Bank Asya’ya para yatırmak, Işık Yayıncılık’ta çalışmak ve NT mağazalarından alış veriş yapmak gibi iddialarla tutuklanan ve 18 ay Silivri 4 Nolu L Tipi Cezaevinde hapis yatan şair-yazar Nihat Dağlı, geçen ay hakkındaki tüm ‘suç’lamalardan beraat etti. Kendisiyle bir gecede değişen hayatını, içeride neler yaşadığını, ne düşündüğünü, neler yazdığını konuştuk. En çok merak ettiğimiz konu ise iktidara yakınlığıyla bilinen ama tek bir söz etmeyen kendi çağdaşı şair ve yazarların sessizliğiyle ilgili düşünceleriydi.
Cezaevinden çıktıktan sonra ilk yaptığı işlerden birinin, bir dönem okuduğu yazarların kitaplarını kütüphanesinden çıkarmak olduğunu söyleyen Dağlı, “Öylece susmak izah edilebilir gibi değil.” diyor.O kadar isim, o kadar imza; şair, öykücü, romancı, düşünürün adaletsizliğe, bu çürümüşlüğe hiçbir itirazlarının olmamasını eleştiren Dağlı, yanlış ağızlarla kurulan doğru cümlelerin kurucu değil, yıkıcı olduğunu ifade ediyor: “Hayatımdan düşenler kitaplığımda kalamazlar. Kitaplığımda insanlığın temel ilkelerine mugayir duran, diplere düşen ne kadar yazar varsa hepsini eledim. Kurdukları cümleler doğru olabilirdi ama ağızları, kendileri yanlıştı artık. Yanlış ağız ama doğru cümle, kurucu değil, yıkıcıdır.”
Geniş bir okur kitlesine ulaşan ve bu yıl 20 yaşına basan “Hiç Kimseye Mektuplar”, Çıkar Sokak, Elveda Oblomov, Herşey Büyürken Oldu, Kadıköylü Hölderlin kitaplarının yazarı Nihat Dağlı sorularımızı cevapladı. Hizmet Hareketi soruşturmaları kapsamında 23 Mart 2018’de tutuklanan Nihat Dağlı, 11 Eylül 2019’da tahliye edildi. Cezaevinde Firar Denemelerini yazdı, ancak henüz yayınlanmadı. Yazar Dağlı, Gazeteci Sevinç Özarslan’ın sorularını şöyle cevaplandırdı:
Türkiye’de bir gecede değişen sosyal ve siyasal iklimi en yakından yaşayan yazarlardansınız. 15 Temmuz’dan sonra hayatınız nasıl değişti?
İnsan seçim yaptığında, yapabildiğinde, iradesi üzere göründüğünde beliren bir form. Seçmediğinde, seçmediği durum ve hâlin içine çekildiğinde, dayatmayla yapmak durumunda kaldığında ise insan denen varlık hükümsüzleşir, ölür. Kant’ın görev ahlakıyla bir şeyi yapmak dahi can sıkıcı bir durumdur. Bu tespit, ontolojimi kuran, ben diye görünen evrenin zeminidir. Vazgeçilmezim olan bu hâli toplumsal bağlamda da görmek isterim. Dolayısıyla varlığım, varlığımın göstereni olan eylemliliğim bu zeminde gerçekleşti. Varlığa, topluma, farklı olana bu zaviyeden baktım. Dillerin ve renklerin kendince belirdiği bir toplumsallığa çalıştım. Hem teorik hem de pratik olarak insan hakları başlığı altında eyledim, bileşimlerde yer aldım.
Bu hal üzere 15 Temmuz gecesine vardım. Dışarıdaydım, geç vakitte eve varmıştım. Daha oturmamışken, salonda, açık duran televizyonun gösterdiğiyle kalmıştım. Darbe, darbe girişimi ontolojik zeminde karşı olduğum şeydi. Hiç düşünmeden bir itiraz olarak sokağa döndüm tekrar. Karıştığım kalabalık, takip ettiğim hesaplar, olup bitenlerin alabildiğince çıplaklığı ürküttü, üşüttü beni. Başka türlü bir refleksle karşı karşıya olduğumuzu hissettirdi. Korkunç bir “olay” duygusu içinde kalmış, Immanuel Wallerstein’in bu bağlamda söyledikleri düşmüştü zihnime. “İşte kimliklerin, yapısallıkların, iktidar taleplerinin körleştirici evreni ve insanı yerinden eden pragmatizmi” demiş, öylece eve dönmüştüm.
