Günümüzde herkes öfkeye programlanmış gibi kin solukluyor, nefretle yutkunuyor; sabit ve kararlı bir ihtirasla hasım saydığı herkese lânetler yağdırıyor.. gazete sayfalarına akan mürekkepler, televizyon ekranlarında şekillenen sûretler, radyolarda tınlayıp duran elektromanyetik dalgalar, dağ-dere, ova-oba her yerde birer şeâmet çığlığı gibi kulaklarımızı tırmalıyor, birer ürperten fotoğraf gibi gözlerimize çarpıyor ve gönüllerimizde cerihalar açıyor. Her gün, her gece duyup irkildiğimiz bunca gayız destanı ve bunca şeâmet çığlığının içlerimizi bulandırmasına karşılık çare arayanların sayısı yok denecek kadar az; onların düşünceleri de dönüp dolaşıyor, paraya, maddî refaha ve ikbale bağlanıyor. “… duygular süflî, emeller hâr/Nazarlardan taşan mânâ ibâdullahı istihkâr.” (Âkif) Böyle bulanık bir bakış zaviyesi açısından pek az bir kesim müstesnâ millî olanın olmayandan, kapitalizmin komünizmden, onun da liberalizmden farkı yok.. hayatı, yeme-içme, uzanıp yatma ve kazanıp keyif çatma telâkkisine bağlamış böyle kimselerle, fıtratın değişmez sınırlarının mutlak mahkûmu diğer canlılar arasındaki mesafe her gün biraz daha daralmakta, iki yaka arasındaki temel farklar bir bir kaybolup gitmekte ve insanoğlu kendine rağmen yeni güzergâhlar aramakta.
Dinin, diyanetin, ahlâkın, hür düşüncenin, bize ait esprisiyle sanat telâkkisinin hafife alındığı; gücün, kuvvetin azgınlaşıp sınır tanımaz hâle geldiği; hislerin, heveslerin fikir sûretine büründüğü ve bu yalancı düşüncelerin zorla başkalarına kabul ettirilmeye çalışıldığı… evet böyle korkunç bir taassubun iç dramını anlamada zorlandığımı itiraf etmeliyim. Aydınlanmanın bir hayli yaygınlaştığı, entelektüalizmin tiz perdeden seslendirildiği günümüzde, nur ile zulmet, ilim ile cehalet arasında bulunması beklenen uzaklığın aksine, ikisinin de aynı noktada birleşmeleri bize karanlık bir terkibi gösteriyor ve ciddî bir problemin var olduğunu haykırıyor. Böyle bir çelişki de bizde, bazı kimselerin hissî iradelerinin, aklî ve mantıkî iradelerinin çok çok önünde bulunduğu hissini uyarıyor.
İşte bu ölçüde zıtların iç içe girdiği, toplumun değişik kesimlerinde üst üste kaosların yaşandığı, farklı mahreçli karanlık oyunların dünyanın çehresini kararttığı, bütünüyle yerin altının üstüne hükmetmeye başladığı, polemik ve diyalektiğin olabildiğine revaç bulduğu, bilhassa medya vasıtasıyla dedikodunun en mergûb bir metâ gibi hüsnükabul gördüğü, herkesin birbirinin kurdu hâline geldiği, birlik ruhunun sarsılıp her tarafı karakura gibi hiziplerin sardığı, ümitlerin yıkılıp iradelerin felç olduğu, ruhların ihtiraslara yenik düştüğü böyle karanlık bir dönemde, kendi mânevî âlemimize yönelerek kendi iç dünyamızı dinlemeye, cismaniyetin karanlık atmosferinden sıyrılıp kalbî ve ruhî hayatın büyülü atmosferine açılmaya şiddetle ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Âhesterevlik etmeyip bir an evvel kendine dönebilenler kendi iç dünyalarının büyü ve füsununu duyacak; dönemeyip arafta veya kendilerine göre öbür kıyıda kalan tâli’sizler ise, bugüne kadar sürdürdükleri kini, nefreti, iftirayı, tezvîri, aşağılamayı, iftirak ve ihtilâfı devam ettirip, güneşlerin kol gezdiği ve gezeceği iklimlerde bile karanlık şeyler düşleyecek, karanlık düşüncelerle homurdanacak, kendilerine hep karanlık izbeler arayacak ve karanlıklarla oturup kalkacaklardır.
