MEHMET ŞAHİN-KRONOS
Kimilerinin ruh hali maruz kaldığı kötülüğü anlatmayı kaldırmazken onlara bunu yaşatanlarınsa çıkıp televizyon ekranlarında bile yaptıklarını savunabildiği günler yaşıyoruz. Son olarak eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür önce T’24’ten Gökçer Tahincioğlu’na verdiği röportajda ardından da Halk TV canlı yayınında işkenceyi savunan ifadeler kullandı. O alışageldiğimiz devlet bahanesinin gölgesinde tabii. Gerek 90’lı yıllardan bu yana sürdürdüğü hak savunuculuğu gerekse Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında yüklendiği misyon, işkence konusundaki çıkışlarını daha da görünür kılan Halkların Demokratik Partisi Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’yla konuştuk.
Sayın Gergerlioğlu eski Milli İstihbarat Teşkilatı Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün televizyon ekranından da söylediği, daha önce gazetecilere verdiği röportajda da tekrar ettiği bir işkence bahsi var ki şu ana kadar bildiğimiz kadarıyla hiçbir yargı mercii harekete geçmedi. Her şeyden önce, bir siyasi olarak değil, bir doktor, bir insan hakları savunucusu, bir vatandaş olarak neler söylersiniz bu işkence ifşaatına ilişkin?
İşkence bir insanlık suçu. Her ne sebeple yapılıyorsa yapılsın, mahkum edilmelidir. “Devletimiz adına yapıyoruz, milletimiz adına yapıyoruz, grubumuz adına yapıyoruz, hizbimiz adına yapıyoruz, partimiz adına yapıyoruz, derneğimiz adına yapıyoruz.” diyerek meşrulaştırılmaya çalışılsa da işkence bir insanlık suçudur ve işkence yapanlar yargılanmalıdır. Zaman aşımına da uğramayan bir cezadır ağırlığından ve gizliliğinden dolayı. Tabi ki işkence gizli bir şekilde yapılır, üstü kapatılmaya çalışılarak yapılır ve bunların ortaya çıkması için de zaman aşımı ortadan kaldırılmıştır. Bu denli ayrıcalıklı, ortaya çıkarılması gereken husus olduğu netleşmiş durumdadır. Şimdi Mehmet Eymür çok önemli açıklamalarda bulundu. Peki bu açıklamalar bizim tarafımızdan bilinmiyor muydu? İşkence, insan hakları ihlalleriyle uğraşanlar zaten yıllardır bu ve benzeri olayları söylüyorlardı. Bizim iddialarımızı sümen altı etmeye çalışan bir devlet mekanizması vardı. İktidar aygıtları sürekli bunları sümen altı etmeye çalışıyordu ama Mehmet Bey çıktı ve “Ben bu işkenceleri yaptım. İşkence bazen yapılması gerekir.” dedi. Mehmet Eymür’ün bu ifadeleri mutlak surette yargılanmalı. Çünkü her ne pahasına olursa olsun, her ne için olursa olsun işkencenin yargılanması gerekir. Dünkü işkencecilerin de, bugünkü işkencecilerin de haddini bilmesi için bu gereklidir. Bakın, işkence bitti mi? Hani Mehmet Eymür zamanında oldu, bitti, kapandı o defter, eski hatıraları mı anlatıyoruz? Hayır. İşkence devam ediyor. Peki işkence ortaya çıkarılıyor mu? Yine ortaya çıkarılmıyor. Belki gün gelecek, bugünkü işkenceciler de 15-20 yıl sonra “Bir takım insanlar uğraştı bizim yaptığımız işkenceleri, insan kaçırmaları ortaya çıkarmak için ama el birliğiyle bunu örtbas ettik ama vicdanım müsaade etmiyor. Ben bu konuda ifşaatta bulunacağım.” diyecek. Yarın öbür gün bunlar da olacak. O yüzden ilkeli durmak lazım, insan haklarına uygun durmak lazım. Hiçbir şekilde meşrulaştırılamaz işkence ve ortaya çıkarılması lazım. Şu anda bu ifşaat çerçevesinde savcıların harekete geçmesi gerekiyordu ama nerede o savcılar! Bu savcılar biliyorsunuz, Sedat Peker ifadelerde bulunduğu zaman da harekete geçmediler, efendim apaçık ortaya çıkan ihlaller ortaya çıkınca da harekete geçmediler ama hani bizim gibi muhaliflere yönelik hemen harekete geçiyorlar. En ufak meşru ve ifade özgürlüğü dairesi içindeki sözlerimiz için hemen davalar açtırıyorlar ve cezalar verilmesine yol açıyorlar yahut da bize karşı yapılan ağır hakaretler, küfürler, tehditler, hayati tehditler gibi konularda da uyduruk gerekçelere sığınarak dava açmıyorlar şikayetlerimize rağmen. Böylesine üzücü bir yargı tablosu var karşımızda. Böyle bir üzücü yargı tablosu olduğu için işkenceciler de gayet rahatlar. Ellerini kollarını sallayarak işkence yapıyorlar, devlet dairelerinde yapıyorlar. Daha sonra çıkıp “Ben yaptım, var mı diyeceğiniz?” diyor. “Devlet adına yapılması gerekirdi.” diyor. Spikerler onlarla böyle artık işkence muhabbetine dalıyorlar. Efendim, “Filistin askısı yaptınız mı?”, işte “Yaptım veya yapmadım”, “Tırnak çektiniz mi?”, efendim “Yaptım veya yapmadım”, “Falakaya çektiniz mi?”, işte şu bu falan, yani sanki basit bir mevzu. Hele o işkenceye sen yat da bir aklın başına gelsin! Yani işkence sanki leblebi, fıstık bir mesele. Yahu insanlık suçu diyorum! Bunu söyleyen insanın yüzünün kızarması lazım. Böyle normal bir sohbet olur mu?!
