6-7 Eylül 1955 olayların üzerinden 66 yıl geçti.
Gayrimüslimlere saldırılar düzenlendi.
İstanbul’lu azınlıkların evleri, iş yerleri, okulları, kiliseleri ve değerli eşyaları yakılarak tahrip edildi.
Tıpkı günümüz gibi.
Bu ‘tarihi utanç’ın yıl dönümü.
Hesabı sorulmadı.
Hesap vermeyen bu aşağılık zihniyet, suç işlemeye devam ediyor.
Dün yapanın yanında kar kaldığı için bugünküler cesaret ediyor.
Yarın da bu şenaat devam edecek.
Dedem’in bir asır önce yaşadıklarını anlatayım.
Kendi çapında âlim sayılırdı, rahmetli dedem.
Molla Ali diye bilinir, hürmet görür, halen saygıyla anılıyor.
Hafızdı.
Yazdıklarım, salt bir dede övgüsü değil, arifti ve bilgeydi.
Aynı zaman da köyün doktoru gibiydi.
Hastalara iğne yapar, tabi bitkilerle tedaviyi tavsiye ederdi.
İlçeden ilaç getirtir, hasta ve çaresizlere deva bulmaya çalışırdı.
Molla Ali Çelik…
EMEKLİLİK HAKKI VE EMEĞİ GASP EDİLDİ:
Doğup büyüdüğü topraklar, kurşun madeni bakımından zengin olduğu için, kentinin ismi;
‘Kurşunlu Köyü’ydü. Henüz okulun olmadığı yıllarda, köyün öğretmeniydi o.
Kur’an öğretmeyi boyun borcu bilir, güzel ahlak derslerini de ihmal etmezdi.
Temiz giyinir, ibadetinden asla taviz vermezdi.
Gece ve kuşluk (Duha) namazını farz namaz gibi önemser, namazı çokça kılardı.
Kılanları bağrına basar, kucaklardı.
120 hanelik köyün büyük çoğunluğunda, emeği ve hakkı vardı.
Uzun yıllar köyünde muhtarlık yaptı.
Dışardan sınavlara girerek, diploma sahibi oldu.
Sonra uzun yıllar ilçemizde, Diyanet’in imamı olarak da görev yaptı.
Anasının ak sütü gibi helal olan ‘emeklilik hakkı’ elinden alındı.
Gizli bir el çalışma yılları ve dosyasını adeta yok etti.
Orta da hiç bir gereçe de yoktu.
KHK’lılar gibi…
Hakkını alamadan göçtü bu dünyadan.
Evlat ve biz torunlarını ihtimamla gözetti, büyük zâtların isimlerini koydu.
Âlimleri sever, yolunu takip ettiği mübarek insanlarla ‘kardeşlikten öte’ duygusal bağ kurardı.
Politikacıları, günahı kadar sevmez ama iyi bir Özal hayranıydı.
Atatürk’ün memlekete katma değerine hep dikkat çeker, onun döneminde yaşanan zulümlerin hiç unutulmaması gerektiğinin altını çizerdi.
Memleketini, milletini sever, gerçek kardeşliğe, ülke bütünlüğüne hep vurgu yapardı.
Irkını sever ama ırkçılığı, ırk üstünlüğünü hep lanetlerdi.
Üstünlüğün takvayla mümkün olacağını, münevver olmanınsa, ancak tevhit ile taçlanabileceğine söylerdi.
Zulmeden devlet anlayışından ‘şeytandan kaçarcasına’ uzak dururdu.
Şefkatli ve merhametli devletin memurlarına, evinde en güzel ikramlarda bulunur, ağırlar, baş tacı ederdi.
İlim erbabı her daim evinin başköşesini tutardı.
Kitapları, köy şartlarındaki evinin kütüphanesi, akademik hırsızlık (intihal) yapan koca üniversite rektör ve birçok profesörlerinkinden de belki daha zengindi.
İki oğlunu, ilçede küflü ekmekle ve zor şartlarda okutarak, birini profesör olmak üzere devlet memuru yaptı.
Haksızlıklara ve hırsızlara tahammülü yoktu.
Mert ve cömertti dedem.
94 yaşında vefat etti.
Molla Ali eşi, torunlarıyla…
MAZLUMLARA, ZULMEDENLERE KARŞI DUVAR GİBİYDİ
Şahit olduğu, karşılaştığı haksızlıklar dağlar misali, haddi hesabı yoktu, yaşadığı coğrafyada.
Kısa boylu olmasına rağmen, zulmün parçası olmuş, haksızlık yapan iri kıyım eli kolu silahlı gruplara (asker-polis dâhil) kafa tutar, itiraz ederdi.
90’lı yılların karanlığında, Doğu-Güneydoğu’da halkının kim-vurduya gittiği kaos döneminde, hakşinas karakterinden ödün vermedi.
