ENES CANSEVER-AVUSTRALYA
Son nefese değin hayatını insanlığa adamış, sesi soluğu vatan evladı olmuş âlimlerin, bilginlerin ve önemli şahsiyetlerin hayatını kaleme almak, hizmetlerini sıralamak, dile getirmek hep zor olmuştur.
Hele hele günümüzde, kimlik ve kişiliğini ayaklar altına alıp, ona buna boyun bükmüş, siyasi güçlere payanda olmuş, ilmin izzet ve şerefini beş paralık etmiş, tüm kutsallarını göz ardı ederek, hâkim güçlerin taleplerine ram olmuşların olduğu bir devirde yaşıyorsak.
Sözüm ona “hocaların” bolca yaşadığı bir devirde, edeb ve adabıyla her daim örnek olmuş, büyük zâtların örnek hayatlarını cümlelerle aktarmak, hayli müşkül bir mesele olmuştur. Hele hele geride silinmez izler bırakmış, ömrünü dolu dolu geçirmiş, gözyaşı ve ıztırapla nesillerin yetişmesine ön ayak olmuş numune bir kişilik ise bunu cümlelerin dar kalıplarıyla anlatmaya çalışmak, bir hayli zor olsa gerek.
HANAU KABRİSTANLIĞI, GÖZYAŞLARI, SULU SEPKEN HER YAN!
Teşyiine ve uğurlanışına, Almanya’nın Hanau Mezarlığı’nda; sevenlerinin gözyaşları, semanın rahmet kesilmiş yüzü eşlik etti.
11 Temmuz’du.
Dünyanın yedi bucağında emekleri, hizmetleri oldu.
Ayak basmadığı, ulaşamadığı yerlere ve beldelere ise, fikirleriyle, gönlünden saçtıklarıyla ve dualarıyla ulaştı.
O, Hanau Mezarlığı’nda ebedi âleme yolculanırken, dünyanın hemen hemen her ikliminde, tüm coğrafya ve beldelerden sevenleri de gözyaşlarıyla iştirak ettiler bu uğurlanışa.
Edep, haya, tevazu, mahviyet, dünyaya minnetsizlik ve sadakatte örnek şahsiyetti.
Ömrünü, iman ve Kur’an hizmetine adamış, beklentisiz bir ömür sürmüş, yardımseverlikte zirve olmuş, dost canlısı; kısacası Hizmet Hareketi’nin vicdanı olabilmiş muhterem bir şahsiyetti.
Böylesi kişilikler, arkalarında büyük ve derin boşluklar bırakarak ayrılırlar dünyadan.
HİZMET’İN SAFF-I EVVELİNDE, SAMSUNLU HOCA!
76 yıllık tertemiz bir hayatın ardından, 11 Temmuz’da ruhunun ufkuna yürüyen, Hizmet Hareketi’nin saff-ı evvelinde her vakit yerini almış, hareket mensupları tarafından mühim bir yol gösterici olarak kabul edilen Mehmet Ali Şengül, diğer bir ismiyle “Samsunlu Hoca”dan bahsediyoruz.
Esasında o, Samsun’lu değil, Burdurlu’dur…
Muhterem hocamız yetmiş altı yaşına varıncaya dek, şu kevn-u mekânın sıcağını, soğuğunu görmüş; Samsun’da ifa ettiği dolu dolu hizmetler ve görülen bir rüya ile “Samsunlu”ların hemşehrisi olma kimliğini pekiştirmiştir.
Büyük hizmetlerin ilk dertlisi, rehberi, hocası, sırdaşı, rehnüması Hocaefendi’sinin bir rüyasıyla tam bir “Samsunlu Hoca”. illerden dillere bu nâm ile dolaştı günümüze kadar.
1945 yılında Burdur’un Yeşilova ilçesi, Erledere köyünde doğdu Şengül Hoca.
Denizli’de hafızlık eğitimini tamamlar, 1960 darbesini takiben İzmir Kestanepazarı’na geldi.
Burada Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanıştı.
Daha sonra Bozyaka Kilimci Tepe Camii imamı olarak göreve başladı.
Şengül, 1980 darbesinden fazlasıyla nasibini aldı.
Bu dönemde, yer değiştirerek, Samsun’da hizmetlerini sürdürmeye mecbur kaldı.
Ama aslında cebri hicret, camianın Anadolu’ya çıkmasını ve yayılmasını da beraberinde getirdi.
Mehmet Ali Şengül, daha sonra sırasıyla Kafkaslar, Avrupa ve Avustralya Kıtası’na hizmet yolculuğunu devam ettirdi. Arkadaşların vefalı abisi oldu, arkadaşlarının umutlarını her daim taze tuttu.
Bu hizmetlerin özverili yiğitlerinin yaşadıklarını o da yaşadı.
‘Samsunlu Hoca’ hakkında da 15 Temmuz sonrasında, “silahlı terör örgütü yöneticiliği” ve “anayasal düzeni ihlale teşebbüs” iddialarıyla dava açıldı.
En son hizmet mahalli olan Almanya’da, koronavirüs tedavisi için hastaneye yatırıldı ve maalesef dünyayı kasıp kavuran bu illet, onu da bizlerden kopardı.
ALDIĞIMIZ VEFA DERSİ GEREĞİ, ONA VEFAYI YERİNE GETİRMELİYİZ!
Samsunlu hoca, artık bizden ayrı artık o berzah misafiri.
Gittiği yerlere, beldelere, kıtalara vefa taşıyan Hoca’mızı hatırlama ve hatırlatma sırası, ondan aldığımız vefa dersi gereği artık bizde.
O, vefalıydı, arkadaşlarının aynı vefayı bir emanet gibi her yana taşıması lazım elbette.
Vefasızlıkta zirve yapan, zulüm ve acının her nev’ini çektirenlerden bile hâk talebinde bulunma tenezzülünde bulunmadan keşmekeş dünyadan çekip gitti.
Çekip gitti; ama hayatı boyunca, sözleriyle, vaz-u nasihatleriyle naif yüreklerde ‘Samsunlu Hoca’ olarak ayrıcalıklı otağını kurdu.
Sadakat, vefa, denge, kıvam ve mülayemet insanı olarak, sevenlerini gözyaşlarıyla bırakarak gitti.
