Hizmet erleri olarak bizler bir inşaatta çalışan işçiler gibiyiz. Kendimizi bir ırgat gibi düşünmeliyiz. Bu inşaat bizim değil… İşleri sahibi bize “haydi paydos!” derse yapacak bir şeyimiz kalmaz. “Yapacak daha çok işimiz var!” diyorsa, dediği işe koşarız. Hocaefendi’nin Edirne’de yanına gelen bir ziyaretçisi varmış; ondan bahsetmişti: “Benim meczup arkadaşımın dediği gibi ‘Vazifeye devam!’ Evet biz işimize bakmalıyız. Bilhassa şehitler kendilerini ölmüş bilmedikleri için, yaşadıkları farklı boyutla bizim hayat mertebemiz arasındaki perde pek incedir. Hele bunlar Bedir Şehitleri ve Bedir Ashabı ise: “Her şey Allah’tan… Ashab-ı Bedr’in okunmasıyla sıkıntıların zail olmasına da inancım tamdır. Bende Ashab-ı Bedr’in Osmanlıca baskısı vardı; orada Sahabe Efendilerimizin isimleri ve hususiyetleri de yazıyordu. Değişik fırtınalarda okuyordum ve fırtınalar diniyordu.”
M. Fethullah Gülen Hocaefendi’de derin bir Sahabe sevgisi var. Onların hayatlarına, başlarından geçen olaylara çok dikkatli bakar. Hatta, onların kıssalarını siyer felsefesi nazarı ile bakmamızı ister. Çünkü, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz ile geçen hayatlarından alınacak ibretlerin, bizim birçok kördüğüm haline gelmiş problemimizi çözeceğine inanır. Zaten, Hocaefendinin yaptıklarına bakılınca aslı saadetten yansımalar görülür: “Bulundukları asrı mamur hale getirdikleri gibi sonrasında da himmetleri devam ediyor. Allahumme nevvir serâirenâ ebedel âbidîn ve dehred’dâhirîn!”
Seneler önce Hocaefendi “Ve İnsan Aldandı” diye bir roman yazılmasını istemişti. Daha sonra Samanyolu Televizyonu’nda aynı isimde bir dizi film yayınlanmıştı. Hocaefendi aynı konuda bugünlerde şunları söyledi: “Ahlak mevzuunda da bir şeyler yazayım diye niyet etmiştim. Bir de ‘Ve İnsan aldandı’ adında bir roman yazmayı planlamıştım. Sonrasında da ayrı ayrı yazılarla ele alayım, romanı arkadaşlar yazar diye düşünmüştüm.”
“Ölmeden önce kendinizle yüzleşiniz! Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz!” şeklinde kutsî uyarılar var. Aslında insanı gayyaya yuvarlanacak hatalar günahlar mevcut; ama Cenabı Hakk, Rahîm, Halîm ve Sabûr olduğu ve merhameti gazabını geçtiği için hemen cezalandırılmıyor; tövbe ve İstiğfarla dönüş yapmamızı istiyor. Bu hususta Hocaefendi şöyle diyor: “Allaha binlerce hamd-u sena olsun bizi boşluğa itmemiş.”
Konona için aşı olalım ve Mecmuat’ül Ahzap’tan dualar okuyalım
Bu salgın münasebetiyle, Hocaefendi, hepimizden önce birinci aşıyı oldu. Hemen arkasından ikincisini de oldu. Sonra üçüncü aşı çıkınca, beklemeden onu da oldu. Benim anladığım, bizlere bir misal olsun diye yaptırdı bunları. Zaman zaman bunun üzerinde duruyor: “Kanaati acizanemce aşı olmada mahzur yok. Olmayacağım diyen arkadaşlar inat etmeseler iyi olur. Benim yaptığım onlar için bir şey ifade ediyorsa, ben üç defa aşı oldum. Hekimler diyorsa yaptırmak lazım. Yok çocuklar arızalı olur, yok gelecek nesillere bu aşılar zarar verecek filan gibi söylenen şeyler bana biraz şov gibi geliyor. Çözümlerden birisi de aşı ise bizim ona riayet etmemiz Cenabı Hakk’ın iradesine bir saygının ifadesidir. Diğer taraftan bela, musibet ve hastalıkların savulup gitmesi için Mecmuat’ül Ahzap’ta da başka yerlerde de okunacak dualar var; onları da okuyalım. Bunların okunması hastalıkların gitmesine vesile olur inşallah! Çocukluğumdan itibaren duyduğum bir duayı, arkadaşlarımız bu bela ve musibetlere karşı yapılabilecek duaları araştırırken ortaya çıkardılar:
“Bende beş şey vardır ki, onlarla vebâ ateşinin yangınını söndürürüm: Mustafa (A.S.M.), Murtazâ Ali (R.A.), onun iki oğlu Hasan ve Hüseyin (R.A.) ve Fâtıma (R.A.). (Mecmuatü’l-Ahzâb, Barla Lahikası) Bu duayı okuyoruz. Arkadaşlarımız yazıp burada duvara da astılar. Üstadımızın has talebelerinin isimlerini de okuyalım; onlar da bela ve hastalıkların def’ü re’fine vesile olur inşallah.”