Acaba gerek Mehmet Eymür’ün açıklamalarında, gerek siz de hatırlayacaksınız, 15 Temmuz süreci ile ilgili emekli albay Ali Türkşen’in ifadeleri vardı, bunların bir kısmı pişmanlık belirtmiyor. Aksine özellikle yapılanları ifşa etme dürtüsü var ama burada sadece kendini ifşa etme dürtüsü değil de sanki mevcut uygulamalara bir kapı aralama, tabiri caizse ön açma gibi bir yaklaşım da sezilebilir mi?
Bu tür ifşaatların daha çok meşrulaştırma amaçlı olduğunu görüyoruz. Hani çünkü yaptığı şeyden çok da rahatsız değil anlatanlar. “Devlet adınaydı, yapılması gerekiyordu.”, efendim, “Şimdi de yapılıyor, şu bu” gibi sözler söylüyorlar. Yani bu tabi çok vahim bir durumu gösteriyor, meşrulaştırma çabası. Çünkü bir hukuk devletinde bu tip şeylerin olabileceğine dair bir çerçeve oluşturmaya çalışıyorlar. Yani bakın, biz bir hukuk devletinde bunların yargılanması gerektiğini söylerken onlar da bunun yapılabileceğine dair bir çerçeve oluşturmaya çalışıyorlar. “Dün de yapıldı, bugün de yapılıyor, yarın da yapılır. Bunları artık hoş görün. Devlet adına yapılır, ne olacak ki yani?” Mehmet Eymür ne diyor? “Adam konuşmuyordu. Biz de onun bu işleri yaptığına kanaat getirmiştik. İşte konuşturduk yani.” Nasıl konuşturdun? “İşkence yaparak konuşturdum.” Şimdi bu böyle, bakın bizim zaten Türkiye’de “devlet adına” denince akan sular durur biliyorsun. Özellikle milliyetçi, muhafazakar camialarda “devlet” denir yani. “Devlet ne yapmışsa doğrudur kardeşim! Devlet adına adama sopa da atarsın, canına da okursun, öldürürsün de! Yani devletimizi korumak lazım. Devlet adına her şey yapılır.” diye bir bilinçaltı var. Şimdi bu bilinçaltına hitap ediliyor. Ya arkadaş! Devlet kutsal değildir, millet kutsaldır! İnsan kutsaldır. Allah-u Teala’nın yarattığı insan değerlidir. Yani devlet millet içindir, insan içindir, insanı korumak içindir. Nedir bu böyle yani? Suç olabilir, şu, bu ama bunu ortaya çıkarmak için işkenceye başvurulamaz. Teknik bir sürü husus var, araştırırsın, incelersin. Artık günümüz dijital devri. Her şey ortaya çıkıyor. Yani böyle insanlara kalıcı hasar oluşturacak şekilde korkunç işkenceleri aylarca yaparak bir gerçek ortaya çıkartılamaz yani. Bu da zaten gerçek olamaz. Yani işkenceyle ortaya çıkartılan meseleler, ifadeler bir kere delil yerine geçmez yani açıkçası. Bu böyledir ama bakıyorsunuz ki bir meşrulaştırma çabası var. Bugünkü meseleler de meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Hatta Mehmet Eymür’ün çok çarpıcı ifadeleri var. Yani diyor ki satır aralarında, “Şimdi de kaçırılan MİT’çiler var. Öldürüldüler, kaçırıldılar. ” gibi cümleler söylüyor. E zaten biz bu kaçırılanlar babında bunları anlatıyoruz zaten. Türkiye’de son beş yılda 35 civarında en az, kaçırılıp aylarca işkence gören insan var. Onun dışında günlük olarak kaçırılıp ajanlaştırılmaya çalışılan, işkence edilen de yüzlerce insan oldu. Bizim partimizde de böyle çok kişi oldu, çeşitli çevrelerden de oldu. Yani adamı devlet görevlisi olarak kendini tanıtan kişi kaçırıyor, bir yerde sabaha kadar işkence ediyor. İstediğini alamayınca da iç çamaşırıyla İstanbul’da, Ankara’da dağın başında bir yere atıyor. Böyle günlük vakalar da çok var. Onun sayısını daha bilmiyoruz ama bizim bildiğimiz en az 35 kişi aylarca kaçırılıp işkence edildi ve bu konuda devlet hiçbir açıklama yapıyor. Biz defalarca Meclis Başkanlığı’na soruyoruz, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay geliyor, soruyoruz, İçişleri Bakanı geliyor, soruyoruz, Adalet Bakanı geliyor, soruyoruz. Hepsinin cevabı tıs. Hiçbir cevap yok.
