Osman Şimşek
1997 senesinde yüreği pır pır, taze bir öğrenci olarak ders halkasına katıldığımda, Altunizade FEM’in ukbâ kokulu terasında ilk duyduğum ayetlerden biri, “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.” (Ahzâb, 33/4) mealindeki ilahî beyan idi. Düalite’ye uzak durma ve içi-dışı bir yaşama ilkesi, o sohbet meclisinden aldığım birinci nasipti. Bazı tefsirlerden bu cümlenin farklı yorumlarını okumuştum; fakat Fethullah Gülen Hocaefendi, onu Tevhîd hakikati ile açıklıyordu. Hocamıza göre, bir insanın hem “tevhîd” deyip hem de ona ters davranması, Allah rızasından bahsedip başka hedefler peşinde koşması “iki kalplilik” demekti ki, bu da bir tenâkuz, ikilem ve ikiyüzlülük idi.
Bu düşüncesini açıklama sadedinde anlattığı hatıra zihnimde capcanlı; demişti ki: “Eski yıllarda borcunu bilerek ödemeyen birine, alacaklının şikâyeti üzerine hatırlatma mahiyette iki satırlık bir mektup yazmıştım. O zat, cevap olarak gönderdiği satırlarda, kendisini biraz anlattıktan sonra, “Ben o borçları falan-filan olarak değil, tüccar sıfatım ve kimliğim ile yaptım.” diyordu. Hâlbuki bir insanın böyle “iki şahsiyetli” olması, âyetin ifadesiyle “iki kalp” taşıması imkânsızdır. Sen ya o’sun, ya da bu.”
Evet, muhterem Hocamıza göre, hakiki bir mü’min, daha doğrusu iyi bir insan, halkın arasındayken nasıl bir hal sergiliyorsa, ıssız mekânlarda da öyle davranmalı; gizli-açık bütün ahvalinde tenakuza mesafeli, nifaktan uzak ve hep samimî kalmalıydı. Onun gecesi gündüzleri kadar aydın ve duru, gündüzleri ise pırıl pırıl ve berrak olmalıydı.
Son günlerde okuduğum yazılar ve yapılan yorumlar, Hocamızın halka-i tedrisindeki o ilk günümü ve birinci dersimi hatırlattı.
*
Ahmet Dönmez, geçtiğimiz aylarda birkaç kez yazılı mesaj göndermiş; sorularına cevap istemişti. En son ismimi andığı yazısından önce de Kamp’tan bir mektup aldığını, onun içeriğini de yazacağını ve adımın geçtiği kısımlarla ilgili düşüncemi öğrenmek istediğini iletmişti.
Bu mevzularla gündeme geldiğim için çok üzüldüğümü, özellikle başka mekânlara ve şahıslara dair anlatılan konuların ekseriyle ilgili bilgimin sadece duyumdan ibaret olduğunu, adımın zikredildiği hadiselerle alakalı da sükûtu tercih ettiğimi belirtmiştim.
Sükûtu hayırlı görmüştüm zira bir taraftaki Hocamızı karalamak, Hizmet’i yaralamak, arkadaşlarımızı horlamak için fırsat kollayanların uğultuları ile diğer yandaki en yapıcı tenkitleri dahi suizan, itham, hatta iftiralarla bastırmaya çalışanların vaveylaları arasında hakikatin sadâsı gadre uğruyordu.
Ayrıca, mübarek bir camianın fertlerinin kîl ü kâl ile meşgul olması da benim için hüzün sebebi idi. Söylenen her söz dalga dalga yayılıyor ve sohbet-i Canan’ın yerini faydasız dedi-kodular alıyordu. Sessizliğimin bir sebebi de buydu: Güft ü gu meclislerine malzeme vermiş olmamak ve yararsız konuşmalara yol açmamak. Allah biliyor ki, sadece iman, ihlas, hizmet, aşk ve iştiyak konulu muhavereleri çok özledim.
Bu arada, bilinmesini isterim ki, Ahmet Beye şunu da tekrarla vurgulamıştım: “Yazacağınız olaylardan ismimi dâhil ettikleriniz şayet doğru ise diyeceğim bir şey olmaz; fakat hilaf-ı vaki bir beyan okursam, tekzip etmekten çekinmem.”