Ne gettolaşalım ne de asimile olalım
Yaşadığımız topluma entegre olmak gerekiyor. Bu mozaik içinde asimile olmadan kendi rengimizde çiçek açmalıyız. Böyle olursa yaşadığımız toplumlara renk ve zenginlik katmış oluruz. Batı toplumlarının eritici, başkalaştırıcı potalarının içinde kaybolmak nasıl uygun değilse, öbür taraftan farklılık mülahazalarına kapılıp gettolaşmak ta o derece yanlıştır:
“Şimdiki gençler herhangi bir aidiyet mülahazasına bağlı yaşamak istemiyorlar, denince: Elimizden geldiğince müsait zamanlarını kamplar ve programlarla doldurabiliriz. Bence aidiyet duygusu falan da dememek lazım ama bununla birlikte kendi değerlerimizi, kendi dünyamıza ait duygu ve düşüncemizi de iyi işlememiz lazım. Aidiyet mülahazası diyerek bir ad da koymamak lazım. Bir taraftan asimile olmamaya bakarken, diğer taraftan da farklılık mülahazasına kapılmamayı sağlamak gerekiyor.”
Daima istişare ederek hareket edelim
Hocaefendi, yapılacak işlerde hep istişareye, ortak akla ve kolektif şuura önem veriyor. “İki akıl bir akıldan üstündür; üç akıl iki akıldan üstündür.” atasözüne dikkatleri çekiyor. Tek başına verilen kararların çoğu zaman isabetsiz olacağını söylüyor: “Başka yerlerde de bir şey yapılacaksa, ortak akılla karar alır, ortak bir tavır ortaya koyabilirsiniz. Herhangi bir mevzuda benim değil de ortak aklın ortaya koyduğu önemlidir.” Cenabı Hakk’ın harika sanatlar incelendikçe, kullanılan matematik ölçüleri insana hayrete düşürüyor. Bir Çağlayan yazısında kayığa binmekten korkan meşhur bir zâtı, Üstad’ın, riyazi bir gerçekliği öne sürerek ikna etmesi meselesini ele alıp riyazi düşünceyi işleyen bir yazarımızı Hocaefendi takdir etmişti. Bir sohbetinde de bunları atıfta bulunarak şunları söylemişti: “Cenabı Hakk’ın yapıp ettiklerine hayranlık duymamak mümkün değil. Riyazî bir mülahazayla bakmayınca eşiği aşmak mümkün değil.”
Duyup hissederek Allah’ı analım
“Bütün zerrat-ı kâinat adedince seni tesbih ediyorum deyip bunu tüm varlığıyla duyarak söyleme, büyüklerin hepsinde var. Üstadımız da son zamanlarında ‘Elhamdülillah kardeşim, ben de onu öyle duyarak söyleyebiliyorum artık!’ diyor. Eğer insan hep öyle kararlı ve dimdik durursa bu kapı kendisine açılabilir. Bütün varlığın şakır şakır Sübhanallah! dediğini, Elhamdülillah! dediğini Allahuekber! dediğini duyar. Buhari’nin bir hadisi şerifi ile ifade edilirse: ‘Dile hafif, mizanda ağır, Allah’a sevgili olan iki kelime (iki cümlecik) vardır. Bunlar: Subhanallahi ve bi-hamdihi, subhanallahi’l-azim.’
Bunları tam manasıyla hissederek söylemek konsantrasyona bağlıdır. Biz koridorun dışındayız. Bir kelimeyi duyup hissetmeden söylemeye ‘mürgüleme’ diyorum. Her kelimeyi duya duya söylemek, derin bir kullukta bulunmak öyle çok kolay değil. Üstadımızın saff-ı evveli öyleydi. Biz hala meselenin dırdırını yapıyoruz. Allah yardımcımız olsun!” Cenabı Hakk ufkumuzu açsın! Büyüklerin ve onların en yakın sadık talebelerinin söyledikleri gibi söylemeye muvaffak kılsın!