Mazlum-Der yıllarınızı zaten takipçileriniz biliyor, mevzuata da hakimsiniz. Bizim mevzuatımız işkenceye hiçbir şekilde kapı aralıyor mu? Yani devlette az önce sözünü ettiğiniz, bazı kendilerini vazifeli sayan, yani resmi vazifenin ötesinde adeta devlete fedailik yaptığını düşünen bazılarının yaptığına izin veren en ufak bir ima var mı?
Hayır efendim, kesinlikle böyle bir boşluk yok. Hatta 2005 yılında “insanlığa karşı işlenen suçlar” Türk Ceza Kanunu’na girdi. Aslında şuan Mehmet Eymür’ün yargılanması gerekiyor ama diyecek ki, “Ben 2005’ten önce bu fiilleri işlemiştim.” ama Türkiye’nin kabul ettiği uluslararası anlaşmalar, sözleşmelerde bu tür fiiller insanlığa karşı suç olarak addediliyor. Oraya gidilerek bu insanlığa karşı suç fiili işlediği ispatlanabilir aslında. Yani kimse böyle bir zaman aşımıyla işi kurtaramaz, buradan yırtamaz. Bunu en baştan bilmek lazım. Yasalarda tabi ki bir kötü muamele, efendim, ve diğer hususlarda, işkence gibi hususlarda bir izin yok ama böyle bir gelenek var devlette maalesef. İşte işkence yapılır ama bu da değişmiyor yani. Falanca anlayış başa geliyor, o dün eleştirdiği işkenceyi kendi anlayışı için devam ettiriyor. Falanca anlayış başa geliyor, o da diyor ki: “Dün eleştiriyorduk, bugün biz devlet olduk. Karıştırma oraları, biz yapılanı devam ettirelim. Şu anda veya eskide yapılanın da üstünü örtelim.” Yani bakın devlet yetkilileri güne, zamana, konjonktüre göre değişebiliyor. Bakıyorsun Tayyip Erdoğan gün geliyor Berfo Ana’yı başbakanlıkta kabul ediyor. İşte “Eski Türkiye’de böyle hatalar oldu, şu, bu” diyor. Ondan sonra da bakıyorsunuz yeni bir Türkiye oluşturuyorlar ve orada Berfo Ana ve arkadaşları İstiklal Caddesi’nden kovalanıyorlar, terörist muamelesi görüyorlar. Dün başbakanlıkta ağırlanan Berfo Ana’lar bugün İstiklal Caddesi’nden kovalanıyor, sopa yiyorlar, terörist olarak addediliyor ve devlet onların sesini duymak istemiyor ama bu hikaye yeni bir hikaye değil. 90’larda da bunlar yaşandı. Binlerce faili meçhul, efendim, binlerce işkence vakası. Ne oldu? Türkiye Cumhuriyeti yargı makamlarında örtbas edildi. Ne oldu en sonunda? Bu insanlar AİHM’e gitti. 20-30 yıl sonra AİHM Türkiye’ye tazminat cezaları verdi. Bundan dolayı Türkiye dünyada ilk üç sırada yer alıyor. Çünkü ülke içinde bu tür suçlar cezasızlıkla karşılanıyor. Bakıyorsun işkenceci korunuyor, zaman aşımına uğratılıyor mahkemeler, öyle böyle 20-30 yıl sonra, mahkemeler son anda başlatılabiliyor bakıyorsunuz, yani son anda. Vartinis Katliamı var bakın Mehmet Bey. Vartinis Katliamı bir Kürt ailenin çoluk çocuk varken içeride, içeriye bomba atılmak suretiyle ailenin yok edilmesi, katledilmesi, yakılarak öldürülmesi olayı. Bu 20-30 yıl sonra, zaman aşımına uğramasına 3-5 gün kala son anda kurtarıldı ve o dönemin jandarma komutanı tutuklandı son anda. Düşünebiliyor musun?
