Sevgili kardeşim,
Tam yedi yıl önce bugün kader bize bir sınav hazırladı. Çetin mi çetin bir sınav!
Uyduruktan suçlarla kumpaslar kurdu birileri. Suçüstü yakalanmış haramiler, “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” deyip baskınlar düzenledi meleklerin ocağına. Beklenmeyen o azgınlığa karşı kitlelerin sloganvâri feryadını hatırlıyor musun sevgili dostum? Hani binlercesi hep bir ağızdan haykırmıştı: “Hidayet! Allah’a Emanet!” İşte o kısa cümle hâlâ gönüllerde güm güm atıyor. Seni soğuk bir İstanbul sabahında böyle uğurlayanlar hâlâ yollarını hasretle gözlüyor…
Seni her düşündüğümde canım kardeşim, gözümün önüne hep o mahkeme esnasındaki kısa konuşmamız geliyor. Biraz sonra hâkim cübbesi giymiş kişi hakkımızda karar okuyacaktı ya… İçimdeki hissi eşimin bir cümlesini vesile yaparak sana söyleme imkân bulmuştum. “İkinizden biri içeride kalacaksa Hidayet Abi çıksın sen kal…” O umut dolu bakışlarla söylediğin söz hâlâ omuzlarımda Ağrı Dağı gibi duruyor. “Yok olmaz öyle şey, bugün doğdu bebeğin; birimiz dışarıda kalacaksa sen kal!”
Aslında içeride kalmak da, dışarıya çıkmak da elimizde olan bir şey değildi. Bizimkisi sadece içten gelen bir temenniydi. Oysa kader hükmünü icra edecek, yollarımız ayrılacaktı. Bin yıl düşünsek aklımıza gelemeyecek o ayrılık zaman içinde kitlelerin kaderi haline gelecekti. Meğerse Hidayet Karaca öncü yiğitlerden biriymiş, arkadan gelecek çilekeşlere yol yordam öğretiyormuş. Duruşuyla, bakışıyla, haykırışıyla…
Bilemedim aziz dostum, bilemedim. Çizdiğin o berrak resmi anlayamayan bazı kişilerin başka bir imtihan çarkında tükenip gideceğini kestiremedim. Her tuttuğu taşın altına dönüştüğünü gören ve başarıdan başarıya koşan kitleler arasında cengaverlik şarkısı söyleyen birilerinin, rüzgâr tersine döndüğünde savrulup gideceğini tahayyül bile edemedim. Oysa tuttuğu taş altın olduğunda da imtihan ediliyor insan; avucundaki altın kömüre dönüştüğünde de. Asıl önemli olan, başı göklere ermiş heybetli çamlar gibi baharda da kışta da dimdik durabilmek değil mi?
Aziz dostum, değerli meslektaşım, derviş ruhlu arkadaşım…
İçselleştirilmiş bir tevazu ile hiçbir övgüyü kabul etmeyeceksin, biliyorum. Ancak vicdani bir borç olarak söylemem gerekiyor ki meslek aşkınla, insan sevginle, mücadele azminle herkese örnek oldun. İnanmanın, güzel işler yapmanın, sabrı ve hakkı tavsiye etmenin tebellür etmiş bir numunesi oldun. Bunu bugün anlayamayanlar olabilir; ancak tarih bir gün dosdoğru ve dupduru kelam erbabı tarafından yazılacak. Satılık ve kiralık kalemlerin sustuğu o günde mert ile namert birbirinden ayrılacak.
Ne yazık ki bugünkü kara tabloya baktığımda beyin felci yaşayan bir toplumun vefasızlığını görüyorum. Bir anlamda beklediğim bir içgüdü bu. Güç ile hak arasında tercihe zorlandığında insanların ekserisi güce tapınmayı tercih etmiş tarih boyunca. Beni asıl üzen (seni de üzeceğini bildiğim) çam gibi, çınar gibi durması gereken birilerinin zaman zaman eğilip bükülmesi, toz duman olup yerlerde sürünmesi.
