Fikret Kaplan-Shaber
Fethullah Gülen Hocaefendi, 1958 yılında Erzurum’dan ayrılıp trenle Edirne’ye seyahat etmek için hazırlık yaptığı sıralarda Mehmet Ali Şengül, 13 yaşlarında bir delikanlıydı… Ve bir gün yol kenarında Üstad Bediüzzaman’ın geçmesini beklediği sıralarda Üstad durup diğer çocuklarla birlikte onu da bizzat yanına davet etmişti.
Bediüzzaman, bu güzel delikanlı simasına bakmış ve Hizmet etmesi için ona dua etmişti. Böylece Üstad, rüyada Hocaefendi’ye gönderdiği bir kase cevizle onu hicrete yönlendirirken, diğer taraftan Hocaefendi’ye uzun yıllar hiç ayrılmadan arkadaşlık yapacak olan M.Ali Şengül’e de dua ediyordu…
Kader, onların yolunu bir başka çizecekti. Hüzünler, gurbetler, hapisler, mayınlı tarlalar, gözyaşları, yokluk ve zorluklar onların kaderi olacaktı.
Fethullah Gülen Hocaefendi, Edirne ve Kırklareli’nde uğradığı baskı ve takipler üzerine 1966 yılının Şubat ayında bir süre izne ayrılmış ve Ankara’ya gitmişti. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Yaşar Tunagür Hoca’yı ziyaret ediyordu.
Yaşar Tunagür Hoca, 1965 yılı sonbaharında Ankara’ya Diyanet İşleri Başkan vekili olarak tayin edilmişti. Kestanepazarı’ndaki talebeler ve camiye gelen insanlar “Bizi kime bırakıp da gidiyorsunuz?” deyince, Yaşar Hoca onlara “Size öyle kıymetli birisini göndereceğim ki, kısa bir müddet sonra beni bile unutacaksınız” demişti. Onlara isim vermemişti; fakat kafasında sadece tek isim vardı. O da henüz 27 yaşında genç bir hoca olan Fethullah Gülen Hocaefendi’den başkası değildi. Mehmet Ali Şengül o sıralarda Kestanepazarı’nın talebelerinden birisiydi…
Ve Hocaefendi istemese bile Yaşar Hoca’nın zorlamasıyla 11 Mart 1966 tarihinde İzmir’e tayini yapıldı.
Fethullah Gülen Hocaefendi bu hadiseyi şu şekilde aktarıyor.
“Yaşar Hocaefendi Diyanet İşleri Reis Muavini olarak Ankara’ya gelmişti. Ona durumumu anlattım. Meğer aklında başka bir düşünce varmış. İzmir’den ayrılırken onlara kendi yerine beni göndereceğini söylemiş ve benden sitayişkârane bahsetmiş.
Bana:
“Bir dilekçe yaz ve İzmir Vaizliğini iste.” dedi. Ben, aniden böyle bir teklifle karşılaşınca şaşırdım:
“İzmir büyük yer, beni yutar. Mümkünse beni şarkta küçük bir vilayete verin.” dedim. O ısrar etti. Bir başkasına dilekçe yazdırdı, bana da zorla imzalattı. Daha sonra da kararnameyi Diyanet İşleri Reisi Elmalı’ya imzalattı.”
Yaşar Tunagür Anlatıyor:
“Ankara’ya gider gitmez de ilk işim Hocaefendi’nin tayinini İzmir’e yapmak oldu. Ve böylece bu müessese ehil bir insana teslim edilmiş oldu. İnsanı hangi ameli kurtaracaktır, bunu ancak Cenab-ı Hakk bilir. Fakat ben kendi namıma şöyle düşünüyorum: “Ahirette beni kurtarmaya vesile olacak hiçbir amelde bulunmadım. Sadece bir işe vesile oldum ki bütün ümidim ondadır. O da Fethullah Efendi’yi İzmir’e tayin etmiş olmamdır. Evet, beş senelik Diyanet İşleri Reis Muavinliği döneminde yaptığım en hayırlı iş odur.”
İşte Hocaefendi, 25 Mart 1966’da İzmir Kestanepazarı’na geldiği sırada orada Kur’an derslerine devam etmekte olan Mehmet Ali Şengül 6 ay kadar önce askere gitmişti.
Bu arada, Hocaefendi, elinde iki çantayla Kestanepazarı’na geldiğinde bazı insanlar çok hayret etmişti. Yaşı yirmi yedi dolaylarında olan birinin idareci olarak gelmesini kabullenememişlerdi. Hatta hocaların içinde, hem de kendisine duyuracak şekilde:
“Yaşar Hoca, bula bula bu çocuğu mu bulup gönderdi!” diyenler olacaktı. “Yaşar Hoca’nın ‘Size öyle kıymetli birisini göndereceğim ki, kısa bir müddet sonra beni bile unutacaksınız, dediği Hoca bu muydu!”
Bu dedikodular kulaktan kulağa yayılacak; ama Hocaefendi o ateşin vaaz ve sohbetleriyle… talebeye olan düşkünlüğüyle ve sahabenin izdüşümü olan hayatıyla onları şaşırtacaktı.
Hocaefendi, kimseye yük olmamak için burada eşyasını müdür odasındaki küçük cam bir dolaba yerleştirdi. Odada, gece gündüz kullandığı, açılıp kapanan bir koltuk vardı. Gündüzleri onu koltuk olarak, geceleri de yatak olarak kullanıyordu.