Kalbimle, kitaplığımla kalmıştım. Yapısal olan ile hep mesafeli yaşadım, bu anlamdaki kayıplarla çok ilgili olmadım. Eve, kendime çekilişimde, insanlar, en dokunulabilir hikâyeler düşündürttü beni. Şimdi ne yaşanacaktı? İçinden geçtiğim muhafazakâr sosyolojide beliren bu krizin vereceği fotoğraf nasıl olacaktı? Birkaç gün içinde olup biten olup bitecek olana işaret oldu. İlke, rasyonalite çekildi veya itildi kenara, Canetti’nin Kitle ve İktidar’da anlattığı yaşandı. Önce söz vardı belki ama şimdi yoktu. Aklın değil, duygu ve tutkuların sokakları dolduracağı bir mevsim görünüyordu. Binler, on binler devrilecek, yerlerinden olacak, çok bilinmeyen agorada, pazarda ölmemek için yollar aranacaktı. Her tarafından kıstırılmış halde yaşamıyor gibi yaşayarak…
Okumalarımın, anlama çabalarımın armağanı olan hikâyemde başlığa çıkan ilke neyse ona tutundum. Sahip olduğum şeyleri kaybedebilirdim ama kendimi kaybetmeyi göze alamaz, düşünemezdim. Biyolojik yaşam adına altını çizdiğim kendiliğimi yitiremezdim. Öylece baktım, gördüm, yaşadım. Bir korku unsuruna dönüşmek nedir öğrendim. Kazanç mertebesine yükselen çok kayıbım oldu. Yıkarken kuran bir yaşam pratiğinden geçtim. Şimdi daha az ve çoğum; kendiliğimle baş başa…
Cezaevine girdiğiniz o ilk an ne hissettiniz? Yaşadığınız şok muydu mesela. “Ölüme yatırılmak gibi” şeklinde bir cümlenizi okumuştum.
Başkentte kopan, sağa sola çarparak büyüyen fırtınayı görmüyor değildim. Ancak yine de biraz iyimserdim. Ne de olsa, kendimi siyaset felsefesinin klasiklerinden geçirmiş, oralarda devlet diye görünen organizasyonda olmazsa olmaz bir aklın kalacağına inanıyor, Ankara’nın da böyle belireceğini düşünüyordum. Anayasa teorisi ve evrensel hukuk müktesebatı, silahlı terör örgütü tanımlaması ve içeriğini ciddiye almayı gerektiriyordu. Sokaktan bağımsız olarak nesnel davranılacağı, öznelliğe ve duyguların hâkimiyetine yol verilmeyeceğine dair bir beklentim vardı. 15 Temmuz gecesinin üzerinden geçen zaman, bu zamana doluşan hikâyeler yanıldığıma işaretti, sahiden başka türlü bir pratikle kaldığımız ortadaydı. Dışarıdaydım hâlâ; gizlenmeden, neysem o halde beliriyordum. Otuz yıldır oturduğum evde yaşıyor, kendi ismim ve görüntümle sosyal medyada yer alıyordum. Kimi karşılaşmalar ve üzerimde yoğunlaşan bakışlardan, dışarıda kalışıma anlam verilemediğini hissetmeye başlamıştım. Durum o kadar vahimdi demek…
Nihayet 2018’in Mart’ında, bir roman dosyasına çalıştığım gecenin sabahında polisler kapımı çaldı. Askerlikte dahi silah kullanmamak için direnen, bu yüzden dayak yiyen ama yine de eline silah almamış, Tolstoy’un pasifizmine yakın şiddet karşıtı biri olarak “silahlı terör örgütü üyeliği” başlığı altında gözaltına alındım. Okumalarım üşüştü zihnime; Bakunin, Kropotkin, Proudhon, Foucault, birçok isim ve metin… Hapishanenin Doğuşu’ndan geçmişliğim, en son yazdığım metinlerden biri olan Panoptikon’dan Kaçış…
Okumalarımdan bildiğim ama hiç deneyimlemediğim bir durumda bırakılmıştım. İtiraf edeyim, tedirgindim. Polis, sorgu, cumhuriyet savcısı, mahkeme salonu, sonra müphemlik… Bütünlüğümden kopuk herhangi biri olarak karşılanmış olmak aşağılayıcıydı. Yargıyla, daha doğrusu ön-yargıyla yönelmiş bakışların nesnesi kılınmış, bu canımı acıtıyordu.