Keşke, her tarafa ışığın sağanak sağanak yağdığı, yaşadığımız mübarek gün ve gecelerin feyzini onlar da duyabilselerdi.. keşke onlar da, ilhadı, ateizmi, fitneyi, fesadı sinelerinden söküp atarak, kim olursa olsun, herkesin anlayışına ve herkesin özel konumuna saygılı olabilselerdi! Belki bir gün bu beklentiler gerçekleşecektir ama, bir zamanlar oturup kalkmış materyalizm soluklamış, inkâr-ı ulûhiyetle köpürüp durmuş, yer yer gidip anarşizm ve nihilizm bataklıklarına saplanmış, Allah, peygamber, din ve diyanet düşmanları bu dirilten havayı hiçbir zaman soluklayamayacaklardır. Ah ne olurdu ya Rab, keşke kendini onlara da duyurup gönül dillerinin bağını çözüverseydin..!
Her millet ve her toplumda ilhada açık insanlar vardır ve yer yer bunların gemi azıya aldıkları da çok görülmüştür. Ama, bir başka millet veya toplumun, bu kabil boşlukları ve zaafları ölçüsünde, bizde olduğu kadar güçlü sığınakları olmamıştır. Evet, onların da yumuşatan düşünceleri, uzlaştıran inançları, sevinçle köpüren günleri-geceleri, bayramları-seyranları vardır ama, bu günler, bu geceler, bu bayramlar, bu seyranlar lahutîlik adına bomboş, neşe ve sevinç adına bir parlayıp bir sönen havaî fişekler gibi gelip geçici, ruhanî zevkler adına da hiçbir şey vaad etmeyecek ölçüde muvakkat ve cismanîdir. Evet, onların dünyasında ne Allah’la münasebetin mehâfet ve mehabeti duyulur ne de ruhun zaman ve mekân üstülüğü hissedilir; her şey yalancı ve muvakkat bir sevinçle başlar, çılgınca bir nefsanîlik içinde cereyan eder; sonra da elemli birer hatıra, esefli birer rüya ve yıkık birer hülyaya inkılap eder gider.
Bizim, Allah’la sımsıkı olma esasına dayalı mânevî atmosferimizde her ses, her söz, her davranış bir ninni gibi duyulur, bir mûsıkî gibi dinlenir ve bir yağmur gibi başımızdan aşağı boşalır; boşalır da, sırılsıklam oluruz onun vâridâtıyla. Belli zaman ve eşref saatlere îmâ ediyor gibi her gece hilâlin ayrı bir kalıba girmesi, her gün güneşin ayrı matlaa kayması, duygularımızı, düşüncelerimizi yeni bir zaman dilimine uyararak, hayallerimizi sürekli arkasından koşturup bize kevserler gibi hatıralar sunar. Gözlerimizin önünde geçmiş, bütün o büyüleyici renkleriyle tüllenir, ümitlerimizin zirvelerinde mutlu gelecek kucak açar bizi beklemeye durur ve hâlin dar mahbesinden kurtulan bizler dünü-bugünü-yarını katlayarak iç içe yaşar ve âdeta melekler gibi zaman üstü olmanın bütün hazlarını birden duyarız. Bizimle aynı memeden süt emmeyenler, aynı duygu ve düşünceyi paylaşmayanlar, ne şimdilerde içinde mest u mahmur olduğumuz o lâhûtî derinlikleri ne de kevserler gibi yudumladığımız zevk u neşveyi duyup anlamaları mümkün değildir.