Alnı secdede bir ömür sürdü, ibadetlerinde oldukça hassas idi.
Arkadaşları gibi, altın neslin emektarı, yol gözleyicisi oldu hep.
Ruy-i zemin vatanı olmuştu yıllardır, yanındaki seccadesi o vatanın toprağıydı sanki.
Ömrü, gurbet ve hicret diyarlarında geçmişti, son nefesini ise sürgünde verdi.
Son yıllarda onun gibi muhacirlerin sayısı artmış, seccadesini yanına alan yeryüzünü vatan bilip, ayrılıyordu doğup büyüdüğü topraklardan.
Yaşlı gözleri bu muhacir selini de görmüştü.
Geride kalanlara, vatanlarından çıkamayanlara yaşatılanlar onu da tarifsiz acılara salıyordu.
Elbette, onun gibi ufuk insanları, bu durumu, yolun kaderi kabul ediyor, ümmetin kıymetlilerinin her dönemde bu kaderi yaşadıklarını çok iyi biliyorlardı.
Peki, kimdi, nereliydi esasında Mehmet Ali Şengül?
Neden ‘Samsunlu Hoca’ diye bilinmiş, bu ün ile kardeşlerinin Samsunlu hocası olmuştu.
BURDUR’UN YEŞİLOVA İLÇESİNDEN, DÜNYANIN KITALARINA!
10 Mart 1945’te Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Erledere Köyü’nde dünyaya merhaba der Mehmet Ali Şengül.
Annesi Sâime Hanım ve babası Hasan Şengül’ün beş evladının birincisi olarak, ilkokulu Dereköy’de tamamlar.
Sol düşünceleriyle bilinen Tahir öğretmen (Fakir Baykurt), Mehmet Ali Şengül Hocanın mezun olduğu okulda yıllarca öğretmenlik yapar.
Baykurt da, Şengül hoca gibi Burdur Yeşilova’nın Baykurt Akçaköy’ündendir.
Mevcut rejime göre bir düşünce suçlusudur Baykurt.
Zaten, bir şikâyet sonrası Doğu Anadolu’ya, Kars’a sürülecektir.
Okulda görev yaptığı dönemde gözüne kestirdiği Mehmet Ali’nin mezun olmasını fırsat bilerek solcu öğrenci ve öğretmenlerin yoğunlukla bulunduğu öğretmen okuluna onu götürmek için babasından muvafakat ister.
Nihayet, masraflarını da yükleneceğini taahhüt ederek aileyi ikna eder.
İkna edilen baba Hasan ve öğretmen olacağı hayalleriyle yaşayan Mehmet Ali, bir sonraki gün öğretmen okuluna gitmenin heyecanıyla, yol hazırlığına başlarlar.
Fakat, kader denk noktası beklenmeyen bir olay olur. Küçük Mehmet Ali’nin Gönen Öğretmen Okulu’na gideceği yıl şöyle bir olay gelişir.
Baba Hasan Şengül’ün medreseden ders aldığı Haşim Hocası, bir tevafuk eseri yıllar sonra Şengül ailesine misafirliğe gelir.
Bu iki kâdim medrese dostu, şimdi olduğu gibi; o dönemde de müminlere her yer adeta cehenneme dönen tablo nedeniyle yıllarca bir araya gelememişlerdi.
Günümüzde, milletin alın teriyle yurt yuvalar gasp edilip, yandaş ve cantaşlarına peşkeş çekildiği gibi; o dönemlerdeki karanlık yıllardaysa medreseler, tekke ve zaviyeler kapatılmış, ezanın Arapça aslıyla okunması yasaklanmıştı.
Bu dönemde cezaevlerinde tutulanlara Allah’ın kitabını bile vermeyişinin bir benzeri, o yıllarda, Kur’an öğrenme ve öğretmeyi imkânsız hale getirmişti.
Bu dertli medrese hocası, yıllar sonra ortalık biraz sakinleşince eski talebelerinin durumunu öğrenmek için yollara düşer.
Hasan Şengül, uzun yıllar göremediği hocasını en iyi şekilde bir taraftan ağırlamaya çalışır, bir taraftan da kafasındaki soruları da sormadan edemez.
Bu arada henüz yeni aldığı ve köyünde ilk olma özelliğini taşıyan radyosu, köydeki mollalar tarafından “gavur aleti, haram şey” denilerek, bir türlü kabullenemez.
Ama bunu diyenler ne de olsa hacı-hoca diye sesini çıkarmaz. Bu fırsatla, “gavur icadı” denilen radyoyu çok güvendiği Medrese hocası Haşim Hoca’sına sorar.
GÂVUR İCADI RADYOYU, GETİR BAKAYIM HASAN EFENDİ
Haşim Hoca da; “Getir bakayım şu radyoyu Hasan efendi” der.
Kısa dalgadan Kahire radyosu açılır ve güzel bir sesle okunan Kur’an-ı Kerim’i dinlenmeye başlarlar. Bir süre sonra Haşim Hocanın gözlerinden yaşların aktığına şahit olan Hasan Şengül, Hocam bunun meali ve manası nedir diye sorar.
Haşim Hoca Baba Hasan Şengül’e; “Evladım ben Kur’ân-ı çok anlamam, ama nankörlüğümüze ağlarım. Ya sen Kur’ân-ı anlasan, başını taşlara, kayalara vurursun!” der. Ve bu mana yüklü cümleler aslında aynı zamanda, bir sonraki gün öğretmen okuluna gönderilmek üzere olan Mehmet Ali Şengül’ün hayatının yönünü değişmesi için kilometre taşı olur.
Bu diyalog, Hasan Şengül’ü düşüncelere salar.
Olan biten, M.Ali Şengül’ün hayat seyrinin de değişmesine neden olur.
Bu nasihat dolu sohbetin ardından baba Hasan, yürekten bir niyazda bulunur: “Allah’ım bana beş evlat verdin.
Bunların birisini hiç olmazsa Kur’an kursuna vereyim. Seni, Peygamberini ve dinini öğrensin” der.
Dinin ve Kur’an-ın yaşadığı gurbete çok içlenen baba Hasan, küçük Mehmet Ali’yi öğretmen okuluna gönderme fikrinden vazgeçer.