On günlük gözaltından sonra türkülerden bildiğim Metris Cezaevi’ne bırakıldığımda kısmen rahatladım. Müphemlik bitmiş, artık tutukluydum. Pişman mıydım, bu süreçte başka türlü davranarak dışarıda kalmak ister miydim? Asla! Dahası içeri alınarak dışarı çıkarıldığımı hissettim. Tedirginliğim bitmiş, kaygılarım sönümlenmişti. Sanki daha da özgürleşmiştim. Neye maruz kaldığımı biliyor, karşılaştığım muamelenin neliğini görüyordum. Yitirmemiştim kendimi, kendime tutunmuştum.
On günlük gözaltından sonra girdiğim cezaevinin ilk gününde daracık avluda yaktığım sigara huzurda kaldığıma işaretti. Evet, tutuklu bütünlüğünden kopartılarak ölüme yatırılır, ölümden geçirilerek terbiye edilir. Ama ele geçirilemeyen bir evren de vardır, teslim alınamayan… Beden dört duvar arasında tutulabilir, içindeki şehirlerle beliren zihin ve kendilik ise ele geçirilmez, teslim alınmaz.
Bir yazar olarak içeride bir günü nasıl geçiriyordunuz? Kimlerle, nelerle karşılaştınız? En çok nelerden yoksun kalmak sizi yaraladı?
Metris Cezaevi’ndeki misafir olduğumuz gecenin sabahında kelepçelenerek tabut olarak isimlendirilen araçlara bindirildik. Silivri Cezaevi Kampüsü’ne götürülüyorduk. Ellerime baktım, kelepçelerime… Ülke geçti zihnimden, bütün bir hikâyem. Cümle kurmaktan ev(lilik) kurmaya vakit bulamamış ellerimde metal bir soğukluk, içimde müstehzi bir eda…
Daracık yerde bir yayın grubunda editör, grafiker olarak çalışmış 25 kişiydik. Ama şimdi “silahlı terör örgütü üyesi” iddiasıyla elleri kelepçelenmiş ve 530 gün kalacağımız cezaevine götürülüyorduk. Aramızdan baygınlık geçirenler oldu. “Payımıza zulmetmek değil, mağdur edilmek düştü” dedim, “Zulmetmek mi, mağdur olmak mı? İşte, olmak veya olmamak, bütün mesele bu. Silivri’ymiş, çok soğuk imiş… Zulmeden olmak, daha yakıcı ve yıkıcı olmaz mıydı?”
Silivri’ye vardığımızda soyunduk, arandık, kayıt altına alındık. Kollarımızın altına taşımakta zorlandığımız yataklar bırakılarak kalacağımız koğuşlara götürüldük. İşte bir cezaevi koğuşunun kapısındaydım. Demir bir kapı, ortasında içeriyi gösteren küçük bir bölüm… Biz dört kişi duvar dibinde sıralanmış bir daha aranırken, koğuş kapısındaki küçük bölmeden bakan gözler gördüm. “Nihat Dağlı geliyor” şeklinde bir çığırış duydum içeriden. Sanırım dedim, beni tanıyan insanlar var içeride.
Kapı açıldı, yataklarımıza/eşyalarımıza uzanan eller oldu. İçeri girdiğimizde odalardan çıkan, merdivenlerden inen onlarca insan… Koğuşun ortak alanında oturtulduğumuz masalarda etrafımız sarıldı, geçmiş olsun demek için sıraya girildi. Gözaltı tecrübeleri vardı, bilirlerdi halimizi, hemen çaylar getirildi. Odalarımız ayarlandı, ihtiyaçlarımızın temini konusunda yardımlar oldu. Günler geçince koğuşu tanıdım. Normalde on kişinin kalabildiği koğuşta otuz-kırk arasında kişi kalıyordu. Koğuşun çoğunluğu akademisyenlerden oluşuyordu. İçlerinde kitaplarımdan tanıyan, takip edenler vardı. Çok geçmeden yabancılık çekildi aradan, duyguda bir eşitlenme gerçekleşti.
Günüm nasıl geçiyordu?
Doğrusu, dışarıda nasıl geçiyorsa öyle… Hayatım çalışma masasında, kitapların arasında geçti. Yalnız kaldığım bir odam yoktu ama kitapsız kalmayacağım netti. Kitaplara daha fazla gideceğimi, sığınacağımı biliyordum. Bir kalem ve defterlerimin de olacağını. Hem yakın davranan, sıcak karşılayan insanların arasındaydım. Kütüphaneden istemek üzere kitaplar listeledim. Klasikleri bir daha okuyacaktım. Don Kişot’tan başlayıp Proust’a varana kadar… Sonra Spinoza evreninde gezinme arzum vardı, bu gerçekleşti.