Aradan geçmiş neredeyse 30 yıla yakın bir süre, zor bela bir mahkemede sonunda zaman aşımına 3-5 gün kala bir sorumlu tutuklanabiliyor. Çoğunlukla da bunlar gerçekleşmiyor ve sonunda da ne oluyor? AİHM’e gidiyor. AİHM’den de çoğunlukla Türkiye’ye cezalar yağıyor. Peki buradan ders alan var mı? Hayır. Devletin kasasından nasıl olsa ödeniyor. O fiili işleyenlerin umurunda değil. Ya bu dünyadan gitmişler, ya da bir tatil beldesinde güneşleniyorlar, dinleniyorlar. Hiçbir şey olmuyor ama biz bu işin peşini bırakacak mıyız? Hayır. Bunu bırakmak da mümkün değil. Sonuna kadar gideceğiz. Bu bir mücadele, bir insan hakları mücadelesi, bir hukuk mücadelesi. Biz kim olursa olsun, zalime karşı ve mazlumdan yana bir insan hakları anlayışıyla, işkenceye, kötü muameleye karşı duruşu devam ettireceğiz.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşundan bu yana Recep Tayyip Erdoğan ismi dışında pek çok isim değişti. Fakat Adalet ve Kalkınma Partisi’nin az önce sözünü ettiğiniz “Cumartesi Anneleri” konusunda olduğu gibi bazı konularda 180 derece tavır değişikliğine gittiğini görüyoruz. Bu zaman içerisinde, gözümüzün önünde oldu fakat şimdi yaşanan bir takım çelişkiler var, hatta kabine içerisinde. İşte son olarak Adalet ve Kalkınma Partili Adalet Bakanı Sayın Abdülhamit Gül’ün, İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu’yu hedef aldığı çok açık olan bir ifadesi var. Yani “Siz yapın, hukuk arkadan gelsin” ifadesini eleştirdi Sayın Gül. Peki bunu bir siyasi olarak nasıl yorumluyorsunuz? Aynı partiden, aynı kabineden bahsediyoruz ve bu kadar farklı açıklamalar söz konusu. Vatandaş nasıl bir pozisyon alabilir ya da vatandaş acaba kendisini nasıl güvende hissedebilir bu tenakuz karşısında?
Sayın Abdülhamit Gül’ün sözleri bir kayıkçı kavgasını yansıtıyor. Biz cezaevlerindeki binlerce kötü muameleyi, çıplak aramayı, işkenceyi kendisine ilettiğimiz zaman, devlet adına sessiz kalan bir bakandır ama İçişleri Bakanıyla bir itiş kakış yaşadığı için onun sözlerine cevap yetiştiriyor. Peki sen bunu kendi fiiliyatında gerçekleştirdin mi? Hayır. Binlerce hasta mahpus işkenceyle hayatını kaybetti cezaevlerinde. Umurunda mıydı? Tek birine cevap verdin mi? Hayır. Hukuku önemsediler mi? Hayır. Hukuka çağırana iftiralar atmada birinci olan birisi Abdülhamit Gül denen bakan. Kalkmış şimdi kendisini sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermeye çalışıyor. Yani bizim kriterimiz, “Ya ben onun kadar kötü değilim.” diyen değil, hukuktur. Hukuka uymayan bir adalet bakanı var karşımızda. Binlerce ihlali örtbas etmiş bir bakan var karşımızda. Peki Süleyman Soylu hakikaten nedir? O da apaçık bir şekilde, bunları pervasız bir şekilde yapan bir bakandır. İşte “uyuşturucu satıcısının ayağına sıkın” diyen, işte “falanca metruk binayı yıkın, ondan sonra hukuk kararı arkasından gelir. Siz bana bakın, hukuka falan bakmayın” diye pervasızca söyleyebilen bir bakan. Neden bunlar böyle rahatlar? Çünkü ortada hukuk yok. Denge denetleme yok. Denetleneceklerini, hesap sorulacaklarını düşünmüyorlar. Padişah gibi bir bakanlık yapıyorlar. İstedikleri gibi yönetiyorlar. Beni nasıl olsa kimse sorgulayamaz diyor. Bir mafya lideri çıkıyor, onun hakkında bir takım ifadelerde bulunuyor. Hiç utanmadan çıkıyor televizyonlara, yalan dolan bir takım ifadelerde bulunuyor ve böylece kendini kurtardığını düşünüyor. Bir kamuoyu oluşturduğunu düşünüyor ve böyle yoluna devam ediyor. Ne güzel değil mi? İstifa etmenizi gerektiren iddialar ortaya çıkıyor. Artı siz skandal ifadelerde bulunuyorsunuz. Külhanbeyivari bir eda içinde ve sonra hiçbir şekilde size hiçbir şey olmuyor bakıyorsunuz. Bu da ülkenin nasıl, ne kadar çığırından çıktığını gösteriyor. Yani ülkenin bakanına bir işkenceyi soruyorsun. Bakan senin sorduğun soruya cevap vermek yerine polislerine, “Sıkın ayaklarına. Hukuk mukuk dama kaldırıldı, istediğiniz yapın.” diyor. Şimdi bu bakan mı bana doğru cevap verecek?! Zaten ne olduğunu kendisi söylüyor. Yani hukukla mukukla bir alakası olmadığını kendisi söyleyen bakanlıklar var ve maalesef fiiliyatta da bunu gösteren bir Adalet Bkanlığı var.
