RECEP ATICI- ZAMAN AVUSTRALYA
Malumunuz 20-24 Eylül tarihlerinde Cenevre’de orijinal adı Turkey Tribunal olan bir vicdan ve halk mahkemesi kuruldu. Bu mahkeme ülkemizdeki hâk ihlallerini masaya yatırdı. Alanında uzman beş hâkim müştekileri dinleyip hazırlanan belgeleri inceledikten sonra kararını açıkladı.
Açıklanan karardan ne yazık ki Türkiye’nin sistematik olarak işkence uygulandığı hükmü çıktı.
Mahkeme Başkanı Prof. Em. Dr. Françoise Barones Tulkens:
“Bu kararın hukuki açıdan her ne kadar bir müeyyidesi olmasa da ancak ahlaki olarak elbette bir yaptırımı olacaktır.
Zira mahkeme heyeti saygın hâkimlerden oluşmaktadır ve Türkiye’ye karşı tarafsızdırlar.
Tribunal, tanıkların katılımlarını ve sessizlik duvarlarını yıkması sebebi ile çok önemlidir.
Tanıkların uğradığı fiziki ve psikolojik işkenceler, bağımsız raporları da doğrulamaktadır” dedi.
Ayrıca; “Bu tanıklıklar ve sunulan raporlar, şayet uluslararası mahkemelere taşınırsa; ‘İnsanlığa karşı işlenen suçlar’ kategorisinde değerlendirilir ve sanıklar ağır cezalar alabilir” ifadelerine yer verdi.
AHMET ALTAN’IN SAVUNMASI!
Bu vicdan ve halk mahkemesini baştan sona izlemeye çalıştım ve aklıma ilk gelen isim Ahmet Altan oldu.
Hatırlayacaksınız ‘Sübliminal Mesaj’ vermekle suçlanan Altan, tam üç kez ağırlaştırılmış müebbetle yargılandı.
Onu hatırlamamın sebebi ise “Ahmaklığın Adaleti” başlıklı savunması idi.
Hukuk Fakültelerinde ders olarak okutulacak o savunma keşke Turkey Tribunal’de kendisi tarafından ifade edilseydi.
Böylece Türkiye’deki yargının tek adamın ağzından çıkacak bir söze baktığı bizzat uluslararası mahkemelere taşınırdı.
O savunmada Altan, mahkeme başkanı tarafından üç kez uyarıldı ve ‘mikrofon kapatma’ tehdidiyle gözdağı verildi.
Ancak o buna aldırmaksızın, “Benim bunları söylemek için mikrofona ihtiyacım yok. Ben bugün buraya yargılanmaya değil yargılamaya geldim” dedi.
Bu söz aslında ülkemizdeki yargıçların acınası halini net ortaya koymaktaydı.
Mahkemenin tamamını okumasına izin vermediği o savunmada Altan, yargıçlara şöyle sesleniyordu: “Benim insanları cezalandıracak bir gücüm yok, zaten öyle bir gücümün olmasını da istemem.
Ama benim cinayeti ortaya çıkaracak, katillerin kimliklerini belirleyecek, kullanılan kanlı silahları sergileyecek, olanları dünyaya anlatacak ve işlenen suçları kayda geçirecek bir gücüm var.”
Altan, aslında bu ifadeleriyle iradesi başkalarının elinde ipotek olan yargıyı tehdit ediyordu.
Evet Altan, o savunmada “Her zorba, her zalim, her diktatör hukuku öldürmek ister” dedikten sonra can çekişen hukukun yüzüne pervasızca şunları söyledi: “Yargı vurulup düştüğü anda çürümeye başlar, kurtlanır, kokuşur.
Damarlarından kan yerine irin akar.
Ölen ya da ölmekte olan bir yargı öyle korkunç kokar ki cehennem bile o kadar kötü kokmaz.
Bugün Türkiye’yi saran bu çürümüş ceset kokusu, ölmekte olan bir yargının bütün topluma yayılan, herkesi ürküten kokusudur.”
O, bu kokuşmuşluğun nedenini de şöyle izah ediyor: “Hindistan’dan Norveç’e, Almanya’dan İngiltere’ye, Fransa’dan Brezilya’ya, İtalya’dan Amerika’ya dünyanın bütün büyük gazeteleri bu davaya geniş yer ayırıyorlarsa…
Birleşmiş Milletler’den Avrupa Konseyi’ne, Avrupa Parlamentosu’ndan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na kadar birçok uluslararası kuruluş bu davayı yakından izliyorsa bunun nedeni, bu kokuşmuşluğun bütün insanlığın birikimlerine hakaret sayılabilecek bir pervasızlıkla bu davada sergilenmesidir.”
YANGI NASIL SİYASETİN KÖPEĞİ HALİNE GETİRİLDİ:
Altan, bu sözleriyle deyim yerindeyse davanın savcılarını yerden yere vuruyor ve yargıyı paspas haline getirenler de “Hiçbir utanmaları yok. Açıkça yalan söylüyorlar. İsimlerinden ve meslekî onurlarından vazgeçmişler. Yargının içine sızıp, yargıyı öldürenlerle suç ortaklığı yapıyorlar” diyerek yargının nasıl ‘siyasetin köpeği’ haline getirildiğini de direk mesajla yüzlerine çarpıyordu.
Ülkedeki mevcut adaletin artık “ötekinin cezalandırılması” olarak gören bir yargı düzenini oluşturulduğunu dile getiren Altan, “Öteki” den kastının da “Mevcut iktidarın bütün muhalifleri” şeklinde tanımlamakta ve bu konuda “Bırakın darbe yapmayı, kendilerini hedef alan zulme itiraz etme imkânına bile sahip olmayan binlerce masum adına da konuşma hakkına sahibim” diyerek masum, mağdur bir kitlenin haklarını da orada dile getiriyor.
Kendisi için istenen ağırlaştırılmış müebbet cezasına atıfta bulunarak; “Anayasa, yasa, Yargıtay dinlemeyen bir yargı siyasi iktidarın emirlerine uyarak bizi ‘hapishanede öldürmek’ için yargılıyor.
Bilesiniz ki hangi zorba haksız uygulamalarla muhaliflerini cezalandırdıysa, aynı cezalarla kendisi de karşılaşmıştır.
Giyotine gönderen giyotine gitmiş, hapseden hapsedilmiş, sürgüne yollayan sürülmüştür.
Zorbaların verdikleri cezalar, kendi kader haritalarında da ulaşılacak bir menzil olarak işaretlenmiştir.
Ben hapishanede ölmeye hazırım, ya siz? ”
Gerçi ‘edepten payesi olmayan’ hâkim ve savcıların ‘kızarmaz yüzlerine, yaşarmaz gözlerine’ hangi sözü söyleseniz sermayelerinden bir şey kaybetmezler.
Onun için Altan’ın “Ahmaklığın Adaleti” savunması keşke Turkey Tribunal’a taşınsaydı.
İşin doğrusu tarihin sayfalarına emanet edilen bu savunmayı dinlemeden önce ülkemdeki bunca mezâlim karşısında, sesini yükseltebilecek bir Emile Zola göremeyince baya ümitsizliğe kapılmıştım. Ancak Altan’ı dinleyince babası Çetin Altan’ın dediği gibi ‘Enseyi karartmaya gerek olmadığını’ bir daha görmüş oldum. Allah Ahmet Altan’a uzun ömürler versin.