Gazetelerin hafta sonu ve kitap ekleri nimet oluyordu. Yeni yayınları takip ediyor, beş-altı kişilik bir grup temin edilecek kitapların listesini oluşturuyorduk. Gelen kitaplar aramızda dolaşarak, okunarak dışarı çıkarılıyordu. Okumak, dil öğrenmek, spor, eldeki ketıl ile harika yemekler pişirmek, manav-kantin-telefon-mektup-açık/kapalı görüş günü beklemek, gelen avukata çıkmak, dava sürecini takip etmek, mahkeme gününü beklemek vakti doldurmaya, oyalamaya yetiyordu.
Neden yoksun kaldım? Uzunca yürümekten. Yolu bir duvar kesmeden, ağaçların arasından, bir deniz kenarından uzunca yürüyüşler yapmaktan… 450 gün sonra, mahkemeye giderken, o tabut arabanın sık örülü penceresinden ağaç görebildim, bir ufku izleyebildim. Avluya açılan koğuş kapısının nemli dibinde bir bitki büyüyordu. Koğuştaki herkes ona özenli davranıyor, önünde vakitler geçiriyordu. Varlığı görmezden gelinmeyecek duruma erdiğinde gardiyanlar çekip koparıyordu. Cezaevi nedir? Avludan görülebilen gökyüzünün dikenli tellerle parçalanması, yeşillik ve toprak kokusu ihtiyacının manavdan gelen ot, sebze ve meyve üzerinden karşılanmasıdır.
Edebiyat tarihi cezaevinde yazılmış kitaplar, romanlar, günlükler, şiirler ve mektuplarla dolu. Kendinizi böyle bir ortamda bulunca ne düşündünüz?
Evet, öyledir, buralarda daha çok böyledir. Suç nedir? Yasaya mugayir olmak… Yasa nedir? Bir toplum sözleşmesinin ruhunu koruyan kanunlar… Yazar denen insan türü, bir arada yaşamayı imkânlı kılan toplum sözleşmesinin ruhuna karşıt konumlanır mı? Platon’un devletinde başlığa çıkarılan sınıfa akraba yazar cinsi neden böyle bir şey olsun ki? Hayır, buralarda cezaevinde yazılmış kitapların çokluğu bu sebep üzerinden okunamaz, yazarlarımız evrensel anayasa fikri ve ruhuna ters düştükleri için durum böyle değil.
Peki, sebep nedir?
Şu açık bir gerçektir: Çoğul bir şey olan toplumu bir arada tutup yaşatan sözleşme anlamında bir anayasamız olmadı hiç. Dolayısıyla anayasanın kurduğu bir devletimiz de… Buralarda, oy vermiş görünse de toplumun inşa ettiği anayasalardan çok, kutsal ve dokunulmaz olan devletin kendini merkezileştirerek oluşturduğu anayasa metinlerinden bahsedilebilir. Evrensel anayasa fikrinin inşa ettiği devlet değil, kendinden menkul devletin inşa ettiği yerel bir anayasa durumumuz var. Devlet norm belirlemiyor sadece, kendisi tartışılmaz bir normdur. İnsanın yerüstü ve yeraltından geçerek kurulan bir dilin göstereni olan yazarlar doğal olarak normatif olamaz, bir şekilde normatif olanla çatışırlar. Zira gerçeklik normatif değildir. Gerçekliğe vurgu olarak beliren yazarlar anormalleşince norm sahipleriyle karşılaşır, nihayette kendilerini cezaevinde bulurlar.
Kendimi cezaevinde görünce ne hissettim? Evrensel hukukun değil, yerel ve milli bir hukukun cari olduğunu bildiğimden hiç şaşırmadım. Fakat gözaltı, tutukluluk ve yargılanma sürecinde gördüğüm hal, ülkenin adalet mekanizması epey şaşırttı. Cam giydirilmiş gösterişli adalet saraylarındaki yargının niteliği içler acısı. Dökülen iddianameler, gerçekliği ispat edilemeyen suçlamalar, usul açısından bile yürütülemeyen yargılamalar…
Kişisel tarihinizde önemli bir yeri olan Hiç Kimseye Mektuplar’ın yazarı olarak yine hiç kimseye mektuplar yazmaya devam ettiniz mi? Okurlarınızdan da eminim çok mektup gelmiştir.
