İstanbul’un kuşatması esnasında surlardan atılan kızgın yağlar karşısında bazı tabiin şu ayeti okudu:
“Elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!”
Bunu duyan sahabe, düzeltti: “Hayır siz yanlış anlıyorsunuz, “elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” demek bu değildir.
Bu ayet ne zaman nazil oldu biliyor musunuz?
Biz Medine’ye hicret ettik, site-islam devletini kurduk, sonra biraz da kendimize, ailemize bakalım, ev-bark sahibi olalım, mal-mülk edinelim” diye düşündüğümüz bir anda bu ayet nazil oldu:
“Allah yolunda infakta bulunun da elinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve ihsanda bulunun, Allah Muhsinleri sever.”
Hocaefendi cami kürsülerinden, minberlerden bu uyarıları defalarca yaptı; bu harekete gönül verenleri, bu örfaneye iştirak edenleri, tenperverlikten, haneperestlikten, rahata düşkünlükten, tembellikten, lüksten, yılandan, akrepten kaçınır gibi kaçınmayı tavsiye etti. “Oturduğunuz koltuklar sizi boğacak, pisine gideceksiniz…”
“Milyonlar kazandılarsa çok iyi bir şey yaptıklarını sandılar; halbuki öte tarafta dalalete düşenlerin acısı, fıska fücura girenlerin ızdırabı onları hiç mi hiç dilgir etmiyordu…” tarzı ağır serzenişlerle gönüldaşlarını uyarıyor, onlara elleriyle kendilerini tehlikeye atmamaları için ikazda bulunuyordu.
O gün saff-ı evveli teşkil edenler, Hocaefendi ile beraber koşan sabikun-evvelun, bu tavsiyelerden nasiplerini aldılar, yeni yetişen nesli bu nasihatler doğrultusunda yetiştirdiler.
Evler, yurtlar, okullar dersaneler açarlarken, çok imkânsızlıklar içerisinde bu faaliyetleri yürüttüler.
Zaman geldi, evlerde talebeler kahvaltıda sadece ekmek zeytin yediler, yemekler sade, evler sade, arabalar (sadece pek az kimsede vardı, onlar da) mütevazi idi.
Sanki sadelikle doğru orantılı olarak hizmetler, samimiyet, aşk, şevk, zirve yapıyor, bu tarakta bezi olan fedakarlar, koştukça koşuyor, arzu edilen, hedeflenen hizmetler neyse, sorgulamadan, diriğ etmeden koşuyor, kah cami önlerinde dergi, gazete satıyor, kah yüzlerce kilometre ötedeki şehirlerden talebeler için çay, hububat, gıda topluyor, kah arabasıyla kurban derisi toplamak için mahalle mahalle, ev ev dolaşıp yüzsuyu dökerek insanlardan kurban derisi ve bağırsak taleb ediyorlardı…
Dünyanın her yerine Efendimizin SAV yad-ı cemilini ulaştırmayı kendisine gaye edinen bu safi ruhlar, haritada yerini bilmedikleri ülkelere “git” denildiğinde, sağına ve soluna bakmadan, bunu bir vazife telakki ediyor ve en kısa zamanda valizini toplayıp gidiyordu.
Bu diğergamlık, fedakarlıkla, 170 ülkeye ulaşıldı, okullar, yurtlar, medya, diyalog, televizyonlar, yardım dernekleri, işadamları dernekleri , üniversiteler, hastaneler açıldı, milyonların istifadesine sunuldu.
Yapılan faaliyetler neticesi, dünyada barış adacıkları kuruldu, insanlar akın akın bu örfaneye koştular, bu anlayışa destek oldular.
İşin özünde, ihlas, samimiyet, iştiyak, fedakarlık olunca, Rabbin yardımı eksik olmadı, extradan lütuflarla ihsanlarla, neticeler insanüstü, mucizevi bir bollukta yağdı, heryeri sardı.
Sonra bir imtihan devri…, ve ardından bir kısım kimselere Cenab-I Hakk’ın extra ihsanları ile, yeni hayatlar kuruldu.
