İç içe aydınlık günlere doğru, ümitlerle dopdolu yol alırken, birdenbire sağda solda yeniden karanlık çağrıları duyulmaya başladı.. ve “Acaba yine o eski kavgalı günlere mi dönüyoruz?” diye ürperdik hepimiz. “İnsana saygı, herkese ve her şeye sevgi, bütün dünyaya karşı hoşgörü..” ne sihirli sözlerdi bunlar.! Onları ne kadar da sevmiş ve beğenmiştik; sevmiş, beğenmiş ve karşımıza çıkacak olumsuzlukları düşünmeden uslu uslu ve güvenle yürüyorduk geleceğe.. evet, işte böyle yürüyorduk ki, ansızın önümüze kinden, nefretten, öfkeden ifritler dikildi ve her yana saldıkları kapkaranlık düşünceleri ile bütün ufukları kararttı, köprüleri yıktı ve yolları da yürünmez hâle getirdiler; getirdiler ve yer yer ışık temsilcileri gibi görünüp karanlık oyunlar oynadılar; zaman zaman da, katrandan renklerini ortaya koyarak aydınlık düşüncelere karşı açıktan açığa savaş ilan ettiler; savaş ilan etti ve en müspet düşünce ve teşebbüsleri dahi karalamaktan geri kalmadılar. Aslında bunlar, karanlığın birer figüranı iken de karanlıktılar, ışık gibi göründüklerinde de; hemen her iki durumda da şeytanın define parsalar saçıyor ve fitne ateşlerine körükler çekiyorlardı.
Evet bizler, bazılarımız itibarıyla bir hayli zamandan beri, her şeyi bırakarak, aramızdaki kardeşlik ve dostluk duygusunu tahribe yöneldik.. gözümüz o kadar dönmüştü ki, kendi kendimize kıydığımızı hiç mi hiç fark edemiyor; dahası bütün duygu, düşünce ve davranışlarımızı götürüp düşmanlığa bağlıyorduk. Artık, hep onunla oturup kalkıyor ve sürekli düşmanlık solukluyorduk.. oysaki, kardeşliğe, dostluğa ne kadar ihtiyacımız vardı..! Vardı ama, bir türlü onu gerçekleştiremiyorduk. Keşke gerçekleştirebilseydik..! Ama ne gezer… Eğer bugüne kadar millet fertleri arasında böyle bir kardeşlik ve dostluk tesis edebilmiş olsaydık, bugün karşımızda bulunan o dağlar cesametindeki problemleri bir hamlede aşacak ve sesimizi ta yıldızlara duyuracaktık. Ama yapamadık veya yaptırmadılar; yaptırmadı ve bizi birbirimizin kurdu hâline getirerek sürekli vuruşturdular ve hemen herkese, her fikre karşı çıkan birer çağzede durumuna düşürdüler. Bugün, bazılarımız itibarıyla herkese ve her düşünceye karşı tavır alıyor, bizim gibi düşünmeyen hemen herkesi karalıyor ve bu gidişle bir gün yapayalnız kalacağımızı ve kendi boşluklarımızın tutsakları hâline geleceğimizi hiç mi hiç düşünmüyoruz, düşünmüyor ve geleceğin muhtemel Cennetlerini Cehennemlere çeviriyoruz. Hâlbuki azimlerimize, ümitlerimize esas teşkil edecek ne kadar da çok sebep ve sâik var..! Demek ki bazılarımız, akılları, muhakemeleri hislerine yenik düştüğünden, duygu dünyalarında hep çelişki yaşıyor ve temel düşüncelerinde sürekli krizlere takılıyorlar. Doğrusu, düşünce ve davranışları itibarıyla birbirini yıkmaya planlanmış böyleleri, aynı toprağın çocukları olsalar da, kat’iyen sıhhatli bir millet hâline gelemezler; gelemez ve “teâruzların, tesâkutların (iç çelişkiler ve dökülüp dağılmalar)” ağında esir olarak yaşar ve esir olarak ölür giderler.