Evet, mektuplar aldım. Okurlardan, dostlardan… Burada özellikle iki ismi anmak isterim. İçinden geçtiğim bu sürecin alnında parlayan, bana armağan gibi gelen iki isimden… Kendisiyle (Eski) Mazlum-Der’de beraber çalıştığım avukatım Mehmet Ali Devecioğlu ve kendisi de bir KHK ile kürsüsünden kovulmuş sosyoloji doçenti Fatma Zehra Fidan…
Mehmet Ali Devecioğlu, yüzlerce mafyatik insanla kaldığım Vatan Emniyet’te gözaltında buldu beni, polis sorgusunda yanımda bulundu, Silivri Cezaevinde hiç yalnız bırakmadı, kendisiyle bolca Arabi-Spinoza konuşma imkânı buldum. Yargılandığım süreçte üzerine aldığı sorumluluk ve verdiği fotoğraf benim için muhteşem anlamlı.
Fatma Zehra Fidan ise, itildiğim kuyuya sarkıtılmış bir ip oldu. Tutuklandığımı öğrenir öğrenmez yazdı, kurduğu cümleler Silivri’ye kadar uzandı. Bana ulaşan ilk mektubundan sonra elime kalemi, defteri alabildim. İçinden geçtiğim içimden geçenler, Fatma Zehra Hoca’ya yazdığım mektuplar üzerinden dışarı çıkabildi. Bir anlamda bana editör oldu, yazdıklarımı kamuoyuyla buluşturdu. Bu mektupları, metinleri yazmasaydım sanırım oralarda daha mutsuz bir vakit geçirirdim. Yazmaya başlayınca, dahası yazdıklarım dışarıda yayımlanınca varlığımı hissettim. İçeri tıkılamadığımı, teslim alınamadığımı deneyimledim.
Evet, “hiç kimseye” mektuplar da yazdım. Özellikle “Ya Evde Yoksan” başlıklı metin öyle bir mektuptu. Muhatabı hem vardı, hem yoktu. Kişi olarak yoktu ama hal olarak sokakları dolduran bir şeydi. Beni merak eden ama hatırımı sormaktan da çekinen, içinden mektup yazmak geçen ama benden mektup alınca tedirgin de olacak dostların varlığını hissediyordum. Bunun üzerine şöyle şeyler yazdım:
“Sana yazmayı çok istedim, istiyorum. Mektup adresini bilmiyor oluşum bir bahane. Sebep bu değil, içimde dolanıp duran şey tuttu beni, tutuyor. Ülkenin yeni hallerinden biri bu; kapı ve pencerelerden girip içlere kadar sızmış şey. Bir korku, bir kaygı. Başefendi gibi içimizde oturuyor veya biz artık onun içinde hayatlarımızı çürütüyoruz. İtiraf edeyim, sana yazmaktan çekiniyorum. “Tamam” diyorum, “dostuna yazmak istiyorsun. Sular seller gibi ona dökülmek… Peki, o senden mektup almak ister mi? Mektubun onu tedirgin etmez mi?” İçimden geçince böyle şeyler, kalemi-defteri bırakıp düşüne kalıyorum. Öyle ya, sırf sana yazdığım için ve sen benden mektup aldığın için şüpheli durumuna düşebilirsin. Değil mi, böyle bir tedirginlik böyle bir korku, sokakları, hayatlarımızı doldurmamış mı? Ya kapısını çaldığım adreste yoksan? Çalsam kapını ve açmazsan kapını? Evet, “ya evde yoksan!” Bana adres olmaktan çıkmışsan!?”
18 ay hapiste kalmak size ne öğretti?
