Beden ölür çürür, cana bakın siz.
Kim kiminle yürür ona bakın siz.
Bırakın dönsün dönme dolaplar.
Haktan, hakikatten yana bakın siz.
Merhum Abdürrahim Karakoç’a ait yukarıdaki dörtlük süreçteki bazı insanları ne güzel resmediyor. İşte onlardan biri de Faruk Beşer. Kendisi 24 Temmuz 2016’da kaleme aldığı bir yazıya şöyle başlık atmış. “Hangimiz aldanmadık?” Tabi, iktidarın gücüne boyun eğen ve onun büyüsüne kapılan biri olduğu için “Eski hal muhal; ya yeni hal veya izmihlâl!” diyerek dönme dolap gibi dönerek kendini mazur göstermeye çalışıyor. Yazısında Hizmet hareketinin grup insicamı, itaati, birliği ve bağlılığı ona çok ümit verdiğini, bu sebeple 2005’te bir makale kaleme aldığını ve bu hareketin liderini duygusal ifadelerle haddinden fazla övdüğünü yazmış. Sonra da kendisinin farklı bir gelenekten gelmiş olmasına rağmen bu hareketten çok şeyler beklediğini ve “soranlara izah etmekte zorlandım” dedikten sonra yanıldığını ve bu hatayı yapanın tek kendisi olmadığını dolayısıyla önemli olanın ‘aldanmış olmanın farkına varmak’ olduğunu söylüyor.
Evet Beşer hoca, kaleme aldığı o yazıda ‘aldandık’ diyerek birkaç cümleyle meseleyi geçiştirmeye çalışmış. Ancak her dönem “güçlünün yanında olma” anlayışı ile hareket ettiği için bugün böyle dese bile şimdilerde yanında yer aldığı iktidardan dolayı bir gün gelecek, yine; “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik” diyecektir.
Neden mi? Çünkü o, senin benim gibi sıradan bir insan değil. Evet, o 54 yaşındayken Fıkıh profesörü olarak ‘Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Fıkhını Anlamak’ isimli bir kitap yazdı. Kitabı nasıl yazdığını bizatihi kitaba yazdığı önsözde şöyle yazmış: “1970’li yılların sonundan 1980’in sonuna kadar ulaşabildiğim bütün konuşma bantlarını, pek çoğunu defaatle olmak üzere, dinledim. Özel bir deftere notlar aldım. Çok önemli bulduğum notları bir araya getirerek 20 kadar seçme kaset yaptım. Aradığım bilgiye ulaşabilmek için diğer kasetlerin konularını da tek tek fişleyip bir indeks hazırladım. Çünkü o zaman ne bilgisayar ne de cd vardı. Çalışacağım ve yazacağım her konuda, öncelikle onun söylediklerini duyarak anlamaya ve düşüncemin doğru olup olmadığını bu yolla test etmeye çalıştım. Bu benim için önemli bir teyitti… Şunun da farkına vardım ki, aslında benim kendimin sandığım fikirlerimin pek çoğunun kaynağı bu kasetlermiş. Hatta yıllardır fakültede vermekte olduğum ve öğrencilerim tarafından çok beğenilen “Günümüz Fıkıh Problemleri” adlı derslerimdeki etraflı izah ve açıklama üslubunda Hocaefendi’den etkilenme olabileceği kanaatine vardım. Bu itibarla yarın benin hakkımda, faraza bir terceme-i hal yazılacak olsa, “İlmini aldığı kaynakların başında Fethullah Gülen Hoca gelir” denmesi tam isabet olur.” (Sayfa;12)
Beşer hoca yazısına şöyle devam ettirmiş: “Bu sebeple Hocaefendi en çok sevdiğim insan oldu. Bazı teracim kitaplarında çokça görülen ifadesiyle, benim gözümde o; “vahidü dehrih” (Zamanının biriciği) ve “ferîdü asrih” (Asrının birinci adamı) haline geldi. Hatta “Ya Rab! Benim sağlığımdan al ve onun sağlığına kat” diye bilmem kaç kez dua ettim… bunları söylememin bir hakkı teslim görevi olduğuna inanıyorum. Ve yine inanıyorum ki, Allah uzun ömür eylesin, yarın pek çok insan bu teslimde geç kalmış olduklarını söyleyeceklerdir. İmdi, şöyle iddialı bir çıkış yapsam “kendilerinden hiç ayrılmayanların bir kısmı da dahil olmak üzere, cemaatinden kaç kişi Hocaefendi’yi benim kadar tanımıştır?” desem, … kendimi asla fazla abartılı konuşmuş saymam.” (Sayfa;13)
Şimdi özür dileyerek bu yazıya bir şekilde ulaşan herkese sormak istiyorum. Faruk Beşer’in “Hangimiz aldanmadık?” diyerek kendisini mazur göstermesi siz de inandırıcı geliyor mu? Belki zan olacak ama bu onun “haktan yana değil de güçten yana” olduğunu açıkça göstermektedir.