Altı ay kadar sonra, kendisine kalacak bir yer yaptılar. Burası tahta bir barakaydı. Eni de boyu da iki metre genişlikte bir yerdi.
Tahta Kulübesini seviyordu Hocaefendi. Küçük bir yerdi. Uzansa ayakları duvara değerdi. Lavabosu vs. yoktu. Ellerini dışarıdaki bir bidonda yıkıyordu. Fakat bu küçük oda, insan ruhunu doyuracak seviyede hizmet veren yerlerden biri oldu. Çok mütevazı ve sade bir yerdi; fakat daha sonra meydana gelecek nice hizmetlere işte bu oda analık yapacaktı. Bir han gibi işleyecekti orası…
Hocaefendi, ötelerin yamaçlarına kurulmuş olan bu Tahta Kulübesinde hiç eksik olmayan misafirlerine hususi çay yapar ve ikram ederdi.
Ali Rıza Güven Bey o günleri şöyle anlatıyor:
‘Yaşar Tunagür Ankara’ya gidecekti. Kendisinden yerine mutlaka birini bulmasını talep ettik. Zaten aldığımız söz üzerine gidişine muvafakat ettik. O da Hocaefendi’yi gönderdi. Hepimiz onu çok genç bulmuştuk. Acaba Yaşar Hoca’nın yerini doldurabilecek miydi diye. Fakat o çok kısa zamanda tereddüt ve kuşkumuzun yersizliğini ispat etti. Onu, tahminimizin çok üstünde, alim, faziletli, feragat sahibi ve çalışkan bir insan olarak bulduk. Disiplinine hayran olmamak mümkün değildi. Hem derslere girer hem de talebenin sevk ve idaresiyle meşgul olurdu.
Hocaefendi beş sene kadar Kestanepazarı’nda hizmet verdi. Bu zaman zarfında yetişen talebeler çok daha başka yetişmişlerdi. Şuurlu ve ruh köklerine bağlı birer insan oldular.
Talebelerin her şeyi ile bizzat meşgul olurdu. Dersleriyle, terbiyeleriyle ve sosyal durumlarıyla.. O hem yurt müdürü hem de başöğretmendi. Yetişen talebeler de ona göre ihlaslı ve samimi oluyordu. Bu farkı her zaman hissetmişimdir. Kestanepazarı Camii’nde verdiği vaazlar da çok ilgi topluyordu.’
Fakat, 1967 yılında Mehmet Ali Şengül vatani görevini tamamlayıp geri döndüğünde bu ateşin Hoca, yoğun koşuşturmadan dolayı hastaydı ve vaazlara çıkmıyordu.
Devamlı riyazattan bünyesi iyice zayıf düşmüştü. Buna rağmen bir-iki saat uyku ile yetiniyordu. Bazen sabaha kadar beklediği ve hiç uyumadığı oluyordu. Geceleri birkaç defa banyoları, tuvaletleri ve yatakhaneleri dolaşıyor, talebeleri kontrol ediyordu. Bir taraftan talebe ile yakından ilgileniyor, diğer taraftan da gördüğü gayr-i nizami durumları düzeltmeye çalışıyordu.
Mehmet Ali Şengül askerden döndüğü o ilk hafta Cuma günü Kestanepazarı’na
gelmişti. Bu sırada Kur’an kursundan İbrahim Bey, Hocaefendi hasta, başı gözü sarılı olduğu için Şengül’e Cuma hutbesini irad etmesi için ısrar edecek ve Hocaefendi ile tanışmanın ilk adımı böylece atılmış olacaktı.
Şaşkınlık içinde askerden yeni geldiğini ve hazır olmadığını defalarca ifade etse de onu dinlemeye niyeti yoktu İbrahim Bey’in ve:
‘Bunun için mi bu kadar emek verdik sana!’ sözleri karşısında da mecburen kabul edecekti. Ve o gün hutbeye çıkacaktı M. Ali Şengül…
Namazdan sonra ise bir talebe gelip:
‘Abi, Hocaefendi seni çağırıyor!’ diyecekti.
‘Tahta kulübeye gittim!’ diyor ve devamında o günkü hatırayı şöyle anlatıyor M. Ali Şengül:
‘O cumadan sonra ikindiye kadar başka kimse olmadan konuştuk. Bu ilk tanışmamız oldu. Tevazu ve mahviyeti bana cesaret verdi. ‘Hocam! Bana ilim tahsil ettirebilir misiniz?’ dedim. ‘Ben ilim okutmasını bilmem; ama istersen birlikte müzakere edebiliriz!’ dedi. Ardından 4 kişiyle Hocaefendi’den ders almaya başladık. 9 ay süren bu dersler bize 9 yıllık bir birikim kazandırdı adeta.’
Hocaefendi, İzmir’e ilk geldiği günlerde Sungur Ağabey de gelmişti. Kendisine: “Fethullah kardeş, burada hiç evimiz yok. Bir ev açalım. İzmir büyük bir yer” demişti.”
Ve bu ilk Hizmet evinin açılışında Mehmet Ali Şengül, hep Hocaefendi’nin yanında olacaktı. Bu evin döşenmesinde, halılarının bulunmasında onun büyük emeği olacaktı.
Bu ilk Hizmet halkasıyla Hocaefendi’nin: ‘İki deli, bir veliyle yola çıktım.’ dediği o veli Mehmet Ali Şengül’dü.
İzmir’de hizmetlerin başlamasına ilk nüve bu evle atıldı… Burası iki katlı bir binaydı. Üstünde de bir çekme kat vardı. Fırsat buldukça Hocaefendi bu eve gidip geliyordu.