Öğretmen Fakir Baykurt’un ısrarlarına karşı koyan baba Hasan, zeki evladını Çardak Kur’an Kursu’na göndermeye karar verir.
SAMAN KAMYONUNA BİNDİRİLEN M. ALİ VE HAYALLERİ!
Sabah öğretmen okulu hayalleriyle uyanan küçük Mehmet Ali’nin hayalleri yıkılır.
Ama gel gör ki bu yol ayrımı; onu güzel hizmetlerin öncülerinden, yol açıcılarından biri kılacaktır, 76 yıllık bir ömür, bu çok bereketli hizmetlerle geçecektir.
Mehmet Ali gibi Burdurlu olan Fakir Baykurt da sol bir ideolojinin romancısı olarak hayatına devam edecek, lakin o da düşünce suçlusu olarak yurdunu terk etmek zorunda kalacaktır.
Uzun yıllar gurbete mecbur edilen ve Almanya’da yaşayan Baykurt da, Şengül Hoca gibi Almanya’da terk-i dünya edecektir.
Mehmet Ali Şengül, kasabadaki Kur’an kursunda hafızlık eğitimine başladığı yıllar, İmam Hatip okullarının yeni açılmaya başladığı döneme denk gelir.
Bu nedenle açılacak en yakın imam hatip okuluna kayıt için gider; ancak kontenjan sınırı nedeniyle okul yöneticilerinin, “Kur’an kursunda devam etsin seneye erkenden gelin” tavsiyesiyle üzüntülü bir şekilde kasabaya döner.
Fakat kendi köyünde okumasını istemeyen anne Sâime Hanım, onu saman yüklü bir kamyona bindirerek, Denizli’ye doğru yola çıkarır.
DENİZLİ’DE UZATILAN SİHİRLİ EL VE ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’LA İLK KARŞILAŞMASI!
Yer yurt bilmeyen, kimi kimsesi olmayan, maddi imkanlar noktasında yetersiz ailenin genci Mehmet Ali Şengül ne yapacak, bu imkânsızlıkları nasıl aşacaktır?
Talihe bak ki, bir yardımseverle yolları kesişir, fakir ama okumaya azimli ve arayışta olan bu gencin elinden tutulur.
Denizli Merkez Kur’an Kursu Derneği’nin başkanıyla buluşturulur.
Gayretli, çalışkan ve samimi bir öğrenci olan Mehmet Ali, erken yaşlarda hafız olunca, Ahmet dedesi yanına iki kasa lokum alarak, kucağında lokum kasaları ile koca köyü kapı kapı dolaşır ve sevincini paylaşır.
Kadife gibi sesiyle gönüllere inşirah salan Mehmet Ali Şengül, kısa zamanda hocası Hafız Mustafa Efendi’nin gözdesi ve en has talebesi olur.
Takvimler 1958’i göstermektedir.
Küçük Hafız Mehmet Ali, arkadaşlarıyla Çardak Kur’an Kursu’nda bulunduğu bir sırada, Üstad Bediüzzaman Denizli’ye gelir.
O sırada Mehmet Ali, arkadaşlarıyla Çardak Kur’an Kursu’nda bulunmaktadır.
İstasyondaki bir görevlinin kurstaki öğrencilere telaşla şöyle çağrısı olur: “Dünyanın en büyük âlimlerinden Bediüzzaman Hazretleri geçecek; gelin çocuklar, ona bir selam verelim.”
Öğrenciler, Denizli-Afyon yoluna dizilirler.
Üstad Hazretleri arabasıyla geçerken camı açıp iki eliyle, Mehmet Ali Şengül’ün de aralarında olduğu öğrencilere selam verir ve iki eliyle kendisine doğru çağırır.
Şengül, iki eliyle kendine doğru yapılan çağrının, Kur’an ve Hizmet çağrısı olduğunu yorumlar ve yer yer sohbetlerinde bunun manasına işaret eder.
Söz konusu, karşılaşma ve daveti ilerleyen yıllarda, var olan hizmetleriyle iyice bütünleştirecek, yaşananın bir tavzif olduğu idrakine varacaktır.
VE KADERİN ÖRDÜĞÜ AĞLA, KESTANE PAZARI’NA DOĞRU ÇIKIŞ!
O dönemlerde her sene bir gelenek olan Denizli Kur’an Kursu’nun en başarılı olan bir öğrencisi, İzmir Kemeraltı’ndaki meşhur Kestanepazarı Kur’an Kursu’na gönderirlerdi.
Hafızlığını tamamlayan Hafız Mehmet Ali Şengül, o sene İzmir Kestanepazarı’na gönderilecek öğrenci olarak tespit edilir.
Kestanepazarı Kur’an Kursu Kemeraltı esnafının desteğiyle kurulan derneğin uhdesinde faaliyet yürütmekte.
Derneğin kurucu müdürü ise tanınmış şahsiyetlerden Raif Cilasun Hoca’ydı.
Bir müddet sonra, Kestanepazarı Kur’an Kursu müdürlüğüne, Edirne Selimiye Camii İmamlığından İzmir’e tayin olan merhum Yaşar Tunagür Hocaefendi getirildi. Mehmet Ali Şengül, Kestanepazarına geldiği yıl, kurs müdürü olan Yaşar Tunagür’le buluştu.
Kurstaki faaliyetlerinde çok başarılı olan Yaşar Tunagür’ün, vaazları da çok sevildi.
Fakat daha sonra Ankara Diyanet İşleri Başkanlığı’na tayini çıktı ama buna İzmirli’ler razı olmadı.
Yaşar Hoca, bu teveccühe karşılık, şu sözü verdi; “Ben gitmek zorundayım ama size benden daha faydalı olacak ve daha çok seveceğiniz bir hocayı yerime tayin ettireceğim“. der.
YAŞAR TUNAGÖR HOCA’DAN, HOCAEFENDİYE TEVDİ EDİLEN GÖREV:
Bir parantez açarak, Hocaefendi’nin İzmir’e gelişinin perde arkası şöyledir.
Fethullah Gülen Hocaefendi, Edirne ve Kırklareli’nde uğradığı baskı ve takipler üzerine 1966 yılının Şubat ayında bir süre izne ayrılarak, Ankara’ya gider.