Bilmem ki, millet olarak kendi kendimizi sorgulama zamanı gelmedi mi.? Yoksa, bu hissizlik böyle sürüp gittiği takdirde –hafizanallah– çok yakın bir gelecekte kendi enkazımız altında kalıp ezilmemizden korkulur. Aslında böyle bir ihtimalden korkmalı, titremeli ve birbirimize sımsıkı sarılmalıyız. Millet olarak bizim en önemli, en kayda değer yanımız, fert fert birbirimize karşı fevkalâde saygılı olmamız ve en esaslı bir güç kaynağımız da kalb, his, şuur ve irade planında tesanüdümüzdür. Temelde bu hususların her ikisi de gelip, birbirimizi kendi konumlarımızda kabule dayanmaktadır. Nedendir acaba, bütün dünyaya dostluk mesajları sunup ve topyekün insanlıkla beraber yaşama projeleri ürettiğimiz bir dönemde, hemen her millete, hem de hiç tereddüt göstermeden vermeye hazırlandığımız o geniş dostluk mesajlarının öşrünü (onda bir) olsun kendi milletimizden esirgiyoruz?
Evet, herkese dostluğa “eyvallah!” ama, ondan evvel, birbirimize karşı beslediğimiz kin, nefret, düşmanlık ve yobazlık duygularını yok etmemiz gerekmez mi..? Kin, nefret, düşmanlık ve yobazlık kimde bulunursa bulunsun –ki bu, bir dindar olabileceği gibi, bir ilim adamı da olabilir; bir idareci olabildiği gibi, bir düşünür ya da bir lider de olabilir– çok ciddî bir kusur ve ayıptır. Ve böyleleri, Hak nazarında da, halk nazarında da kayıplar yaşıyor demektir; hem de kazanma kuşağında kayıplar.
İnsana saygı, insan olmanın gereğidir; onu sevmek de, Hak hatırının ve millet hatırının. Sözleriyle, tavırlarıyla insanlara karşı saygısız davrananlar, kendi karakter ve seviyelerini ortaya koymuş olurlar; insanlardan nefret eden ve onlara karşı düşmanlık besleyenler de vicdanî kimliklerini. Yüksek karakterler, toprak gibi yüzleri yerde ve hep alçakgönüllüdürler. Her yerde meltemler gibi eser ve herkesi serinletirler. Onların nazarında sevgi ve saygıdan daha değerli bir şey yoktur.. onlar sevmeyi-sevilmeyi, sevilip gönüllerde bir yer tutmayı cihan hükümdarlıklarına tercih ederler! İşte böyleleridir ki, onlar, hayatlarını hep başkalarının mutluluğuna bağlar, yaşatmak için yaşar ve hep ülü’l-azmâne bir tavır içinde bulunurlar.
Aslında herkes için iyi düşünüp iyi dileklerde bulunanların, her zaman bu düşünce ve dileklerinin kat kat karşılığını elde edecekleri de âdetullahtandır. Evet onlar, öyle bir karşılık peşinde olmasalar da, bir verir on alırlar ve insan olmanın bütün avantajlarından yararlanırlar. Kendini kine, nefrete, düşmanlığa salanlar ise, her zaman kendi insanî değerlerini dinamitlemiş ve gönüllerdeki yerlerini de yıkmış olurlar. Ömrünü kötü duygu ve tutkuların kıskacında sürdürmek hem bir azap, hem de bir seviyesizliktir. Herkesin iyi yanlarını görüp, herkesi kucaklamak ise, hem bir seviye, hem de bir kahramanlıktır: Kin, nefret, öfke ve hırs duygularını kontrol altına alma kahramanlığı. İşte bu kahramanlardır ki, nefislerine köle olma ve şeytana ırgatlık yapma zilletinden kurtulur ve bir anda Allah’ın onurlu birer kulu ve kendi iç dünyalarının da efendileri hâline gelirler.
