Yaradanın halk ettiği ilk şey nokta, varlığı gaybdan çıkarıp alem-i şehadetle
buluşturduğu vasıta ise “söz” olmuştur. Vareden ilk önce, “kün” dedi. Kün; ‘var
ol’ demek. Yoktan, sebepsiz, kudrete dayanarak var ol.
Devam etsin var olman,
lakin kayıtsız da değilsin. Dur! diyene kadar, var olmaya devam et. İlk söz inşa
ile başlamış, yapıcı olmayı salıklıyor Hâlık. Sözden gaye yapıcı olmalı, hayırlı
olmalı demek ki. Zaten söz sultanı da “ya hayır konuş, yada sus” demiyor mu?
İlk söz, Var Edenden var edilene, sonra var edilenden Var Edene, sonra da var
edilenler arasında olmuştur. “Ol” deyince Hâlık, mahlukat göz kırptı ilk önce
şehadet alemine. Bismillah deyip ayağa kalkınca “Elhamdülillah” dedi ilk söz
olarak.
Sonra kendi aralarında “Selam”, “Merhaba” dediler. Bu noktada “Söz
olmasaydı, bizler, ezele ait hiçbir şeyi duyamaz ve Yüce Yaratıcı’nın, gönlümüzü,
gözümüzü dolduracak esrarını anlayamazdık…” buyurur Fethullah Gülen
Hocaefendi. Tanıma, bilme, anlama, idrak etme hep söze bağlı. Sözün gücü ve
nezaheti nisbetinde, anlayış ve idrak de hasıl olmuş olur. Ve yine bizim
medeniyet sarayımız, söz sultanlığı temelleri üzerinde inşa olmuştur. En ince, en
beliğ, en selis, en fasih, en bedî, en tertipli – güzel, en kapsamlı ifadelerin sahibi
Allah’ın (cc) kelamıdır. Sonra Cevami’ül Kelim sahibi Efendimiz (sav). Ardından
bu iki tatlı su kaynağından beslenen tilmizleri gelir ki onlar, Kur’an ve
Peygamberin ifadelerini kaneviçe gibi işleyen edepli ediplerimizdir. Ve böyle bir
birliktelikle, ince ince “söz”lerle inşa etmişlerdir medeniyet sarayımızı. Biz
edebimizi, imanımızı kaybedince, lisanımızı da kaybettik.
Rabb’imizi sena ederken yüreğimiz hoplardı. Kendini hangi isimlerle
isimlendirmiş ve nasıl tavsif etmişse öyle sena ederdik biz Hâlık’ımızı (cc). Esmai
hüsnası ile niyaz ederdik seherlerde.
Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni,
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni,
derdi gönüllerimiz.
Bir sıkıntı anında Ya Allah!, ya Sabır, şefkate muhtaç
olduğumuzda ya Rahman!, ya Rahim!, maddi bir sıkıntıya düşünce ya Kerim!,
zorlu bir mania ile karşımıza çıkınca ya Ehad!, ya Samed!, bir hastalığa düçar
kalınca ya Şafi!… der ve sığınırdık Yaradana. Ne güzel, ne tatlı çağrılardı bunlar.
Merak ediyorum şimdilerde karşılaştığı şeyler karşısında bir Esma-i İlâhinin
gölgesinde kaç kişi gölgelenir.