Diyanet İşleri Başkan Vekili Yaşar Tunagür’ü ziyaret eder.
Tunagür Hoca, kendisini İzmir’e tayin etmeyi düşündüğünü belirtir ve Hocaefendi istemese de Tunagür’ün ısrarıyla 11 Mart 1966’da, İzmir’e tayini yapılır.
Hocaefendi bu hadiseyi şu şekilde anlatıyor:
“İzine ayrılıp küçük bir Türkiye seyahatine çıktım.
Çeşitli yerlerdeki dostlarımı ziyaret ettim.
Seyahatim kırk gün kadar sürdü.
Halbuki izin sürem yirmi gündü.
Ankara’ya uğradım.
Yaşar Hocaefendi Diyanet İşleri Reis Muavini olarak Ankara’ya gelmişti.
Ona durumumu anlattım.
Meğer aklında başka bir düşünce varmış.
İzmir’den ayrılırken onlara kendi yerine beni göndereceğini söylemiş ve benden sitayişkârane bahsetmiş.
Bana “Bir dilekçe yaz ve İzmir Vaizliğini iste” dedi.
Ben, aniden böyle bir teklifle karşılaşınca şaşırdım.
“İzmir büyük yer, beni yutar. Mümkünse beni şarkta küçük bir vilayete verin” dedim.
O ısrar etti. Bir başkasına dilekçe yazdırdı, bana da zorla imzalattı.
Daha sonra da kararnameyi Diyanet İşleri Reisi Elmalı’ya imzalattı.
Kendi imzalamadı.
Yaşar Hocaefendi’nin her zamanki temkinli davranışlarından biriydi.
Kırklareli’ne geldiğimde ilk işim müftüye tayinimi duyurmak oldu.
Çünkü suçlu durumundaydım.
Tayinimin çıktığını duyunca müftü suçumu unuttu ve üzüntülerini bildirdi.
Kırklareli’nden ayrılışım adeta bir merasim oldu.
Arabalar tuttular ve beni Edirne’ye kadar tekbirlerle, salavatlarla getirdiler.
Edirne’deki dostlarla görüşüp vedalaştım. İstanbul’a geldim ve İzmir’e gitmek üzere trene bindim.”
Kırklareli Valisi Nail Memik, 25 Mart 1966 günü İçişleri Bakanı Faruk Sükan’a gönderdiği bir yazıyla, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 21 Mart 1966 tarihinde ilden ayrıldığını bildirir. Kurs müdürü Tunagür’ün İzmirli’lere sözü de böylece yerine getirilmiş olunur. Fethullah Gülen Hocaefendi de kendisi gibi, İzmir ve Ege bölgesi gezici vaizi, Kestanepazarı Kur’an Kursu Müdürü ve hocası olarak göreve başlar.
VE HOCAEFENDİ İLE IHLAMURLU ÇAY EŞLİĞİNDE İLK GÖRÜŞ VE UNUTULMAZ SOHBET:
Bu arada Mehmet Ali Şengül, Antakya ve Bursa’da vatanı görevini tamamladıktan sonra, İzmir’e geri döner.
Şengül’ün kaydı silinmediğinden Kestanepazarı’nda kaldığı yerden öğrenciliğine devam eder.
Şengül, asker dönüşü Cuma günü Kestanepazarı Camii İmamı Hafız İbrahim Hoca’ya uğrar.
İmam odasındaki buluşma esnasında, bir öğrenci odaya gelerek; “Hocaefendi selam söyledi, kendisi çok hasta olduğu için hutbeye çıkamayacak, sizin yapmanızı istedi.” dedi.
Cami imamı İbrahim Hoca, aynı zamanda hafız olan Şengül’e dönerek; “Biz yaşlandık, burada hafızlar var. Onlar yapar bu vazifeyi.’ der.
Henüz askerden gelen Şengül, itiraz etse de askerlikte namaz kıldırması ve daha önceki cemaatin karşısına çıkma tecrübesiyle, minberin ve kürsünün hakkını verir.
Cuma Namazı sonrası, imamın odasına geçer Mehmet Ali Şengül.
Hocaefendi, ikinci kez bir öğrenciyi imam odasına göndererek, Şengül hocayı çağırtır.
Ve Hocaefendi’yle ilk yüz yüze geliş böyle olur, yakından tanışma imkânı bulurlar.
Bu tanışma, Hocaefendi’nin çokça bilinen tahta kulübesinde gerçekleşir.
Yarım asrı aşan bir birliktelik böylece tahta kulübede başlar.
Yol arkadaşlığı burada başlar, gönül köprüsü burada kurulur.
Hocaefendi rahatsızdır, bir yanda ıhlamur kaynamaktadır.
Sohbet koyulaşır ve bir demlik ıhlamur biter bu arada.
Aslında bu tanışma ve derin muhabbet, bugün dünyanın dört bir yanına yayılan Hizmet Hareketi’nin faaliyetlerinin de temelini oluşturur.
Şengül Hoca, Kestanepazarı hatıralarını süsleyen şu hikmetli anısını, sohbetlerinde ve sevenleriyle paylaşır: “Henüz Merhum Yaşar Tunagür’le beraberken yurtdışına, Mısır’a gitmek için izin istedim. Arapça öğrenmek istediğimi söyleyince, ‘oraya gitmek için para lazım’ diyerek geri çevirdi. Ben de bir esnaf dosttan parayı bulup, yeniden Tunagür Hoca’dan, Mısır için izin istedim. Mısır’a gitmek istediğimi parayı da ayarladığımı söylediğimde bana dönerek, ‘Bak evladım büyüklerin sözlerinde hikmet vardır. Sana Mısır’a gitme, burada kal diyorsam bir hikmeti vardır. Söz dinle!” diyerek, ikinci kez geri çevirir Şengül’ü. Samsunlu Hoca, Tunagür’ün, Mısır’a gitme iznini iki kez geri çevirme hikmetini ise; daha sonra Hocaefendi ile tanışma ve uzunca beraberliğe bağlıyor.