Köylülerin, kentlerin ‘gece silahlı- gündüz külahlıların’ cirit attığı, insanların çaresiz kaldığı dönemlerde, gücü nispetinde elif gibi dimdik durdu.
Herkes Molla Ali’yi, şu dik duruşuyla tanır:
Olağanüstü Halin hükümferma sürdüğü 1987’lerde sıcak güneşin altında saatlerce bekletilen köylüleri ezen TİM Polisi Müdürü’nün acımasızlığı sırasında; “İsmin ne, kimsin?” sorusunda;
“Adım yetimdir ve esirdir.” diye cevabı vermiş(ti), sınır tanımayana.
Haddini bildirmişti, silahlı zorbalara.
7 yaşında yetim kalan, kendi dedesine karıncalı işkence travmasını yaşayan, esir muamelesini görmüştü.
‘Şafak operasyonu’ ve baskınlarıyla anne ve babaları derdest edilen on binlerce yavrunun günümüzde yaşadığı travma gibi.
O dönemleri, yer yer bizimle paylaşır, geçmişe süzülürdü.
O hüzünlenir, bizlerse onunla kederlenirdik.
KARINCALI İŞKENCE VE HINCINI ALAMAYAN ZÂLİMLER!
Hele Cumhuriyetin ilk yıllarında Diyarbakır Bölgesine, halka eziyeti meslek haline getirmiş komutanın hikâyesini hiç unutamam.
Namını gaddarlıkla yürüten bu komutana, “Deli Fikri” diye lakap takılmış.
Türlü bahanelerle köyleri basar, halka; akla, hayale gelmedik zulümler edermiş.
Dedem, henüz yedi yaşındayken, Deli Fikri’nin askerleri, baskına gelmiş, dedemin kendi dedesini falakaya yatırmışlar gözlerinin önünde.
Tıpkı bugünkü hak hukuk tanımazlar gibi; hıncını alamamış, köye nazır kocaman meşe ağacına, odun kendirlerle bağlamış, masumları.
Hâlâ ayakta olan bu meşe ağaçları, oldukça büyük gövdeli ve iri kıyım.
Bu ağaçlar (ne hikmetse) sıvama, karınca yuvası gibi.
Isırınca da, arı sokmuşçasına can yakar.
Deli Fikri ve ekibi, yöre halkını devlet denen erkten koparmaya adeta ant içmişlerdi.
Devletin sert ve haşin yüzünü temsile yeminli bu ekip, günümüzdekiler gibi…
Karıncalı meşe ağaçlarına masum köylüleri bağlayan kolluk güçleri, mavzerlerini çatıp, inleyen ahaliyi keyifle izlerlermiş.
Adına “Karıncalı işkence” koymuş, sıdkı sıyrılmışlar tarafından.
Yedi yaşında bütün bu mezalime şahit olan dedem, Emr-i Hakk vaki olup öteye gidinceye dek, dedesinin o günkü karıncalı feryatlarını sanki yeniden işitir, ürperirdi.
Diyeceğim o ki; bu zihniyet bazı yıllar gizlendi, ara ara uç verip, yine yeni on yıllarda bu zülüm çarkı işledi.
Mesela, Diyarbakır meydanında kurulan darağaçları şeklinde zuhur etti 20’li yıllarda.
30’lu yıllarda Dersim’i haritadan sildi.
Hakeza, gayrimüslim düşmanlığını yaptı, bu zifirî karanlık düşünce.
50’lilerde, 6-7 Eylül olaylarıyla bu kâbus “buradayım” dedi.
60’lı yıllarda, bakan ve başkanları darağaçlarına götürdü, bu kindar anlayış.
80’li yıllarda kardeşi kardeşe, memleket evlatlarını birbirine kırdırmayı başardı.
90’larda binlerce faili (belli ama) meçhul cinayetler kalleşliği yapıldı.
Ve çakma ve planlı 15 Temmuz darbesiyle, bu kez milyonları öğüttü bu zulüm çarkı.
Level atlamış, pik yapmıştı, aynı karanlık kâbusun temsilcileri.
Yine kine doymuyorlar, yaşa ve cinse bakmaksızın.
Selahattin Demirtaş, Tunceli’de kül olan yangınlara müdahale etmeyen ‘Tek adam’ rejimine; “1938’de Dersim neden bombalandıysa ormanlar da aynı gerekçeyle yakılıyor.” Tarihi tespitinde bulundu.
Öyle ya!
“Deli Fikri” hangi gerekçeyle Molla Ali’ye, “Karınca işkencesi travmasını yaşattıysa, milyonlara karşı öfke nöbetlerine yakalanan ‘Kasımpaşa’nın Kabadayısı’da aynı gerekçeyle mirası sürdürüyor. e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au