Yeni dünyalarda hem eski muhacirler, hem de yeni cebri hicrete muhatab olanlar, Rabbin yeni nimetleriyle perverde oldular.
Hızlı bir şekilde onarım ve yeniden dirilme süreci oluştu.
Rabbin ihsanlarıyla, bir kesim hızlı bir şekilde zengin oldu, nimetler bol bol aktı.
Şimdi bu süreçte, daha önce yoklukla imtihan olanlar için varlıkla imtihan olma devri başladı.
“Allah verdiği nimetleri kullarının üzerinde görmek ister” ve “helal oldukta sonra lüksün bir mahzuru yoktur” tarzı akla makul gösterme yollarıyla bir kesim, rahat, lüks, tenperverlik, haneperestlik, hodfuruşlukla sınanmaya başladı.
Melikin atiyyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir.
Bir yük, her zaman aynı kuvvetle kaldırılır; bir zamanlar matiyyeler, sahabilerdi, sonra ilk safın arkasında sıralanan, fedakar, cefakar, gözü pek yiğitler, hesap-kitap yapmadan amatör ruhla bu ağır yükü taşıdılar; makam mevki, rütbe, şöhret demeden beklentisizliği önemli bir şiar edinerek bu boyunduruğu yere düşürmeden bugünlere getirdiler.
Şimdi bu yük, bizlerin ve evlatlarımızın omuzuna tevdi edildi.
Eğer bizler de Yusuf Pekmezci, Naci Şençekicer, Zeki Sakman, Köse Mahmut, Hacı Muammer, Naci Tosun, Abdullah Aymaz, İsmail BüyükÇelebi, M Ali Şengül abiler ve daha isimlerini saymaktan aciz olduğumuz niceleri gibi kıvamlı olamazsak, Allah omuzlarımıza koyduğu bu kudsi vazifeyi alır, ehil olanların omuzuna tevdi eder, bize de hasaret ve nedamet düşer.
Evet, zaman değişti, asır başkalaştı, herkes dünyaya daldı, hayata perestiş ediyor, derd-i maişetle sarhoştur; fakat ölüm değişmedi, fena bekaya kalbolup başkalaşmadı, Rabbin insanlara yüklediği emanet değişmedi, insanın Allah’ın halifesi olma hali ve mesuliyetleri azalmadı. Öyleyse eğer sahabenin arkasında yer almayı umuyorsak, mahşerde Efendimizle liva-ül hamd sancağı altında haşr olmayı hedefliyorsak, firdevs cennetlerinde Efendimiz’e SAV komşu olmayı istiyorsak ve en önemlisi Allah’ın rızasını ve cemalullahi peylemek istiyorsak, nolur şu üç günlük dünya bizi değiştirmesin, dünya nimetleri, zevkleri, arzuları, ilahi rızanın ve görevlerin önüne geçmesin.
Dünyanın felahı için, dünya barışını temin yolunda üzerimize düşen fedakarlıkları eskisi gibi yerine getirmek için elimizden gelen gayreti gösterelim, biraz dişimizi sıkıp, dünyanın tozuna toprağına eteklerimizi bulaştırmayalım…
Hala bizim için birinci derecede hedef rıza-i ilahi olsun, diğergamlık, fedakarlık, adanmışlık, beklentisizlik gibi hasletler bizim ayrılmaz parçamız olsun.
Yapılması gereken ne varsa, sağımıza solumuza bakmadan “ben varım” demeye, boyunduruğu yere düşürmemeye gayret edelim.
Bilelim ki Allah için yapılan hiçbir şey dünya ve ahirette karşılıksız kalmayacak, aksine, dünya peşinde koşarak, ana gayemiz dünya rahatı olursa, başımıza beklemediğimiz helaket ve felaketler gelip, hiç bir zaman arzuladığımız o dünyevi rahata da kavuşamayacağız.
Rabbim bu kutlu yolculukta bizi rızasından, ihlastan ayırmasın, bizleri iki cihanda mesud ve bahtiyar olacak, mesuliyetini müdrik bir nesil kılsın.