Sizin burada bir siyasi olarak gözleminiz ne acaba? Adalet ve Kalkınma Partisi’nin birbirine benzemeyen bileşenleri arasında bir çatlama mı söz konusu? Siyasi sonuçları olabilecek söylemler mi bunlar sizce?
Tabi, mutlaka çöken bir yapı içinde çeşitli grupsal yapıların birbiriyle itiş kakışı olur. Bizans saraylarında da böyle şeyler oldu. Çeşitli hizipler vardı, efendim, biliyorsunuz, böyle tarihe de geçmiştir, bir laf vardır, “Bizans Entrikaları” denir. İşte tek adamcılık, dalkavukluk, yardakçılık, yalakalık vb. kavramların esas olduğu yerlerdi o Bizans sarayları. Şu anda da iktidar öyle bir yer. Maalesef bir otorite var ve onun çevresinde, oradan nemalanmak isteyen güçler var. Onlar oralara yapışmış durumdalar ve işte birbirlerinin ayaklarına basınca da böyle birbirlerinden rahatsız oluyorlar ve işte bu tür durumlar oluşabiliyor. Bir “güçler çekişmesi” olabiliyor. Bunlar tabi ne kadar üzücü bir yerde olduğumuzu gösteriyor. Hani biz zaten demokrasi açısından geride olan bir ülkeyiz ama hani bunları gidermeye çalışırken başımıza gelene bakın yani. Hani dünyaya AB uyum yasaları, demokratikleşme, şu, bu derken iktidar öyle başladı, geldiği nokta tamamen otoriterleşmeye çalışan, hukuku ayaklar altına alan, tüm dünyada bir polis devleti olarak anılan bir ülke haline geldik. 20 senede gelinen nokta burası maalesef. Yani buraya gelinmek istendi. Başka bir yere de gidilebilirdi bakın ama siz ne isterseniz oraya ulaşırsınız. Türkiye tamamen bir otoriter devlettir. Güç esastır. Artık ne kolluk kuvvetlerine herhangi bir şey sorulabilmektedir. Tamamen önleri açıktır, istediklerini yapabilmektedirler. Yürütme makamları kolluk kuvvetlerini daha da şımartmaktadır. “Yapın, yapın daha fazlasını yapın. Hadi aslanım, hadi koçum!” diyerek onlara yol vermektedir. “Size bir şey sormayacağız, merak etmeyin. Siz yeter ki emrimizi yerine getirin. Sırtınız sağlam, canınızı sıkmayın.” denmekte ve hakikaten cezasızlık politikası uygulanmakta. Batı’nın bu gidişatı eleştirmesinden dolayı insan hakları eylem planları oluşturuluyor ama bunlar tamamen makyaj malzemesi olarak kullanılan hususlar. Gerçek anlamda demokratikleşmeye hizmet etmeyen hususlarla Batı’nın gözünü boyamaya çalışıyorlar. Batı bu gidişatı görüyor. Avrupa Birliği “Nedir bu haliniz? Demokratikleşme adımları atın.” diyor. Bunlar da diyor ki, “Tabi atarız atarız.” ama sonuçta onları kandırarak atmaya çalışıyorlar. Bunu biz görüyoruz. Bunu gerçek anlamda insan hakları savunucuları görüyor. Daha bugün bakın bir mesele çözüme kavuştu. Siz de gazetecisiniz. Bunu takip ediyorduk. Hatta ben o gün Meclis’te bu olayı gündeme getirmiştim. Artı TV’den bir gazeteci, Sibel Hürtaş meclis önünde baro başkanlarının evlerini takip ederken polis darbına uğramıştı. Çekim yapması engellenmeye çalışılmıştı ve bu esnada kendisi gözaltına alınıp polis aracında ağır hakaret, küfür ve darpla karşılaşmıştı. Bunu da mecliste gündeme getirmiştik. Farklı partiden arkadaşlar da gündeme getirmişti. Darp raporu falan da almıştı. Bütün bunlardan sonra bugün ne oldu biliyor musunuz? Sibel Hürtaş’ın şikayeti takipsizlikle sonuçlandı ve kendisi hakkında üç yıl ceza davası açıldı. Yani ülkedeki hal bu maalesef. Bir de kalkmışlar insan hakları eylem planı açıklıyorlar. Bir gazeteciye gazeteciliğini yaptırmayan, öldüresiye dayak atan, tacizde bulunan güvenlik görevlileri hakkında takipsizlik veriliyor, artı maalesef ki gazeteciliği hakkında da cezai takibat dava açılıyor. Ülkenin hali bu yani. Bekri Mustafa’nın öte dünyaya gönderdiği haber bu. Yani “Bu dünyada ben imam olduysam, öte dünyaya söyle, buranın ne halde olduğunu anlarlar.” diyor Bekri Mustafa.