Toplum olarak bir hayli zamandan beri arzularımızın esiri ve nefislerimizin de köleleri olduk.. ve pek çoğumuz itibarıyla, bugün hep şeytanın dürtüleri ile oturup kalkıyor, herkese karşı rahatsızlık duyuyor ve herkesten rahatsız oluyoruz. Bu şekilde davranmakla da –farkına varalım varmayalım– hızla insanî değerlerden uzaklaşıyor ve iç dünyamızda sürekli krizler yaşıyoruz. Evet, pek çoğumuz itibarıyla, birer sevgi otağı olan gönüllerimize, kötülük duyguları gelip taht kurdu. Ruhlarımızı nefret ve düşmanlık hisleri sardı. Artık birbirimizi sevemiyor, kucaklayamıyor ve hoş göremiyoruz. Otağını hep harabelere kuran baykuşlar gibi, yıkıp dökmekten ve harabeler görmekten âdeta zevk alıyoruz. Herkese ve her şeye hücum ediyor, korkunç bir hırsla hep tahrip peşinde koşuyoruz. Allah’a, ülkemize, insanlara saygısızlık ediyor ve affedilmeyecek günahlara giriyoruz. Hatta bazen, bütün bu yaptıklarımızın, bir hizmetmiş gibi alkışlanmasını bile bekleyebiliyoruz. Şimdilerde güneş her gün bir zulüm, bir tecavüz, bir haksızlık ve bir hezeyan üzerine doğuyor. Geceler de hep karanlık geçiyor. Âdeta bir günah toplumu olmaya azmetmiş gibi bir hâlimiz var. İnsanî duygularımız, nefsanîliğin çok çok gerisinde; hissîliklerimiz, mantık ve muhakemelerimizin önünde; sevgi ve hoşgörü de, düşmanlıklarımızın kanlı hançerleri altında paramparça. Peşin hükümlerle mahkûm ettiğimiz insanların hadd ü hesabı yok. Ne zaman ne yapacağımız, kime küfredip kimi hakarete boğacağımız belli değil. Müstatil bir cinnet içindeyiz ve toplumsal bir şizofreni yaşıyoruz. Zulme doymuyor, tecavüzden utanmıyor ve sürekli günah işliyoruz.
Hakk’a saygısızlık günahı; insanlara kin ve nefret duyma günahı; fikirlere hürmetsizlik etme günahı; toplumun içine ihtilâf ve iftirak tohumları saçma günahı; karanlık görme, karanlık düşünme günahı; kendimizi masum, başkalarını mücrim kabul etme günahı; herkesi Cehennemlik ya da yobaz sayma günahı; olumlu her hareketi baltalama günahı; kendi insanî değerlerimizi tahrip etme günahı.. ve daha nice günahlar… Bence, artık bütün bu günahlardan tevbe etme zamanı gelmiş olmalı..
Öyle ise gelin, şu ışıktan günlerin ufkumuzu sarmasını iyi bir vesile sayarak, bütün günahlarımızdan tevbe edelim ve bir arınma süreci başlatalım.. bundan sonra olsun, insanlara karşı saygılı davranıp, insanî değerleri korumaya çalışalım.. fikirlere hürmet edip, kim olursa olsun, herkesi kendi konumunda kabul edelim.. geçmişi, kötü yanları ile kendi tarihselliğine gömüp, dünkü kavgaları şimdilerde yeniden kavga vesilesi yapmayalım.. toplumu değişik kamplara, gruplara ayırmadan vazgeçip, her fırsatta birlik ve beraberliğimizi vurgulayalım… Hâlâ gönüllerimiz, az da olsa, insanî duygularla çarpıyor ve pazularımız da kuvvetli ise, gelin, o heyecan ve o güçle birbirimizi kucaklayalım. Kırıp parçalayıp, sağa sola saçtığımız kendi parçalarımızı bir araya getirerek, bunları bir daha kopup dağılmayacak şekilde birbirine bağlama yollarını araştıralım.. bizim için her zaman birer kaba yol kesici ve gulyabânî sayılan kinden, iğbirardan, gayzdan uzaklaşarak, bizi halka sevdirecek ve Hakk’a ulaştıracak kalbin dilini anlamaya çalışalım…
Eğer bu mübarek ülkenin Cennetlere çevrilmesi isteniyorsa –ki, istendiğinde şüphe yok– böyle bir şeyi ancak, o Cennetleri önce kendi gönüllerinde kuranlar başarabileceklerdir. Aksine, ruh ve gönül dünyaları nefsanîliğin pençesinde ve insanı basitleştiren, seviyesizleştiren duygulardan kurtulamamış olanlar, dünyayı Cennetlere çevirmeleri bir yana –farz-ı muhal– yolları firdevslere uğrasa, ihtimal, oranın da çehresini karartır ve zindanlara çevirirler.
Gelin son bir kere daha, ufukların ilâhî teveccühlerle nurlandığı, ruhlarımızı ötelerden gelen ışıkların sardığı ve her yanda Cibril’in soluklarının duyulmaya başlandığı, derken ilaçla dertlinin buluştuğu, şerbetle hastanın uyuştuğu şu mübarek günlerde el ele tutuşalım, gönüllerimizle konuşalım ve avaz avaz sinelerimizin seslerini ta yıldızlara duyurmaya çalışalım. Sızıntı, Kasım-1999