Varlık sebebimiz, kainatın yaratılma vesilesi, Sonsuz Nur, Hz Muhammet
Mustafa (sav)’i bütün güzel ifadelerle yad etmez miydik? Ya Resulullah!, ey
Allah’ın (cc) Sevgilisi!, ey Nurların Nuru!, ey Varlığın özü!, ey Sırların Sırrı!, ey
Nebiler Hatemi!, ey Hidayet Güneşi!, ey Mü’minlerin, Sıddıkların, Nebilerin,
Secde Edenlerin Efendisi!, (sav) ve daha nice senakar sözler söylenirdi
kürsülerde, minberlerde, eyvanlı konaklarda, gönül sofralarında…
Hanımlarımıza ifadelerimiz de bir o kadar enfes ve harika değil miydi? İbrahim
Hakkı Hazretleri’nin diliyle ifade edelim; “İzzetli, hürmetli, hakikatli, adamlıklı,
şefkatli, hatırlı, gönüllü, asilli, usullu, akıllı, izanlı, hünerli, marifetli, üsluplu,
güzel huylu, tatlı dilli, uzun boylu – ince belli, ayıpsız hatunum, helalim, nazlı
yar-ı gamgusârım, şenliğim, şöhretim.” Sonra, Refika-i Hayatım, gözümün nuru,
ve daha nice unuttuğumuz iltifatkar sözler. Efendimiz (sav) Hz Aişe annemize;
Humeyram (pembe yanaklım), göznurum… diye hitap etmiş ve sevindirmiştir
zevcesini/ zevcelerini tatlı iltifatlarıyla.
Hanımlarımız beylerine sadece isimleri ile seslenmez, şanına uygun iltifatkar
sıfatlarla hitap ederlerdi. “Efendi, efendim, evimizin direği, sığınağım,
merhametlim, bey, ruh-u canım, devletlim, iki gözüm,….” ifadeleri ne kadar da
yuva sıcaklığında değil mi?
Bir birimizle konuşurken de adeta sanat icra eder ve Hocaefendinin ifadeleriyle
“Biz birbirimize “Buyurun efendim!” der; “Evet efendim!”le saygımızı
seslendirir; kendimizden bahsettiğimizde “bendeniz”le söze başlar,
muhatabımızı “zat-ı âliniz” sözüyle taltif eder, tekliflerimizi “buyurun”,
“lütfedin” ifadeleriyle dile getirir, oğullarımızdan söz açarken “köleleriniz”
demeye özen gösterir, karşı tarafın evi söz konusu ise “devlethane” demeyi
ihmal etmez, söz bizimkine gelince “fakirhane” der geçer; dediğimiz, ettiğimiz,
ortaya koyduğumuz her şeyde gayet içten, ince bir tavır sergiler ve hep “edep”
der oturur-kalkar, çevremize edepten buketler sunardık.”
Büyüğümüzü bilir tanır ve saygı gösterirdik. Kimdi büyük? Yaşda büyük olanlar
vardı, ilimde büyük olanlar vardı, makam ve mevkide büyük olanlar vardı ve
bunların hepsi büyük sayılırdı nezdimizde. Adeta saygı ve nezaket göstermek
için bahane arardık. Büyüğün yanında konuşmaz, o sormadan cevap vermez,
ona soru sorulmaz, sorduğu vakitte sessiz ve usulünce cevap verilirdi. Cevap
verildikten önce veya sonra da “siz daha iyi bilirsiniz” demeyi ihmal etmezdik.
Büyüğe ille de hâl ve hatır sorma icâb ederse; “inşaallah afiyettesinizdir” gibi ince
bir üslub kullanılırdı. Konuşan kim olursa olsun nazarlar ve beden tamamen ona
tevcih edilir, büyüklerin yanına izinsiz girilmez, girildikten sonra da izinsiz
çıkılmazdı. Büyükler, bir topluluğun olduğu yere girerse kimsenin ayağa
kalkmasına müsaade etmez ama küçüklerde mutlaka ayağa kalkmak isterdi.
Büyüğümüze hitap etmemiz gerektiğinde “Efendim” veya daha başka yücelten
bir ifade ile seslenilirdi. Sevdiklerimize “rast” gelir, çok haz etmediklerimizle
“karşı”laşırdık…
Hasılı, bizim kendimize göre, yerine, konumuna ve zamanına uygun
hitaplarımız vardı. Ve bizim hitaplarımız engin bir sevgi, konuma uygun bir
saygı içerirdi. Baştan aşağı herşeye karşı çok zengin ifade şeklimiz ve
üslubumuz, hem samimi ve güven verici, hem de sıcacık ve kucaklayıcıydı.
Maalesef biz şimdilerde bu hitap çiçeklerimizi de arayıp bulmak, bulup
nesillerimize miras bırakmak zorundayız.