Tutukluluk bildiğim bir şeydi; üzerinde epeyce okuduğum, düşündüğüm bir hal… Edebiyata düşen gölgesinden, karanlığından tanıyordum onu. Düşünceyi, felsefeyi izleyerek ona epey bakmış, tutuklu insanın neye benzediğine dair kanaat edinmiştim. İnsan niçin, ne üzere tutuklanır? Hangi sınırdan atlıyor ki, hemen arkasından tutulup tutuklanıyor? Yaşamın, kendinden taşmanın konusu insan ne zaman cezai kanunun konusu olup zapt ediliyor? Suç nedir, ceza nedir, ikisi birlikte insanın nesi oluyorlar? Bu soruların peşinde bir koşu gibi duruyor okuma serüvenim, hikâyem…
İnsan, irade, özgürlük; suç ve ceza; tutukluluk, hürriyet… Bunlar, edebiyat, felsefe, siyaset bilimi, disiplinler arası geçişler koridorunda siret ve suretleriyle karşılaşıp tanıştığım kavram ve haller. Ama ve lâkin tutukluluğu biliyordum sadece, yaşamamıştım onu daha. Şu kadarını diyeyim: Yaşamadan bildiğimiz şeylerin bizdeki hakikiliği şüpheli. Başkasının elbiseleri içinde görünen mankenlere benzeriz bu durumda. Ancak yaşadığımızı sahiden bilmiş olabiliriz.
Okuma serüvenim, peşine düştüğüm sorular, geride bıraktığım ve yüzümü çevirip yürüdüğüm şey, toplamda verdiğim fotoğraf, “kendi olmaya doğru” bir “özgürlüğe kaçış” olarak okunabilecekken, ülkenin sabahlarından birinde tutuklandım. Cümle kurmaktan yaşamaya, başka şeylere yabancılaşan tenimde kelepçenin metal soğukluğunu hissettiğimde tutukluluk nedir, aşağılanmak nedir öğrendim, yaşadım. Dışarı’dan yoksun bir İçeri’ye tıkılınca, ben dostuma, dostum bana gelemeyince, biz birbirimizde oturup halleşmeyince, tutukluluğun bir nevi ölüm olduğunu bildim.
Cezaevlerinde çok fazla hak ihlalleri yaşanıyor. Siz böyle bir şey yaşadınız mı ya da tanık olduğunuz olaylar oldu mu?
On sekiz ay kaldığım koğuşta yüzden fazla insan, dosya tanıdım. Kaldığım cezaevi kampüsünde otuz bin insan tutuluyor. Mahkeme ve sağlık sorunları sebebiyle dışarı çıkışlarda onlarca hikâyeyle dönülüyor koğuşlara. Şunu söylemek mümkün: Yargılandığım dosyadan içeri alınanların büyük çoğunluğu hukukun değil siyasetin konusu. Hukuki anlamda içeride olmalarını gerektirecek hiçbir sebep yok. Dolayısıyla bizatihi tutuklulukları büyük bir haksızlık. İnsanı ontolojik tercihlerinden, inanç durumlarından hareketle krimanalleştirip tutuklamak adalete sığmaz.
Çoğunun ailesi parçalanmış durumda; anne-baba içeride, çocuklar dışarıda yalnız. Popüler kimi dosyalar dışında kalan kimsesiz on binlerce insan var, görmezlikten geliniyorlar. Hukukun, adaletin, etiğin, estetiğin, vicdanın konusu olmaktan çıkarılmış ötekinin de ötekisi insanlar… İnsanı utandıran onlarca, yüzlerce hikâye yaşanıyor. Suç makinesine dönüşmüş insanlar bir şekilde dışarıya çıkabiliyorken, hukuki anlamda suç olmayan fillerden dolayı hasta-yaşlı, kadın-erkek binlerce insanın özgürlüğü yok edilmiş durumda.
Haksızlığın bu tarafı varken içerideki kimi idari haksızlıkları çok da merkezileştirmiyorum. İçeride bahsettiğiniz hak ihlalleri çok sıradan, klişe… Ben de yaşadım. Yazdığım mektup ve metinler, bir şekilde dışarıda yayımlandığı anlaşılınca, soruşturma konusu oldu. O günden sonra yazdıklarım dışarı çıkartılmadı. Açık ve kapalı görüşler, mektuplar, ihtiyaçların karşılanması, kitap hakkı.. hepsi sorundu, kolay olmuyordu. APS ile gönderilmiş bir mektup bir ayda varabiliyordu mesela.
10 Eylül 2019’da tahliye oldunuz. Dışarı çıktığınızda ilk ne yaptınız?
İçerideyken düşündüğüm konulardan biri de buydu: Dışarıda ilk yapacağım şey ne olacaktı? On sekiz ay kendimle kalmış, içimde epey yol almıştım. Hayatımın, hikâyemin önemli duraklarından biri; zihinsel ve duygusal evirilişimin ete kemiğe büründüğü mevsim… Evet, paradoks! Daha da özgürleştiren bir tutukluluk hali. Bende olup bitenler kısmen mektup ve metin halinde açığa çıkıyordu ama işte dışarıda yarım bıraktığım veya kendisinden düştüğüm bir habitat vardı. Ne yapacaktım ben? Kitaplığıma baktığımda gördüğüm manzara, bir dönem okuduğum ve bu süreçte bir şekilde duranlar öyle mi kalacaktı? Şunu yaparım demiştim kendime: cümle kurma ehliyetini yitirmiş yazarları kitaplığımdan çıkaracağım. Hayatımdan düşenler kitaplığımda kalamazlar.