İLK KAHVEHANE SOHBETLERİ VE HİZMET’İN İLK KURUMLARI:
Kestanepazarı Kur’an Kursu’ndan mezun olur Samsunlu Şengül Hoca.
İmam Hatip sınavlarını başarıyla verir.
Bir yandan, eğitimini sürdürürken beri taraftan resmi imamlık görevine de devam etmektedir.
Hocaefendi ve arkadaşlarıyla yaptıkları kahvehane sohbetleri işte bu dönemde başlar.
Bu sayede pek çok insanla tanışılır.
Hizmet halkası, her geçen gün genişler böylece.
Daha sonra Ege geneline yayılacak hizmetlerin İzmir hizmetleri ve genel hizmetlere çok önemli katkıları olacak, buradaki faaliyetler nüve teşkil edecektir. Kahvehane sohbetleri, yaz çadır kampları, ilk mütevazi evler…
Ardından, Bozyaka’da açılan ilk yurt…
Akyazılı ailesinin verdiği arazi üzerinde inşa edilir ilk yurt.
Daha sonra sırasıyla, Yamanlar Lisesi ve diğer okullu yıllar ve üniversiteler…
Bu arada açılan Bozyaka Yurdu’na ilk müdür olarak Mehmet Ali Şengül’ü görevlendirir Hocaefendi.
Cami imamlığının yanısıra, 10 yıl sürecek, Bozyaka Yurt Müdürlüğü başlar.
Yurtta idareci iken, devamlı riyazetten bünyesi iyice zayıf düşer.
Buna rağmen bir-iki saat uyku ile yetinir.
Bazen sabaha kadar beklediği ve hiç uyumadığı olur.
Geceleri birkaç defa banyoları, tuvaletleri ve yatakhaneleri dolaşır, talebeleri kontrol eder.
Talebe ile yakından ilgilenir, her türlü olumsuzluğu düzeltmeye çalışır.
Olan bitenler ilktir ve böylesi bir kervan, ilk defa yola koyulmaktadır.
İKİ DELİ, BİR VELİ İLE ÇIKILAN YOLUN GÜNÜMÜZE UZANAN BEREKETİ:
Sonrasında Hocaefendi, “İki deli, bir veliyle yola çıktım.’ diyecektir.
O veli, Mehmet Ali Şengül’den başkası değildir.
Tahta kulübe, büyüyen gelişen hizmetler, kar, boran, fırtına; gurbette uzun yıllar ve ötelere uzanan yolculuk…
Bugün, 15 Temmuz Planlı Darbe ile milyonların çektiği her türlü eza ve cefayı, ilk zamanlar Hocaefendi ile Mehmet Ali Şengül hoca çekerler.
Ezada, cefada, tasada, dertte hep Hocasının yanında olur Şengül hoca.
Gönülden bağlandığı sevdası, Hizmeti uğrunda çekmediği çile kalmamıştır.
Yaşananlar onu asla yolundan alıkoymamıştır.
Zindanlar, işkenceler ve takipler hayatından hiç eksik olmadı.
Seksenli yıllarda aranırlar ve köşe bucak gizlenirler, devrin zalimlerinden.
1980 DARBESİNİN ZALİM YÜZÜ: HOCAEFEDİ’NİN ARANDIĞI YILLAR VE ŞENGÜL’E YAPILAN İŞKENCELER
12 Eylül 1980 Türkiye’nin üzerine çöken kara bulut, Hizmet Hareketi’nin daha yeni yeni filizlendiği bir mevsime denk gelir.
Memleket büyük badireler atlatır, hizmetler büyük zarar görür.
Darbe sonrası pek çok masum insan tutuklanır ve işkencelere maruz kalır.
12 Eylül sonrası 9 ay kadar hapis yatar Şengül.
O tarihlerde, sıkıyönetimce arananlar posterler asılarak aranmaktadır.
Afişlerde Fethullah Gülen Hocaefendi de bulunur.
Başka çare olmayınca, günümüzdeki zalimlerden kaçan binlerce insanın gaybubet’e çekildiği gibi, Hocaefendi de gözden ırak mekanlarda bulunmaya başlar.
Bu sırada, Mehmet Ali Hoca gözaltına alınır ve işkenceyle Hocaefendi’nin bulunduğu mekân öğrenilmeye çalışılır.
Yerini söylemeyince de ağır işkencelere tabi tutarlar.
Öyle ki, ayak tabanları falakadan yarılır.
Günlerce yürüyemez hale gelir.
Soğuk ve tek kişilik hücrelere atılır.
Öyle ki, çoğu zaman “Herhalde burada öleceğim” diye düşüncelere kapılır.
Bugünkü zalim ve hak, hukuk tanımazların binlerce Hizmet Hareketi mensubuna yaşattıklarına benzer bir durum aslında.
Konuşturulamayan Şengül’ün, son olarak gözleri bağlanır ve binanın çatısına çıkarılır.
Aşağı atmakla tehdit eder, devletin despot polis ve sorgu memurları.
Tüm bunlara rağmen, “Yerini bilmiyorum” der.
Gözleri kapalı olduğu vaziyette ama hissettiği rüzgârdan, bina boşluğunun kenarında olduğunu hisseder.
Şehadet getirir.
Gözlerini açtığında, bir alt katın balkonuna doğru itildiğini görür.
Düşer ve oraya yığılır kalır. ‘Ölürse başımıza dert olur.’ diyen zalimler, bu korkuyla onu tahliye ederler.
Ama uzun zaman iyileşemez.
Aktardığına göre, 1,5 yıl normal şekilde oturamaz hale gelir.
MEHMET ÖZYURT VE MEHMET ALİ ŞENGÜL HOCALARA GÜNLERCE YAPILAN İŞKENCELER!
Bugünkü hukuk tanımazların yaptığının çok farklı bir versiyonunu o zamanki ‘laik basın’ yapmıştı.
İşte o dönemden günümüze yansıyan bir gazete küpürü:
“Aysal Aytaç ve arkadaşları basına gösterildi” başlıklı habere göre,
İzmir Bornova’da polis ekiplerince düzenlenen baskında, aralarında eski İzmir Milli Eğitim Müdürü Aysal Aytaç, Mehmet Özyurt ve Mehmet Ali Şengül’ün de yer aldığı 20 kişi gözaltına alınır.