Eskiden basın görüntülemesin diye endişe duyardı güvenlik görevlileri. Şimdi biliyorsunuz basın görüntüleyemesin diye polisin toplumsal olaylara müdahalesini özel hayat kapsamına alan bir düzenleme getirildi malum. İşkence rutin bir uygulamaya dönüştü. İşte işkence edilen, kolu kırılan bir kişiye normal bir işlem uygulanıyormuş gibi, üzerinde işkence izleri gözle görünür bir şekilde belirgin olan insanlar kameraların karşısına çıkarılabiliyor. Bunu sadece pervasızlıkla mı açıklamalı yoksa acaba sivil toplum ve siyaset bu konuda yeterince etkin değil mi?
İşkence gibi konular olunca siyasetçilerin çoğu susuyor. Çünkü çok netameli konular, tehlikeli konular. Karşınıza direkt devleti alıyorsunuz. Sivil toplumda da aynı durum oluşabiliyor. İnsan hakları örgütleri falan bu konularla ilgileniyor. Böyle olmamalı. Şu anda da Mehmet Eymür ifşaatta bulunmuş, ülkenin ayağa kalkması lazım aslında. Yani büyük bir tepki oluşması ve yargılama istenmesi lazım. Nerede? Var mı öyle bir şey? Hiç kimsenin umurunda değil. İşkenceye uğrayanlar diyor ki: “Evet bak işte sonunda haklı çıktık.” veyahut da işkenceyle uğraşanlar bunu söylüyor. İşkenceye uğramayanın umurunda değil. Yani böyle bir ülke olabilir mi? Böyle bir şey olabilir mi? Ayıptır yani, bu bakın insani kalite açısından eleştirilmesi gereken bir husustur. Gerçekten öyle hani “Biz çok kaliteli bir toplumuz” falan kimse demesin yani. İş ortada. Bir demokrasi ve hukuk devleti olmak kolay değil. Yani başkasına yapılanın da hesabının sorulmasıyla ilgili refleksimiz önemlidir burada. Bu refleks yoksa maalesef ki bu tür hadiseler olur. Bundan dolayı ben siyasetin ve sivil toplumun çok daha etkin olması gerektiğini düşünüyorum. Siyaset şuanda maalesef ki hani böyle yeri geldiği zaman bu konuyu gündemine alıyor ama bu konular çok önemli. Yani biz çıplak aramayı gündeme getirdik. Biliyorsunuz, vekilliğimizin düşürülüp zindana atılmamızla sonuçlandı. Demek ki basit bir hadise değil hakikaten ama gerçek önemli bizim için, hakikaten önemli. Yani neyse odur yani hani yarın öbür gün, sonuçta ortaya çıkan gerçektir. O laflar, tozlar, şunlar bunlar, hepsi süpürülür gider, geriye gerçek kalır. O yüzden siyaset ve sivil toplumun bu noktada çok hassas olması lazım. İnsan haklarına uygun bir duruş sergilemesi lazım. Kolay bir konu değil ama işte bunlar imtihan konuları. Yani bir çıplak arama konusu bakın bugün artık toplum tarafından kabul edilmiştir. Herkes çıplak aramanın olduğunu çok iyi biliyor ama bu bir toplumsal mücadeleyle oluştu. Sivil toplumdur, partilerdir, şudur, budur, bizim bedel ödememiz, şu, bu, o derken çıplak aramanın varlığını herkes görmüştür, anlamıştır. Bunun karşısında duramamıştır iktidar. İşkence yine hakeza böyle. Yani mahzenlerde, kimsenin görmediği yerlerde yapılan işkenceler de bir duyarlılıkla ancak yenilebilir, geriletilebilir. Bu duyarlılık olmadığı müddetçe meşrulaştırırlar, daha da fazlasını yaparlar ve böyle devam edip gider.