Bakınız o, kitabın on sekizinci sayfasında meseleyi bir adım daha ileriye götürerek şöyle diyor: “Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Hocaefendi’nin Âlim olmasının yanında bihakkın müçtehit olduğuna da bizce şüphe yoktur. Bunu kabul etmeyecek olanlar iki sebepten ötürü kabul etmiyor olabilirler. Birincisi müçtehitliğin “tanıdığımız bildiğimiz insanların ulaşamayacağı” hayali bir derece olduğunu vehmetmeleri, ikincisi ise Hocaefendi’yi tanımıyor olmalarıdır. Müceddit, hadis-i şerifin ifadesiyle, “her asrın başında (burada asır, belli zaman dilimleri anlamında olsa gerek) zuhur edip, dine arız olan bid’atleri kaldıran ve dini, asli güzelliğiyle gösteren, yenileyen kişi”, ya da kişiler, yani cemaatlerdir. Âlim ya da müçtehit olmadan bu işin yerine getirilebilmesi ise mümkün değildir. Bu değerlendirme ile Hocaefendi’nin, en azından hizmet birimi ile birlikte, böyle bir mertebeyi ihraz etmiş olarak görülmesinde şer’an ve aklen bir mâni görünmemektedir.”
Bu paragrafta Beşer diyor ki: “Hocaefendi’nin … müçtehit olduğunu kabul etmeyen bazı kimseler onu tanımıyor olmalarındandır.” Bu ifadesiyle kendisinin Hocaefendi’yi çok iyi tanıdığını ve hatta bu yüzden onun hakkında; “Bize göre, Hocaefendi, insanların hidayetine vesile olan bir “Mehdiyyun Bih”tir. (Kendisinin insanlara hidayeti gösteren bir kimse olması.)
Beşer, Hocaefendi’nin hem hayatının hem de çalışma metodunun her safhasında ve her boyutunda Hz. Peygamber’i örnek almanın bulunduğuna inanıyorum diyor ve “İsabet edip etmeme ayrı bir şeydir ve şahsen böyle bir isabetsizlik de göremiyorum. Faraza olmuş olsaydı bu da en nihaye, bir İçtihat hatası olurdu ve sahibine yine de bir sevap kazandırırdı. Ama bu melhuz hatalara binaen gıybetinin yapılması ise hiçbir bakımdan tecviz edilemeyecek (caiz görülemeyecek) bir durumdur. Günlük hayatında, metodunda, hicretinde, kısaca hazarında ve seferinde hep sünnet örneği üzere hareket ettiğini sanıyorum. Hatta Eğer bugün ABD’de ise bunun bile sünnetten bir örneğe dayandırıldığı gibi bir izlenime sahibim.”(Sayfa;35)
Sanırım mesele yeterince anlaşıldı. Mevzuyu daha fazla uzatarak sizleri sıkmak istemem. Şimdi sizi tenzih ederek diyeyim ki benim gibi avamdan insanlar özellikle Türkiye’de yaşayan ve zift medyasının ağır bombardımanı altında kalan insanlar Hocaefendi hakkında “yanıldık” diyebilirler. Ama Faruk Beşer Hocanın bunu demeye hiç ama hiç hakkı yok. Buna rağmen hala -yazdığı yazılara bakılırsa- “aldandım” demeye devam ediyor ve böylelikle hem kendini hem de ilmini inkâr ediyor. Ne diyelim? Neşet Ertaş’tan “Kendim ettim kendim buldum… Eyvah!” türküsünü dinlesin. yavuzsakarya65@gmail.com