Suçlama ise, ‘anayasal düzeni yıkarak, yerine şeriat devleti kurmak için çalışmak’ oldu.
Haber aynen şöyle devam etmekteydi: “Bornova 58. Sokak’taki ev ile sanıkların evinde yapılan aramalarda, okunması ve dağıtılması yasaklanan Said-i Nursi’ye ait 45 adet kitap, tarikat ile ilgili 439 teyp kaseti, 205 dergi ile çok sayıda yayın ele geçirildi.”
Habere göre; öğretmen, müteahhit, doktor, imam, müezzin, matbaacı ve serbest meslek sahibi kişilerden oluştuğu iddia edilen örgütün yakalanan elamanları arasında Mehmet Özyurt, Mehmet Ali Şengül ve Hayati Kalaycı’nın isimleri de yer almaktadır.
Şubat 1983’te birlikte tevkif edildikleri kader arkadaşları, Mehmet Özyurt ve Samsunlu M.Ali Şengül Hoca’ya yapılan işkenceleri şu cümlelerle anlatıyorlardı: “Özyurt hocamı ilk sorguya almaları 6-7 saat sürdü. Saatlerce ikisinin ‘Allah!’ diye feryatları ve inlemeleri hala kulaklarımızda.
Hücreye geri getirildiklerinde kımıldayacak hâlleri kalmamıştı.
Çok zor şartlarda abdest alıp namaz kılıyorduk.
Çoğu vakitler bizi tuvalete göndermiyorlardı. Özyurt hocam herkese yarımşar bardak su dağıtırdı. ‘Bununla abdest alın. Kol ve ayaklarınızı bir defa yıkayın.’ diye tembihlerdi.”
KHK MUCİTLERİ VE HARAMİ SİVİL DARBECİLERİ DE GÜNÜMÜZDE AYNISINI YAPIYOR!
27 gün sonra karakoldan sekerek çıkmıştı.
Tüm bu işkencelerle kinleri dinmeyen kindar devletlular, imamlık görevini ve memurluğunu sona erdirirler.
Bugünün KHK mucitleri, harami ve sivil darbecileri de aynı şeyleri yapmıyorlar mı?
Daha fazlasını yaparak, iffetli kadınlara her türlü zulüm, ayaklarına kezzap suyu dökerek işkence yapıyorlar.
İşinden el çektiriyor, varsa emekli maaşlarını gasp ediyor, açlığa ve ölüme terk ediyorlar.
Beraat etmesine rağmen görevine iade edilmeyen Şengül Hoca, öz yurdunda bir garip şekilde, işkencelerin çeşit çeşidini yaşamış, işinden, aşından edilmişti.
ŞENGÜL SAMSUN’A, ÖZYURT DİYARBAKIR’A, AYMAZ KONYA’YA VE TÜRKYILMAZ TRABZON’A!
Ama gel gör ki; gelip tohumları savuran zalim rüzgar, bu gibi altın yürekli insanları, bilgeleri, yiğitleri ülkenin dört bir yanına savuracak, Anadolu’nun her kentinde ışık evler, yurtlar vücut bulmaya başlayacaktı. O Samsun’un talihi olacak, Samsunlu’nun yüzünü güldürecek, sonra da Samsunlu Hoca olarak ünlenecekti.
Zalim rüzgâr eser, bu bir hava-yı nesimi olur, bilgeler yollara dizilir, göç katarları oluşur.
Mehmet Ali Şengül Samsun’a, aynı kaderi paylaşan Mehmet Özyurt, sahabeler diyarı, Diyarbakır’a gider.
Hacı Muammer Türkyılmaz, Trabzon’a, Abdullah Aymaz ise, Mevlana yurdu, Konya’ya hicret ederler.
Ardından İstanbul, Ankara ve Anadolu’nun diğer şehirlerine hicret kapıları aralanır.
Bilgeler, hocalar; hizmetlerini tüm coşkunluklarıyla sürdürürken iaşeleri için küçük işyerleri açarlar.
Somuncu Babalar, Ahi Evranlar tekrar iş başındadır sanki…
Şengül Hoca Samsun’da, Mehmet Özyurt Hoca da Diyarbakır’da küçük bir dükkân açarak, evlerine rızık taşırlar aynı zamanda.
Büyük emekler, zahmetler, gayretler, sancılar sonrası ışık evler, yurtlar, eğitim kurumları yavaş yavaş can bulur, garip Anadolu çocuğu burs imkânı bulur, mektep ve muallimle tanışır.
Şengül, Samsun’da Eğribel Pasajı’nın son iki katını öğrenci yurdu olarak kiralamak ister, ama bina sahibi kefil ister.
Şehrin ilk tutulan yurdu olan mekâna kefil olacak bir esnaf henüz yoktur.
Yokluğun zifiri dönemleridir, gözleri dolan Şengül’ün, “Ülkede köpekler bile para ediyor.
Eğer kirayı ödeyemez isem götürür Samsun pazarında beni satarsın.” der ve mülk sahibinin dükkânını terk eder.
Sonrasında, Samsun halkının ilgisine mazhar olur Şengül Hoca ve hizmet dantelini işlemeye başlar.
Ancak bitmeyen takipler, polis baskıları, 1983’te Samsun’da tekrar tutuklanarak hapse atılır, ağır işkenceler görür.
RÜYADA GÖRÖLEN SAMSUNLU HOCA VE HOCAFENDİ’NİN VAAZI
Hocaefendi, bu çile insanını, İzmir’deki vaazında, lebalep dolu mekânda gözü yaşlı insanlara, görülen bir rüyayla anlatır.
‘Samsunlu Hoca’ ifadesi caminin loşluğunda can bulur, bundan sonra, her yol çilekeşi, Mehmet Ali Şengül hocayı, Samsunlu olarak bilir.
Türkiye’de halkın teveccühüyle hizmetler hızlanmıştır.
Sovyet duvarlarının yıkılmasıyla oradaki kardeşlere de el uzatma zamanı gelmiştir.
1990’dan sonra Samsunlu Hoca, elindeki tulumbayla, bilgisi, birikimiyle ilk olarak 20 Ocak (Yanvar) katliamının feryadıyla Azerilere ses olur.