En son Sayın Meral Akşener’in bir açıklaması oldu, HDP’yi PKK ile yan yana konumlandırdıklarını söyledi. Fakat Millet İttifakı’nın büyük üyesi CHP’deyse Sayın Kemal Kılıçdaroğlu HDP’yle ilgili daha birleştirici, daha yakınlaştırıcı, yani ittifakta en azından birlikte görünebilir olacak, ona zemin hazırlayacak açıklamalarda bulunuyor. Bu bir çelişki midir size göre ve buradan hareketle Millet İttifakı’yla ilişkileriniz nasıl?
Bu geçici tartışmalar yerine gelin bu ülkenin kronikleşmiş insan hakları sorunlarını gelin çözelim. Yani böyle kayıkçı kavgasıyla bu mesele çözülmez. Bugünkü HDP olmasa da Kürt meselesi var ve çözülmeye muhtaç. HDP’ye istediğin kadar PKK de, efendim, kriminalize etmeye çalış, yerden yere vur. Ne bileyim, şöyle de, böyle de. Ya hani bu mesele var ortada. Bu meseleyi bir kere kabul et ve çözmeye çalış. Hani HDP ortadan kalksa da bu mesele var. Bu meseleyi yok edemeyeceksin çünkü senin icraatlarınla, fiillerinle ortaya çıkmış. O yüzden toplumsal değişim ve dönüşüm için devletin demokratikleşmesi için ilk önce bu tür şekilsel unsurların tartışması yerine, kalıcı insan hakları sorunlarını nasıl giderebiliriz sorusunu sormalı partiler, bu bir. İkincisi, burayı geçtikten sonra yani Millet İttifakı’nın bilmesi gereken, Kürt meselesinde adil bir çözüm olmadıkça, kalıcı bir çözüme ulaşılmaz. HDP bir fedakarlık gösterdi işte yerel seçimlerde. Efendim işte İstanbul, Ankara’nın Millet İttifakı tarafından alınması gerekiyordu ve bir destek gösterdi. Bunu da herkes gördü. Herhangi bir pazarlık yapmadı, karşılık beklemedi ama bakıyorsunuz Millet İttifakı partileri de bunu böyle kullanmaya çalışıyorlar yani, “Seçim gelir HDP’yi kullanırız, istediğimizi alırız. Seçim sonrası onlarla aynı kareye bile girmeyiz, kendimizi kurtarırız.” Yani bunlar çocukça işler. Bu ülkedeki partiler şöyle reaksiyon gösterecekmiş, böyle reaksiyon gösterecekmiş diyerek siyaset yapılmaz. Sayın Akşener’e özellikle hatırlatmak lazım. Sayın Kılıçdaroğlu’na da yine hatırlatmak lazım. Sayın Kılıçdaroğlu bu noktada bazı adımlar atıyor. Mesela son Irak, Suriye tezkeresine “Hayır” dediler. Şimdiye kadar korkuyorlardı. “Hayır dersek bize terörist derler.” şudur budur. Ya arkadaşım bu meselelerle, bu tezkerelerle, bu harekatlarla bu Kürt meselesinin çözülmediği ortada. Niye korkuyorsun Erdoğan’dan? Neyse onu söyle. Yok “Bize işte terörist derler.” İşte “şehit karşıtı” derler. Vay efendim şöyle böyle falan bir korkuyla hepsi el pençe divan Erdoğan karşısında sıraya diziliyor ve “Evet” diyorlardı. Şimdi bir CHP bu lafı söyledi, hiçbir şey de olmadı. Ne oldu? CHP seçmeni bir yere mi gitti? Hiçbir şey de olmadı.