Yaptım bunu! Kitaplığımda insanlığın temel ilkelerine mugayir duran, diplere düşen ne kadar yazar varsa hepsini eledim. Kurdukları cümleler doğru olabilirdi ama ağızları, kendileri yanlıştı artık. Yanlış ağız ama doğru cümle, kurucu değil, yıkıcıdır. Nazizme yakınlığı sebebiyle Heidegger’i bile okumakta zorlanırken bunları mı okuyacaktım?
1.5 yıl, 530 gün içeride kaldınız. 450 gün iddianame beklediniz. Akıl almaz iddialarla yargılandınız ve sonunda beraat ettiniz. Bir edebiyatçı olarak içeride üretseniz de özgürlüğünüz elinizden alındı. Öfke, nefret, şaşkınlık, acı… Yaşadığınız bu haksızlık sonrasında hangi kelime hislerinizi ifade ediyor.
Yakıcı bir mevsimdi şüphesiz. Gözaltına alınmak üzere evden götürüldüğümde olanı yaşlı ve hasta anneme anlatmakta zorlanmıştım. Ben dahi inanmazken, ifademi verip döneceğimi düşünürken, Silivri’ye kadar yolumun olduğunu, çıktığım eve 18 ay sonra döneceğimi düşünmemiştim. İzmir nere Silivri nere? Cezaevine, tutuklu birine ziyaretçi olarak gitmek kolay mı? Bu kadar mesafeyi gitmek… Sonra ekonomik, psikolojik haller… Akrabanın, dostun aramaktan bile çekinmesi, sizden ayağını kesmesi…
En çok annemi düşünüyordum. Nasıl katlanacağı, devam eden tedavilerini nasıl sürdüreceğini… Ben bir şekilde maruz kaldığımı görüyor, anlıyordum. Kavrayınca meseleyi olup biten anlamsız olmaktan çıkıyor, dolayısıyla yakıcı olsa da yıkıcı olmuyor. Gözaltı ve tutukluluk kararından sonra mesele benim için bir şekilde vuzuha kavuşmuştu. Doğru yerdeydim; hukuk, etik ve estetik açıdan başımı öne eğdiren bir fiilin sahibi değildim, utandıran bir hikâyem yoktu. Kendi peşinde bir koşu dediğim anlama çabalarımın inşa ettiği kendiliğe tutunmanın, öylece bakıp görmenin bedeli olacaktı tabi ki. En çok kendine ihanetten, insanın özüne muhalefetten korkarım. Şükür, ihanet ettiğim bir değer, kurucu bir arketip yok.
Peki, maruz kaldığım şeyin faillerine karşı hissettiğim nedir? İnandırıcı gelir mi bilmem, onları öfke ve nefretin konusu yapmadım, yapmıyorum. Olgusal olanı duyguyla karşılamak olanı çözmez, anlamanın konusu yapılarak mesele çözüm bulur veya kişi ondan özgürleşebilir. Olumsuz olana radikal karşıtlık dahi onu tersten üretebiliyor, insan kavga ettiğine dönüşebiliyor.
Etkisinde kaldığım bir duygudan bahsedilirse, bu sürecin gönüllü icracıları adına utanıyorum. Hikâyemin önemlice bir kısmının geçtiği kültürel havzanın böylesi bir sonuç doğurması utandırıyor. Topluma, farklı olana, sayıya gelmez ve dile sığmaz ağrılar çektiriliyor. İnançlarına rağmen intihar edenler; yurdu, doğulan evi, yaşlanmış anne ve babayı geride bırakıp uzaklara yazılanlar; ekmeğinden edilen ve çalışma imkânından yoksun bırakılan on binlerce insan… Toplumun tümüne çektirilen karşısında mağduriyetimin lafı olmaz. Bu süreçte işini kaybeden, aç kalan, intihar eden, kanser olup ölen onlarca insan hikâyesi var. Kendi adıma Nurdan Gürbilek’in güzelim kitabı Mağdurun Dili’yle konuşamam.Adalet, hak ve hukuk diyerek gelen bir iktidarın varlığında oluyor olmakta olan.