Ayrıca, muhterem Hocamızla alakalı yorumların asla gerçeği yansıtmadığını, hele hakka ve insanlığa adanmış bir hayatı güç, iktidar ve dünya devşirme peşinde geçmiş gibi göstermenin insafa sığmayacağını da nazikçe ifade etmiştim.
Fakat bir süredir -gönüllülük harici- Hizmet’te bir vazifem ve temsil görevim bulunmadığından, böyle bir yazı yazmanın bana düşüp düşmeyeceği konusunda tereddüt yaşamış ve yetkili şahıs ya da kurumların açıklamalarını beklemiştim.
Son yazılıp çizilenleri okuyunca, özellikle de “Hocaefendi ve Fethullah Gülen” ayırımı içeren cümleleri duyunca, birkaç paragrafla da olsa düşüncelerimi özetlemeyi gerekli gördüm.
*
Atlanta hadisesini anlattığı günden bu yana üç ayrı yazısı ile ilgili Ahmet Dönmez’i tekzip etmem istendi ve beklendi. Fakat pek çok suizanna maruz kalmama ve bazı dostlarımla aramın açılmasına rağmen, “Yalana tenezzül etmeyeceğim!” dedim; edemezdim de. Ayrıca, bazen çok ağır bile olsa, Hizmet’i ve temsilcilerini tenkit çizgisindeki sözlerde art niyet aramadım; insanların sırf düşüncelerini ifade etmeleri sebebiyle yaftalanmalarını da asla doğru bulmadım. Fikir ve hisleri sükûnetle dinleyip gelişime vesile kılmak varken, “ad hominem”e sarılmayı zavallıca kabul ettim. Her birimizin farklı travmalar yaşadığı böyle bir dönemde, çoğu zaman da ıslah arzusundan kaynaklandığına inandığım eleştirileri kazanç saydım. Dolayısıyla, doğruları ikrar ettiğim gibi yanlışa itirazı da ahlaki bir sorumluluk biliyor; şimdi çok büyük suizan, hatta iftira içeren veya o şekilde anlaşılan bir kısım ifadelere -senelerin tanıklığına dayalı- karşı çıkmamın da bir hak olduğunu düşünüyorum.
Muhterem hocamızı sadece vaazlarından, sohbetlerinden, kasetlerinden, kitaplarından, dergi yazılarından tanımadım; dolayısıyla da arz edeceğim şahitliğim yalnızca okumalarıma ve duyumlarıma değil, aynı zamanda müşahedelerime dayanıyor.
Allah’ın lütfu ve belki de bir imtihan olarak, 20 seneyi aşkın bir süre muhterem Hocamıza -cisim ve mekân itibarıyla- yakın bulundum. Onun hemen her haline tanıklık ettim. Hele üç-dört sene odasına bitişik mahfilde sabahladım akşamladım. Halkın içindeki tavırlarını gördüğüm gibi, gecenin karanlığında ve yalnız anlarında saatlerce Rabbine yakarışlarını da -kulağımı duvara yaslayarak uzun uzun- dinledim. Kimi zaman hıçkırıklara dayanamayan gönlüm “Hocam, ne olur, yeter!” demeyi arzuladı; bazen de bunu yaptım, yanık münâcaat ve gözyaşlarıyla ıslanan sarığa, cübbeye, seccadeye şahit oldum. Yüzlerce insanın arasındayken namazı nasıl ciddi ikame ediyorsa, bir hastanenin yoğun bakım odasında, kanlar içinde yatarken de “Namaz zamanı dürterek bile olsa uyandırın!” dediğine.. vakit girince “Geç namazı kıldır, cemaat sevabından mahrum olmayalım!” isteğine.. ve o şartlarda hala Hak karşısında el-pençe divan durabildiği için yanaklarından akan şükran ifadesi damlalara tanığım. Alkışlandığı ve göklere çıkarıldığı anlardaki mahviyetini de aşağılandığı ve hakaretlere maruz kaldığı zamanlardaki tevekkülünü de müşahede ettim. Dostlarına vefasının derinliği ile beraber kendisini düşman bilenlere karşı şefkat, insaf ve hayırhahlık duygusunun enginliğine de hayran kaldım. Kısacası, Fethullah Gülen Hocaefendi’yi içi ile dışı bir, halk arasındaki hali ile dar dairedeki tavrı aynı, her zaman bir Hak âşığı ve Hak rızası sevdalısı olarak tanıdım. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun bütün hareketlerini Allah’ın hoşnutluğuna bağladığına -bir kıymeti olacaksa- şahitlik ederim.