Ve ülke sınırının dışına, Hazar Denizi’nin kıyısındaki Odlar Yurdu Azerbaycan’a gider Şengül Hoca ve yol arkadaşları.
Almanya ve eşzamanlı olarak Avustralya’da hizmet arkadaşlarının yollarını aydınlatacak, gönüllere her vakit su serpecek, ümitle kılavuzluk yapacaktır.
Ömrünün ana ekseni hicrettir. Nerdeyse, hizmet etmediği coğrafya yok denecek kadar azdır.
Muhtereme eşi taşındıkları ev sayısı 25’i geçince, saymaktan vazgeçer.
Şengül, 2000’li yılların başında ağırlıklı olarak Uzakdoğu ülkelerine başta olmak üzere; Türkiye, Avustralya ve Avrupa’da çeşitli konferanslarla hizmetlerini sürdürür, faaliyetleriyle yeni yetişen genç kardeşlerinin taze heyecanlarına ortak olur.
AVUSTRALYA’DAKİ EVİMDE SON GÖRÜŞ VE ŞENGÜL’ÜN BAŞINA KONAN 4 MİLYONLUK ÖDÜL!
Mevlânâ anlayışıyla hep bir pergel gibi oldu onlar.
Bir yanıyla biz fanilerin içinde, diğer yanıyla da Hakk’la beraber, gözyaşıyla seccadeleriyle oldular.
Bazen bir çocukla, çocuk oldular, bir gence tüm dikkatleriyle kulak kesildiler, engin gönüllü ve mütevazi yaşadılar.
Ondandır ki, bu Hakk dostunu, Samsunlu Hocasını, dünyanın yedi iklim, yedi bucağından herkes, hayırla andı, ondan ayrı kalmanın hüznüyle gözyaşı döktü.
Samsunlu Hoca, bu kutlu harekette yalnızlığı iliklerine kadar yaşamış, kimsesizliği yudumlamıştır.
Son zamanlarda, 15 Temmuz Planlı Darbe Oyunuyla birlikte, milyonlarca kişinin yaşadığı zulmü, Samsunlu Hoca fazlasıyla yaşadı.
Avustralya’ya son gelişinde bir süreliğine evimde (Enes Cansever) ağırladığım Şengül, şu ifadeleri kullanmıştı:
“Üç senedir buraya gelemedim. Pasaportlarımız iptaldi. Malumunuz kırmızı bültenle aranıyordum. 4 Milyon ödül koydular. Arkadaşlara diyorum beni ihbar edin, bari sürecin mağdur ve muhacirlerine muavenet olarak gönderirsiniz.” .
EVİNE VE EMEKLİ MAAŞINA EL KOYAN ZALİMLER!
Bu zalim süreçte, “terörist” ilan edilen, başına 4 milyon ödül konan Samsunlu Hoca’ya eli uzanmayan haramiler, ilk önce yılların emeği emekli maaşına ve özel eşyalarına el koydular. Hocaefendi “Sizin gibi öndekilerin o kadarlık bile mal varlığı olmasın, kirada oturun.” deyince evini de vakfeder.
Helal haram sınırını tanımayan bugünkü haramzade muktedirler, hayır yoluna bağışlanan o evi de, 15 Temmuz sonrası gaspeder.
Fakat nasılsa emlak vergisi tahakkuku devam eder bu arada.
Ve bu narin insan.“ Madem ki vergi tahakkuku olmuş, ödemem lazım.” diyerek, geçen yıla kadar ödemeyi sürdürür.
Daha sonra hak hukuka riayet eden bir seveni; “Hocam ev gasp edilmiş, niçin ödüyorsunuz, gerek yok.” deyince ikna olup vazgeçer.
Ancak o vergiye ait olan rakamı muavenete aktarır.
Kendisine zulmedenlere bile hakkını helal edip, onların ıslah olması için dua eden yüce bir gönle sahip olan Şengül, kin ve nefretin zerresini vücudunda bulundurmayan bir Allah dostuydu.
SAMSUNLU HOCA’NIN EVLATLARINA VASİYETİ
Çileyle, eza ve eziyetle geçen bir ömrün sonunda evlatlarına, onurlu bir hayat, hizmet ve vefa dolu bir ömür ile yetişmelerine büyük katkı sağladığı örnek bir nesil için harcadığı bereketli bir hayat ve miras bıraktı. Dünya ve dünyalık bir şey bırakmayan M.Ali Şengül Hoca, vefatından önce ailesine şu vasiyeti bırakır:
“Vasiyetimdir…
Hayat ve memat Allah’ın yed-i kudretindedir.
Allah bizi dünyaya gönderirken sormadığı gibi, ayrılırken de sorulmayacaktır. Kim nerede, nasıl ölecek sadece Allah bilir.
Allah, imandan mahrum etmesin. Amin…
Kader bizi bir aile yaptı. Allah’ın takdirine saygılı olun.
İslam’ı ve Kur’an’ı hayatımızın merkezine alalım. Kur’an bize nazil olmuş gibi onu anlamaya, hayatımıza uygulamaya bakalım.
Yanılmayan ve yanıltmayan Rehberimiz Efendimiz Hz. Muhammed’dir (sas).
Allah Resulü (SAV) ve Ashab-ı Resulüllahı model yapıp rehber ittihaz edelim.
Oğullarım, kızlarım ve onlar kadar değerli damatlarım ve gelinlerim; ölümle sona erecek dünya adına kalp ve gönül yıkıcı olmayın.
Allah için birbirinizi sevin ve birbirinize destek olun.
Ben sizden evvel dünyadan ayrılırsam Allah emanetini nerede alırsa oraya defnedin.
İnsanız, nefis taşıyoruz, kimsenin kusurunu araştırmayın. Gıybet etmeyin, kin tutmayın.
Hucurat Suresi, İhlas ve Uhuvvet risalelerini belli zamanlarda okuyun, okutun.
Anneniz benden sonraya kalırsa onu gül gibi koklayın. Rencide etmeyin, sizlerin üzerinde benden daha çok hakkı vardır.
Dünya adına sizlere bir şey bırakamadım. Elimden geldiği kadar ahiret hayatınıza destek olmaya çalıştım.