Tam yedi yıl önce bugün, o Vatan Caddesindeki karakol hücresinde de Çağlayan Adliyesi’nin yedi kat altındaki nezarethanesinde de biliyorduk ki yüzümüzü kara çıkaracak bir suç işlemedik. Daha ilk dakikadan ağlak yakınmalara karşı isyanımız bu yüzdendi. O yüzdendir ki elif gibi dimdik durdun sevgili dostum. Sen öyle dururken birilerinin (sayıları çok olmasa da) elif olmak yerine her harfe dönüşme kıvraklığını sezemedim. Bilemedim…
Şimdi bildiğim bir şey var: Ne Hidayet Karaca hak etti zindanlarda kalmayı; ne de Hidayet Karaca gibi yiğit Anadolu evlatları. Yalan yanlış iddialarla, bin bir çeşit iftiralarla zindanda tutulan o güzel insan, ne yapmış da yıllar boyu hapishanede kalmayı hak etmiş? Bu sorunun cevabını vermesi gerekenler, elbet bir gün hesap da verecek! “Kinim dinimdir!” deyip pervasızca ateşe yürüyenler, nefretlerinde boğulacak tabi ki.
Sevgili arkadaşım,
Belki Türkiye’den görülmüyor, duyulmuyordur şu tablo: Dünyanın dört bir yanında bütün dünya dillerine çevrilerek insanlar şu soruyu yöneltiyor muhataplarına: “Bir dizi film senaryosu bahane edilerek başarılı bir televizyon yöneticisi senelerdir hapishanelerde tutuluyor.” Bu tarihi tespiti duyan dünyanın etkin ve yetkin insanları hayretler içinde kalıyor elbette. Gazetecilere yapılan bu zulmü anlamakta zorluk çekiyor özgür dünya. Ardından on binlerce akademisyenin, memurun, işçinin, ev hanımının, iş adamının uydurma bahanelerle hapislere atıldığını duyunca ve sayıların resmi belgeleri ortaya çıkınca güzelim Türkiye’de nasıl bir rejimin hüküm sürdüğünü anlıyor dünya.
Bugünkü korkunç kıyım dünyaya anlatılırken ilk örneği Hidayet Karaca oluyor çoğu kez. Varsın birileri duymasın bu ah u zarı. Varsın birileri keyfini sürsün kanlı zulmün. Varsın birileri korkaklığına perde yapsın eleştiri hakkını. Varsın birileri şirin görünmek için zalimin karşısında kırk takla atsın. Bizim bildiğimiz bir şey var: Bir gün bitecek bu zulüm ve o gün Hidayet Karaca’ya ayrı bir sayfa açılacak. Bütün Hidayetlere açıldığı gibi. Biliyorum o beklemez böyle bir şeyi: Utanır, mahcup olur; ama vefa erkânının boynunun borcudur yiğitlerin hakkını teslim etmek…
Tekrar başa dönüyorum sevgili kardeşim. O ufunetle mahkeme salonuna gidiyorum yeniden. Çünkü çıkmıyor aklım(ız)dan. Allah’a emanet ettiğimiz o güzel insanın hasretiyle yanıyor yüreğimiz. Hani o hakim kılıklı birisi kararı açıklandığında şehadet parmağını kaldırarak söylediğin o tarihi cümleler var ya… İşte o tarihi sözler hâlâ kulaklarımızda çınlıyor sevgili kardeşim. Ortada tek bir delil olmaksızın tutuklama kararı verenler bir dizi senaryosundan kriminal dava dosyası çıkaranlar tevhidi, teslimi, tevekkülü senden öğrendi. Hidayet Bey, yedi sene önce başlayan çile sürecinin ilk örneklerinden biriydi. Tam da bu yüzden o gün bugündür seni, senin o mehip duruşunu kimse unutmadı, unutmayacak da…