İşin doğrusu, muhterem Hocaefendi’yi düalite ile ilişkilendirmede kullanılan her bir cümle için uzun uzun, yerinde ve mantıklı izahlar yapılabilir. Zira o yorum ve örneklerin bir kısmının yanlış bilgiye, bir kısmının mübalağalı söylentilere, bir kısmının genellemeci üsluba, bir kısmının dindeki azimet-ruhsat farkının gözetilmeyişine ve bir kısmının da hakkında değerlendirmeler yapılan insanı yakından tanımayıp rivayetler merceğinden ona bakmaya dayandığı açıktır. Ne var ki, her cümlenin detaylı ele alınması böyle bir açıklamanın istiap haddini aşar. Bu sebeple, çok dile dolanan birkaç misal vermekle yetineceğim.
*
M. Fethullah Gülen’in Adil Öksüz için “Ben bilmiyorum Adil diye birisi” şeklinde yayınlanan ve yayılan sözü maalesef iftiraya dönüştürüldü. İftira diyorum, zira bu tek ifade üzerinden zift havuzu medyası günlerce onun yalancı (!) olduğu haberlerini yaptı ve maalesef bunu daha sonra başkaları da o şekliyle kullandı. Hâlbuki o cümle Hocaefendi’nin Finlandiya Devlet Televizyonu’na verdiği röportajdan önü arkası kesilerek alınmıştı. Muhabir, Akıncı Üssü’ndeki sivilleri sormak istemiş; asıl isimleri ile beraber bazı gazetelerde geçen “kod” adlarını da zikretmişti. Soru tercüme edilirken, Hocaefendi bazı isimleri bilemediğini ve anlayamadığını ima edince, tercümanın yanındaki bir ağabeyimiz “Hocam, ajanslarda falana Sedat, filana Namık diyorlar; Sedat’ın şekli şöyle, Namık’ın sureti böyle…” izahatında bulunmuştu. Hocamız da kimin kod ad ve kimin gerçek isim ile anıldığını bilmediğini, yanına gelip giden her insanı öyle detaylı tanımasının da mümkün olmadığını anlattı. Bu esnada, misal verirken Adil Öksüz için “Namık” dendiği de geçti. İşte, videoyu yayına hazırlayan gazeteci tarafından aradaki bu konuşmalar çıkarılınca geriye hakkında güft ü gu yapılan o söz kaldı.
Şu hususa dikkatlerinizi rica ediyorum: O röportaj 2018 senesinin Nisan ayında yapıldı. O zamana kadar, muhterem Hocaefendi dünya basınına defalarca açıklamalarda bulunmuştu; 16 Temmuz 2016 sabahıyla başlayıp ilk bir ay boyunca -bazıları üç beş ekip bir arada- onlarca medya kuruluşu ile mülakat yapmış ve birkaç kere A. Öksüz soruları ile de karşılaşıp onlara cevaplar vermişti. Mesela, Temmuz 2017’de, yani Finlandiya Televizyonu’ndan bir sene önce, France 24 kanalına konuşmuş; A. Öksüz’ün bir dönem derslere katıldığını, Pennsylvania’ya da geldiğini ve hatta beraber bir fotoğraflarının medyaya yansıdığını söylemişti. İşaret ettiğim her iki videoya Google ya da YouTube aramasıyla kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Gerçek böyleyken, yarısı alınmış ve siyak-sibakından koparılmış bir cümle ile Hocaefendi’ye kizb isnat etmek hem yanlış hem yalan hem de iftira olur.