Sayın Gergerlioğlu, ama tam bu noktada Lütfü Türkkan’ın durumunu hatırlatmak yerinde olur sanırım. Siz hem Sayın Türkkan’ın o ifadesini, özür dilemesini akabinde siyasette geri çekilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gergerlioğlu: Tabii, bu ifadeler kabul edilemez. Çirkin ifadeler. Türkkan’ın ifadeleri, küfürlü sözler hiçbir şekilde kabul edilemez. Tabii muhatabı ister şehit ailesi olsun ister şu, bu. Bir siyasetçinin ağzından böyle sözler çıkamaz. Çünkü o milletin vekilidir yani o milleti temsil etmektedir. Örnek olmak zorundadır. Hani orada bir gerilim vardı. O gerilim esnasında bu sözün çıktığı belli ama ne olursa olsun siyasetçiler çözüm makamıdır. Yani gidip halkla kavga edecek, ona küfür edecek insanlar değildir. Bunu herkesin bilmesi lazım. Biz o yüzden diyoruz ki: “Bakın, Kürt halkının sorunu var, Kürt halkını dışlayarak çözüm bulamazsınız. O yüzden gelin Kürt halkı ile konuşun” diyoruz. “Ama bunu yapmazsanız işte başınıza bu tür hadiseler gelir.” Kesinlikle kabul edilecek hadiseler değil. Büyük talihsizlik ve grup başkan vekilliğinden alındı Sayın Türkkan. Tabii bu noktada hani Sayın Erdoğan’ın ifadeleri de hani bir fırsatçı bir ifade oluyor tabii ki. Hani bu durumu kullanarak efendim işte “şehit ailesine şöyle demiş, böyle demiş” buralardan kendilerine bir istismar mevzusu çıkarmaya çalışıyorlar. Yani bunların artık siyasette olmaması lazım. Kabul edilecek hadiseler değil. Bunlar üzerinden bir siyaset üretilmemesi, konuşulmaması gerekir. Yani bu tür istismarlarla yola çıkılmaması gerekir ve şunu da söyleyeyim yani, partiler, işte “Ya vatandaş bize ne der?” korkusu ile hareket edip, gerçeklere temas edemediği müddetçe başlarına bu gelir. Bakın hani İyi Parti tezkereye “evet” demişti ve genel bir tavrı da işte bu tür Kürt meselesinde devletçi, statükocu bir tavrı kutsamaktı. Kutsadığınız zaman karşınıza bu tür hadiseler çıkabiliyor. Çıkıyor bir insan böyle laflar söyleyebiliyor ve siz oradan imtihan edilebiliyorsunuz. O yüzden Türkiye’de böyle vitrine oynayan bir siyasetten ziyade hakikate yönelik bir siyaset olmalı. Vitrine oynayıp, efendim “Şuradan iyi oylar gelir.” İşte “Mültecilere halk karşı mı? Tamam, biz de karşı olalım. Suriyelileri kovalayalım mı? Kovalayalım, oradan iyi oylar gelir.” Şimdi böyle böyle veya işte Türkiye toplumuna nasıl siyaset yapalım? Ya Türkiye toplumu Kürt meselesine yabancı ve bu konuda bir ön yargısı var. Büyük bir gerilim, çatışma ortamının getirdiği kin, nefret, intikam duyguları var, buna oynayalım. Niye zor olanı yapalım ki yani? Barış niye diyelim ki yani? Hamasete oynayalım. Buradan güzel oylar gelir. Bakın partilerin maalesef kaba yapısı bu. Hamasete oynayalım kardeşim. Niye yani böyle cambazın ip üstünde, uçurumda yürümesi gibi niye böyle bir o yana bir bu yana gidelim? Oh! Rahat, gayet konforlu bir politik zeminde, bize hiçbir laf gelmeyecek, yüzde 80, yüzde 90 tarafından hiçbir laf gelmeyecek politikayı yürütelim. E böyle olmuyor işte. Böyle bir anlayışla Türkiye’nin sorunları çözülmüyor işte. Bakın, yarın öbür gün başımıza bir hadise geliyor. Bakıyorsunuz ki en çok belki sizin kullandığınız bir mesele, işte şehittir, şu bu meselesinde, şehit yakınından böylesine bir gerilimli temas yaşıyorsunuz. Yani insanların akıl etmesi lazım diye düşünüyorum. Bakın bunlar biraz da derstir insan için.
HDP olarak kendi içinizde bir araya gelip kamuoyunda konuşulan üçüncü bir ittifak, bir alternatif üzerinde konuştunuz mu? Böyle bir çalışma var mı?
Gergerlioğlu: Biz şu anda Cumhur İttifakı’nın bu ülkenin başından gitmesi için her şeyi yapmaya çalışıyoruz. Çünkü ülkeyi uçuruma götüren bir ittifak ama bu konuda mecbur ve mahkum da değiliz Millet İttifakı’na. Bir üçüncü yol meselesi de mevzu bahis olabilir. Bizim böyle bir alternatifimiz var. O yüzden hiç kimseye mecbur, mahkum değiliz. Bunu da net bir şekilde deklare ettik. Ama kimseye de kapıyı kapatmıyoruz. Bizim için çözüm önemlidir. Kalıcı çözüm önemlidir. Yani seçim üstü geçici bir çözüm, çözüm değildir ya, bu Türkiye’ye yazık etmek demektir. “Gelin meseleleri kalıcı çözelim” diyoruz.
Sonraki turda durum değişebilir ama adayını belirledi mi HDP ya da Millet İttifakı’yla birlikte mi hareket edecek?
Gergerlioğlu: İşin doğrusu bu konu net değil. Net olmayan bir konu. O yüzden şu anda bu konuda net, çarpıcı bir cümle söylemek mümkün değil. Farklı ihtimaller, alternatifler var. O yüzden bu konuda “şöyle olur, böyle olacak” diye bir şey söylemek çok mümkün değil.