Hizmette şâz fikirlere saygılı olmakla beraber, merkezi şurayla beraber olun. Hepinize, herkese hakkım yoktur ama helal olsun.
Kıyamete kadar Allah neslimizi ve Kur’an hadimlerini ihlas, vefa ve sadakatle hizmette daim eylesin. Amin…
İnşaallah cennette buluşmak üzere hepinizi öpüyorum…
Allah’a emanet olun…”
PROF.DR. SUAT YILDIRIM’IN BEŞ TESPİTİ:
On yıllarca aynı iklimi, istişare meclisi, toplantı ve meşveret ortamlarında bulunan Prof. Dr. Suat Yıldırım Hoca, Şengül ile ilgili şu beş hususiyetine işaret eder:
“Mehmet Ali Hocam’ın mahviyetini, kardeşlerinin düşüncelerine hürmetini, nezaketini ve olumsuzluklardaki sabrını ve yılmadan gayretle devam etmesini, hizmet diyerek gelen hiç bir talep ve teklifi reddetmediğini yaşayarak gördüm.”
Şengül’ün vefatından sonra adeta yere düşen tohum ve sonrasında yetmişbin veren başak misali bir ölüp binlerce diriliş olarak dünyanın dört bir yanına yayıldı bu ‘Gönüllüler Hareketi’.
Hasılı…
Yiğittin, yürekliydin, yürektendin, vefalı idin, hüzün insanı idin, sinen güzeldi, siman güzeldi Şengül Hocam.
Yüzün bir gül bahçesi, gözlerin uçsuz bucaksız bir okyanustu.
Severdin, sevilirdin, sen bir hoca, bir âlimdin ama hepsinden öte bir ağabey, bir kardeştin.
Bir ömür boyu her konuşman mârifet ve muhabbet temalı idi.
Mütebessimdi ama sesli güldüğüne hiç kimse şahit olmamıştır.
Mütebessim, mülâyim, sabırlı, hoşgörülü, şefkatli, merhametli olmakla berâber nezâket ve zerâfet sâhibiydin.
Yeni Camii’de görev yaparken talebeler için kiralanan evi, yeni evlendiğinde aldığın eşyalarla ve eşinin çeyizleriyle döşeyecek kadar cömerttin.
Muhlîs, âbid, vefâlı ve kendini asla öne çıkarmayan bir tevâzu âbidesiydin.
Problemleri çözücü özelliği ile anlaşmazlıklara bizzat giden, gönderilen, işi yoluna koyan hakemdin, rol-modeldin.
“Giysinize damlayan ufacık bir yemek lekesinden utanır, sıkılır, saklamaya çalışırdınız ya üzerinize geçen kul haklarından ötürü Allah katında durumunuz nice olur? ” inceliğine sahip, kul hakkına dikkat eden biriydin.
HATIRA DEFTERİNE, DÜNYANIN DÖRT BİR YANINDAN AKAN CÜMLELER:
Türkiye’den Uzak Doğu’ya, Afrika’dan Avrupa’ya, Orta Asya’dan Amerika’ya…
Kısacası herkesle kardeştin, arkadaştın, herkesle dosttun, camianın nerdeyse her biriyle bir renkli hatırayı arkada bıraktın.
Dert babasıydın.
Gönül insanıydın.
Abide bir şahsiyettin.
Üç aya yakın hastanede devam eden hastalık süreciyle Mevla, Covid 19 gibi asrımızın yaman bir illetini sebep göstererek, yanına aldı.
Bu kutlu hareketin yalnızlığını, mahremiyetlerini iliklerine kadar yaşamış, karşılaşılan nice zorluk, korku, yokluk ve gurbet yıllarını alnının akıyla geride bırakıp, zulmün sağanak halinde yağdığı son süreci de sabır ve teenniyle karşıladın.
Bulunduğun tüm atmosferlerde metanet, ümit ve dua ile örnek bir hayatı, sadece evlatlarına değil, milyonlarca Hizmet Gönüllüsüne “Miras” olarak bıraktın ve aramızdan bir Temmuz ayında ayrıldın. Zâlimler çeşitli yeni planlar ve tezgâhlar kaleme alırken, sizin vefatınızın ardından hatıra defterinize, dünyanın dört bir yanından akan cümleler, hayırlı hizmetleriniz ve yazılan dizeler akıyordu, Avrupa’nın vefalı ülkesi Almanların memleketine.
Mesajlar, dağlardan obalardan, tepelerden, vadilerden, sarp kayalıklardan, kar taneciklerinden süzülerek, yatak bulan bir deryaya dönüştü adeta.
Yeryüzünün farklı coğrafyasından, kıtasından ve ülkelerinden dualar, gözyaşları ceyhun olup aktı adeta Almanya’ya, Samsunlu Şengül Hocanın uğurlandığı Hanua Kabristanlığına. Gök ehli yeryüzüne dağılan gönlü ve yürekleri yaralı herkes ağladı Şengül Hocanın ardından… Hz. Peygamber Efendimiz (SAV): “Herhangi bir mümin, ağlayıcıları bulunmayan bir gurbette vefat ederse, herhalde ona yer ve gök ağlar” buyurur. Çok şükür sizin arkanızdan ağlayanlar sadece yer ehli değil, gökten rahmet tomurcukları iniyordu bulunduğunuz kabristana.
Geride silinmez izler, gözyaşı ve yetişen nesillerle birlikte vefayı bıraktı sevenlerine.
Takdir-i İlâhî ile bir vakitte ansızın, yine hizmet için koşarken, hizmetin hakkını vererek bu fâni dünyadan, ebedî yurda hicret ederken, geride hoş bir sada, bir güzel beste, mazhariyetlerle dolu bereketli bir ömür, iyi birer yürek, tarih yazdıracak kadar bir malzeme ve yeni bir nesle ruh verecek kadar aksiyon bırakarak önden gittiler.
Tıpkı Şengül Hocamız gibi…
Zahmetler, takipler, işkenceler, sürgünler ve gurbetler son bulan bereketli bir ömür.
Rahata, vatan-ı aslisine gitti.
Huzur-u Kibriya’ya doğru yol buldu.
Mekânın cennet, makamın firdevs olsun, Hanau mezarlığının yeni misafiri.