İkinci konu, ByLock meselesi. Ahmet Bey ve bazı kimseler, Hocamızın bir sohbetindeki “‘Bal yok’ mu diyorsunuz, ne diyorsunuz ona?” sözünü aynı çizgide yorumluyorlar ve asla anlayamadığım bir katiyetle “Kendi talimatı ile yazılan ByLock” diyorlar. Ben bunu ancak dünya farklılığı ile izah edebiliyorum. Çünkü belki bizim neslimizden itibaren telefona ve uygulamalara öyle bağımlı hale geldik ki, herkesi kendimiz gibi zannediyoruz. Oysa muhterem Hocamızın bir bilgisayarı ya da akıllı (!) olanından geçtim sıradan bir telefonu hiç olmadı. O türlü aletlere karşı merak duymadı; ihtiyaç halinde eline uzatılan araç gereçlerle zaruret miktarı meşgul oldu. Böyle bir insanın bahis mevzuu uygulamanın adını bilmemesi ve tereddütlü telaffuzu kadar tabii ne olabilir. Başkaları zan ile farklı şeyler söylüyorlar; şu halde ben de bilgiye dayanarak ifade edeyim: Hocaefendi’nin ByLock’un kuruluşu ya da yayılışı ile alakalı talimat verdiği iddiası da bir yalandır. Kendisine ne zaman birkaç kişi gelmiş ve bir proje sunmuşlarsa, o muhataplarına saygısının gereği dinlemiş ve hayırlı olması için dua etmiştir; ByLock ile alakalı bilgisinin bu ölçüde olduğunu biliyorum. Bu arada, malumu ilam kabilinden olsa da belirteyim; ByLock binlerce örneği olan ve milyonların kullandığı uygulamalardan sadece biridir; bundan herhangi bir şekilde suç delili üretmek hukuksuzdur ve zulümdür.
Üçüncü örnek, bir soru: “Neden ‘Hepsi benim yüzümden’ diyor?” Muhterem Hocaefendi’nin bu ifadesini 15 Temmuz hadiseleri ile ilgiliymiş gibi anlamak ve sunmak en hafif ifadeyle onu hiç tanımamak ve kalp hayatında çok önemli bir yer tutan “muhasebe” ahlakından habersiz olmak demektir. Muhasebe, nefsi sorgulama ve kendiyle yüzleşme Hak karşısındaki konumunu belirleyebilmiş halis kulların en önemli vasıflarından biridir ve aynı zamanda onların bu sıfatı bizler için de bir derstir. Çağlayan Dergisi’nde seri halinde yayınlanan başyazılar o cümlenin maksadını çok güzel ve yeterli şerh etmektedir. Bu söz ve ahlakın devrin hadiseleri ile alakalı olmadığını ispat için Hocamızın 20-30 sene önceki yazılarından misaller verebilirim. Fakat, 15 Temmuz’dan yaklaşık sekiz yıl önceki, 16 Haziran 2008 tarihinde Kırık Testi olarak neşredilen, “Benim Yüzümden!..” makalesini hatırlatmakla iktifa edeceğim.
Dördüncü ve son misal olarak, bazı yanlış yorumların azîmet ve ruhsat farklarına dikkat edilmediğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Hocaefendi gibi büyükler, kendi nefisleri söz konusu olduğunda meselelere azîmet ufkundan bakarlar; diğer insanlara ve hususiyle de halka bir şey derken, ruhsatlar zeminine iner ve oradan konuşurlar. Mesela, sürekli geceyi ihya etme üzerinde durur, karanlığın bağrında Hakk’a iç dökme tavsiyesinde bulunurlar; fakat başkalarının iki rek’at namazını yeterli görürken ve onlara asgari olanı salıklarken, kendileri birkaç saatlerini seccade ile halvete verir ve hastalıklarla inim inim inledikleri zamanlarda dahi o sünneti yerine getirirler. Hazreti Mevlana misillü, bir pergel gibi, bir ayağıyla olması gereken yerde, Tevhit’te, merkezde; diğer ayağıyla ise, 72 milletin içinde, onların ihtiyaçlarının tedariki derdinde. Bu bir ikilem değildir; düalizm gibi görünen bu hal, aslında maneviyat itibarıyla derin, aşkın ve Allah’la münasebet içinde olmanın ama aynı zamanda halkın içinde ve onların idraklerine göre konuşmanın ifadesidir. Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) aynı soruyu soran farklı insanlara çok farklı cevaplar vermiş olması bu meselenin farklı zaviyeden güzel bir örneğidir ama o konu da tafsil ister.