İktidara yakınlığıyla bilinen birçok edebiyatçı, yazar, şair de olan biten bunca adaletsizliğe sessiz kalmayı tercih ettiler. Bu konularda ne düşünüyorsunuz? Bir yazar, adaletsizlik için tek bir satır yazı yazmayacaksa, kalem oynatmayacaksa ne için, ne zaman yazacak?
Payımıza bir alt-üst oluş manzarasıyla kalmak düştü. Bir gece yürüyüşünde gibiyiz, Celine’nin “gecenin sonuna yolculuk” dediği bir şey sanki yaşadığımız. Ama işte birilerine öyle gelmiyor, ütopyalarının başkasına distopya olduğu gerçeğini kabullenmiyorlar. Kendilerine o kadar gömülmüşler ki, mevcut durumu, yol alışlarında deneyimledikleri mağduriyetin doğal bir sonucu olarak karşılıyorlar. Pascal Bruckner, çocuk-ergen form ve kimlikler (mutlak bir serbestiyet isteyip de bunun sorumluluğundan kaçanlar) için “masumiyetin ayartıcılığı” der. Çocuk işte deriz, mümkün/namümkün ayırımını bilmez, sadece ister. Sınırı, haddi bilmez, arzuyla/duyguyla coşar, tatmin arar.
Soruda resmettiğiniz durum çok utandırıyor. İçerideyken çok düşündüm, bu fotoğraf bize neyi anlatır diye. Onlarca mağduriyetinizi ve dersiyle kürsüye çıkıp da bir o kadar mağduriyete övgü dizmek, olanı bir mağduriyet olarak dahi görüp okumamak veya başka türlü düşünüp de düşündüğü üzere tek bir cümle kurmamak, öylece susmak izah edilir gibi değil? O kadar isim, o kadar imza; şair, öykücü, romancı, düşünür, insan hakları aktivisti; mağduriyetlerden geçerek öğrenmiş, bilmiş, dil edinmiş, gönül kazanmış ağabey ve ablalar hiç mi çürümüşlüğe itiraz olmaz, adaleti hatırlamaz? Cümle kurma ehliyetlerini yitirdiklerini, işareti gibi durdukları değer atlasından düştüklerini görmezler mi?
Bu fotoğrafın bana söylettiğini Silivri’de yazdığım Morgtan Sesler Korosu’yla anlatmaya çalışmıştım. Bu metinden kısa bir bölüm vermekle yetineyim:
“Nihâyet eriştikleri veya bir şekilde karşılarında buldukları yapay varsıllığın hazzıyla dolaşıyor eski arkadaşlarım, “site” gibi duran kimliklerine vuran yoğun merkezî ışıkta köreliyorlar. “Başkası özgür olmadıkça biz özgür olamayız.” demişlerdi. Şimdi dökülen dosyalarla, hukuka oturmayan bir ön/yargı ve varsayımla kıstırılmış binlerce insanın aşağılanmışlığıyla zevkleniyor, bir cinayet biçimine cümle/omuz oluyorlar. İnsan ve iradesinden hareketle değil, gömüldükleri kimlik ve sitenin bekâsı açısından görüp okuyor, mesafe ve konum alıyorlar. Konuşmuyorlar aslında, yazmıyorlar; ağızlarını açtıklarında, kendilerine sızmış olan konuşmuş oluyor. Hepsi merkezî yayına geçmiş, bir söylencenin anlatıcısı olmuşlar.
Her tarafı beton/duvar olan bu yapı içinde düşünmek için epey vaktim oluyor. Durup hikâyeme bakıyor, tarihimde geziniyor, gezip gördüğümü bugünden geçiriyorum. Korunaksız, etkilenmeye hazır… Bütün gelip bulsun beni, ben Bütün’e varıp ona bulanayım diye. Bütün’e yerleşmeden Varlık’ın künhüne erilemiyor çünkü. Dilin varlığın evi olması da, insanın Varlık’ın künhüne ermesiyle ilgili biraz.
Betondan bir sitede, başkasına kapalı, bütünüyle kendisine gömülmüş betonarme bir kimliğin dili varlığa nasıl ev olsun? Jeopolitik söylence ve insan ölümüyle semiren hamasete boğulmuş bu dil, hayattan değil morgtan sesleniyor. Morgtan sesler korosu gibi…”SEVİNÇ ÖZARSLAN | BOLD