim ama toplumun çoğunluğu itibarıyla bu ülkenin dindarı dindar değil, radikal, sağcısı sağcı değil, faşist, solcusu solcu değil, statükocu, milliyetçisi milliyetçi değil, ırkçı. Kendilerini Atatürkçü ve bilimci olarak tarif edenlerin büyük çoğunluğu da, batının sadece (bu dalları aşağılama anlamında söylemiyorum) moda, müzik, sanat ve eğlencesini benimsemiş ama objektivizm, globallaşma ve akademik alanlarda çağı yakalayamamış vesayetçi ve partizan yığınlardan ibaret .
Anlaşılan o ki, Bediüzzaman’ın dediği gibi, İslam ülkesi bir Batı doğurmuş ama bu mutant bir Batı. Batı’nın başarısına neden olan demokrasi, hukuk, insan hakları, aratırmacı bilimsellik, teknoloji, objektiflik, hoşgörü gibi hiçbir değeri almamış, bunların yerine dünyevi zevklere ait her şeyi birebir kopyalamış hilkat garibesi bir toplumla karşı karşıyayız.
Ne yazık ki böyle bağnaz yığınlardan oluşan bir toplumun yetiştirdiği siyasetçilerin, hangi kesimden olursa olsun, ülkenin düzelmesine hiçbir katkısı olmayacaktır. Çünkü bu insanlar her zaman kendi
mahallelerinin ideolojik kısır döngüleri içinde tutsak kalan, kabuğundan çıkmayı ihanet sayan, kendinden olmayan hiç kimsenin sözüne itibar etmeyen, hatta dinlemeye bile tenezzül etmeyen bir kişiliğe sahip olacaklar.
Burada bir örnek vereyim. Geçen gün Avustralya kanallarından birinde bir bilgi yarışması programı izliyordum. Sorulardan biri şöyleydi, 622 yılı hangi takvimin başlangıcıdır. Yarışmacı, ikinci seçenek olan ‘İslam takvimini’ seçti ama tam emin değilim, dedi. Sunucu, iyi düşün, Peygamber hangi tarihte doğmuştu, diye destek vermeye çalıştı. Evet, yanlış duymadınız, Hz Muhammed’den, Peygamber diye bahsediyordu, sunucu. Doğru cevap açıklandıktan sonra, diğer bir yarışmacı, Peygamber 570’de doğdu, 622 Hicret, yani Hicri takvimin başlangıcı, deyince, hayretler içinde kalmıştım. Bu insanların hepsi batılı ve Hristiyandı. Subhanallah, dedim, adamlar insanların inançlarına, kültürüne ne kadar saygılı ve herkesi olduğu gibi kabüllenmişler. İşte, gerçek demokrasi ve ilericilik budur.
Dolayısıyla, Türkiyenin büyük bir değişime ihtiyacı var ve bu değişim için yepyeni bir nesile ihtiyacı var. Hem modern bilimlerle, hem ahlaki değerlerle yetiştirilmiş, hoşgörülü, herkesi olduğu gibi kabül edip, kucaklayan, insanları inançlarına, hayat şekillerine, giyimlerine, kuşamlarına, ideolojilerine veya etnik kökenlerine göre değerlendirmeyen pırıl pırıl bir nesil.
Türkse Kürdü, Kürtse Türkü, Sünniyse Aleviyi, Aleviyse Sünniyi, veya diğer inançlardan, etnik kökenlerden ve kültürlerden olan insanları, sadece hoşgörü adına değil, insan oldukları için seven, hiç kimse arasında ayrım yapmadan, herkesin hakkını kendi hakkı gibi savunan bir nesil.
Aslında, özlemi duyulan bu nesil geliyordu, fidanlar boy vermiş, hatta bazıları büyümüş ve meyve vermeye başlamıştı ki, varlıkları, ülkeyi bir anda dünya tarafından istikbal vaadeden bir ülke haline getirmişti. Demokrasi, ekonomi, eğitim, ticaret, adalet, kısacası, ülke her alanda bir ilerleme gösteriyordu. İnanmayanlar, özelikle 2000-2010 verilerilerine ve dünya basının Türkiye hakkında yazdıklarına bakabilir.
Ne yazık ki böyle ezber bozan, alışılagelmemiş bir nesil bu ülke için bir boy büyük geldi. Çünkü bu nesil dürüstlüğüyle çetelerin tekerlerine çomak sokmaya, suç üzerine kurulmuş düzenlerini bozmaya başlayınca, devletin en tepesinden aşağıya doğru inen suç örgütlerinin rahatı kaçtı.
Netice olarak, 17/25 sonrası başlayan tasfiye operasyonları, 15 Temmuz kumpasıyla ve örgüt iftiralarıyla zirveye ulaştı. Ondan sonrası malum, zulüm, işkence, hukuksuzluk, yalan, iftira ve cadı avı.
Ülke büyük çoğunluğuyla elbirliği yapıp o nezih meyveleri veren ağaçları baltalamaya ve kökünden sökmeye başladılar. Netice itibarıyla, kaybeden kendileri oldular ve bunun en büyük delili, görmeseler veya görmek istemeseler de, gözler önünde duruyor. Ülkenin bu gidişatından menmun olan kaç kişi var?
Diğer taraftan büyük bir hased ve kinle budadıkları o agaçların tohumları bugün tüm dünyanın bağrına serpildi, dünya ülkeleri onlara sahip çıkıyor ve sevgiyle kucaklıyor.
Gerçi bu iftiraları atan ve zulümleri yapanların unuttukları bir şey var. O da, gerçeklerin er geç ortaya çıkma gibi bir huyu olduğu.
Evet, kim derdi ki kendi içlerinden çıkan bir mafya babası, bir tripod ve kameranın önüne geçip, dünyanın gözü önünde, iktidar ve müttefiklerinin tüm pisliklerini ortaya dökecek ve milyonları peşine takarak, saltanatlarını temelinden sarsacak.
Görünen o ki, yıllardır ülkenin ensesinde büyüyen çıban patlamak üzere ve bu büyük çıbanın başı patladığında etrafı irin ve cerahat saracak, bu pisliğe bulaşan herkes adalet, savcısı, hakimi, siyasetçisi de dahil yargı önünde hesap verecek.
Dolayısıyla ülkenin kökten bir değişime ihtiyacı var. Bu değişim, yukarıda belirtildiği gibi sadece bir siyasi iktidar değişimi değil, zihniyet ve sistem değişikliği olmalı. Evet Türkiye’yi, sürüklendiği karanlık uçurumdan kurtaracak tek şey hoşgörünün, kardeşliğin, karşılıklı anlayışın, insana sevginin ve saygının ön planda olduğu, hukukun üstünlüğünün sadece teoride değil, pratikte de uygulandığı, yepyeni bir demokratik sistem.
Bu büyük değişimi gerçekleştirecek olan bir neslin geleceği konusunda halen ümidimizi yitirmedik.