*
Hâsılı, katiyen art niyet aramıyor ve kimseyi yaftalamıyorum fakat Ahmet Beyin ilgili yazılarında “cherry picking” (kirazın göz alıcısını toplama) metoduyla çok büyük bir haksızlık yapıldığına inanıyorum. O üslupla hangi insanın hayatını ele alsanız, onu idam sehpasına göndermek de şampiyonluk kürsüsüne yükseltmek de mümkündür.
Bir mürîd taassubuyla yazmadım bu satırları; yalancı-yamacı refleksi değil benimkisi. Tanıyanlar gayr-i vaki hadiselere yamacılık yapmayacağımı bilirler.
Dahası, “Ya Sâriye, el-Cebel, el-Cebel!..” diye nida ederek -Allah’ın inayetiyle- yüzlerce kilometre ötedeki komutanını uyaran ve ordusunun sırtını dağa vermesi için onu ikaz eden Hazreti Ömer’in (r.a.) vefatı esnasında hemen arka saftaki Ebû Lü’lüe, Firuz en-Nihavendî’yi fark edememesindeki büyük ibret hep aklımdadır. Muhterem Hocaefendi’ye karşı sevgim Bediüzzaman hazretlerinin kardeşi Molla Abdullah’ın kendi şeyhine sevgisi kabilinden değildir; ona bağlılığım Hz. Üstad’ın hayali değil hakiki Ziyaeddin’e muhabbeti şeklindedir. Bu itibarla da, bu açıklamalarım yerinde belki yüz kere sorgulamış, icabında onlarca kez itiraz etmiş ama muhatabında Allah rızasından başka bir maksat görmemiş bir insanın vefasının sesi-soluğudur.
Evet, M. Fethullah Gülen Hocaefendi ile düalizmi beraber anmak bir haksızlıktır, hatta bir çeşit iftiradır.
Benim tanıdığım Hocaefendi için “Tarihle Yargılanmak” da insanların takdirleri ya da tezyifleri de önemsizdir; o her adımını Mahkeme-i Kübrâ inancıyla atmış/atan bir insandır.
Şuna da dile getireyim: Şerirler tuzaklar kurdular ve birkaç “kezzâb” ile içimizden -değişik sâiklere kapılmış- bazılarını kullanarak bir kısım operasyonlara teşebbüs ettiler. Fakat Hizmet’in genel çizgisi ilk günkü gibi müstakim kaldı ve Allah, inayet ve rahmetiyle, Hizmet gönüllülerini ahiret mesuliyetinden korudu.
Eğer, gereken ibret ve tedbirler alınabilirse, adanmış ruhlar insanlığın yüzünün gülmesi için gereken maya olma vazifesini eskisinden de görkemli şekilde eda etmeye muvaffak olacaklardır. Kaldı ki, Allah’ın rızası yolunda ihlasla yürümek kazananlardan olmak için yegâne ve yeterli vesiledir. Dolayısıyla da karamsarlık, küskünlük ve durağanlığa bir sebep yoktur.
Son söz; elhamdülillah sadece Hak rızası için Hizmet yolunda yürüdük; dünyamız ağlasa bile ahirette -sadece bizim camiamız değil, bütün sâlih insanlarla beraber- güleceğimize inancım tamdır; yeter ki, istikamet üzere yaşayıp müstakim çizgideyken ötelere yürüyelim. Bu itibarla da ne Hocaefendi yenildi ne de biz mağlubuz.
Allah bütün mazlumların yardımcısı olsun, dünyevi mağduriyetlerimizi ebedi saadet vesilesi kılsın, hepimizi istikamet üzere yaşatsın ve ötede kazananlar arasında eylesin. 7 Kasım 2021
"Düalizm, Ahmet Dönmez’in Yazıları ve M. Fethullah Gülen Hocaefendi"
Son yazılıp çizilenleri okuyunca, özellikle de “Hocaefendi ve Fethullah Gülen” ayırımı içeren cümleleri duyunca, birkaç paragrafla da olsa düşüncelerimi özetlemeyi gerekli gördüm. pic.twitter.com/yGeYQQcV0r— Osman Şimşek (@osmansimsek_1) November 7, 2021