***
Bu coğrafyanın tâli’li fakat biraz mağdur; bahtiyar ama zulme uğramış büyük milleti olan bizler, inancımız, düşünce ufkumuz ve millî üslûbumuz, başka milletlerde olmayacak ölçüde, millî ruh potasında şekillene şekillene, işlene işlene öyle incelmiş, öyle zarifleşmiş ve öyle evrensel değerlerle bezenmiştir ki, fazla değil, birkaç celse bile bizimle oturup kalkanlar bu farklılığı hemen anlayabilirler. Zira bu farklılıkta her zaman bizim gönüllerimizin mukaddes hüznüyle, ruhlarımızın şevk çağıltıları duyulur. Evet, bize kulak verenler, hemen her zaman, bizim beyan ve üslûbumuzda tatlı ve romantik bir hicranın ümitle seslendirilen bestelerini, zevkli ve ebedî bir dâüssılanın da vuslat nağmelerini dinlerler. Evet biz, bir yandan “Ey sâki aşkın nârına yandıkça yandım bir su ver.” diye mırıldanırken, bir yandan da “Parmağım aşkın balına bandıkça bandım bir su ver.” der, hüznümüzü, tasamızı gülücüklere çeviririz. Dillerimiz bazen aşk bazen de melâl söyler; aşk u melâl başkaları için birer ızdırap sayılsa da, biz onlarda Mevlâna’lar gibi hep kopup geldiğimiz âleme iştiyakın şiirini dinleriz. Aşk ve melâl bizde, içli, gamlı bir sonsuzluk arzusundan kaynaklanan ruhun lisanıyla bir yakarıştır. İnançlarımız, duygularımız bizi hep ötelerin sihirli âlemlerinde dolaştırdığı için hemen her zaman hüzün ve neşeyi iç içe duyar; ağlamaları, gülmeleri, aynı sesin farklı perdeleri gibi dinler; sinelerimizin tasayla inip kalkmasına yüzlerimiz gülücüklerle cevap verir, gözlerimiz yaşlarla dolup taşarken vicdanlarımız İrem Bağları gibi güllerle kızarır.
Her fert için müyesser olmasa da, Allah’la irtibat bizim en tabiî tavrımızdır.. ve O’nunla münasebet ömrümüzün bütün hatıralarını zevk u şevke çeviren bir büyü gibidir. O’na ait duygularla atan sinelerimiz sürekli bir temâşâ hülyasıyla dolar boşalır; gönüllerimizde en acı hazanları bahar neşvesiyle iç içe yaşarız. Ruhlarımız her zaman, Hak’la münasebetin gereği olarak bir kısım hususî duyuş ve zevk edişlerin insiyakıyla en imrendirici tavırlara bürünür; bürünür ve bize hemen her an, hüzün ve kederlerle dolup taştığımız dakikalarda bile ayrı bir haz ve ayrı bir inşirahı duyurur. Haz veya hüzün, inşirah veya gam, imanla çarpan sinelerimizde istihalelere uğrayarak bize zevklerin en tabiîsini ve beklentilerin en reel olanını söyler. Gerçi bazen, bizim de, başkaları gibi gelip geçtiğimiz hayat güzergâhında yumuşak saatlerle sert dakikaları, tatlı haftalarla acı günleri ve gece-gündüz münavebesi içinde gelip geçen aydınlıklarla karanlıkları iç içe yaşadığımız olur; olur ama, inançlarımız, Hak’la irtibatlarımız ve ümitlerimiz sayesinde kahırların elinden ne lütuflar ne lütuflar yudumlar ve ne erişilmez zevklere ereriz! Kahrı, lütfu bir bilmeyenler azap içinde azaplarla kıvranadursunlar, biz kendi atmosferimizde her şeyin engin bir rahmete inkılap edeceğini görür; acı tatlı yanlarıyla bütün bir hayatı kevserler gibi yudumlar, yediğimiz-içtiğimiz her şeyde, oturup-kalktığımız her yerde kendi iç âlemimizin değişik dalga boyundaki nuranî inkişaflarıyla, kederlerimizin sevinçler karşısında küçüldüğünü, elemlerimizin lezzetler içinde eriyip gittiğini ve ömürlerimizin en renkli televvünlerle öteler hesabına birer sırlı mahzene aktığını duyar; fâniliğimizin ebediyete inkılap etmesi hazzıyla, ağlarken bile çevremize gülücükler yağdırırız.
Bizim dünyamızda inançlar, inançların bağrında doğup gelişen beklentiler hayatımızla o kadar iç içedir ki, ömrümüzün her faslı bizi bir dua, bir niyaz, bir namaz durağında kanatlandırır ve ahiretin kapısına kadar götürür; götürür ve gönüllerimize Cennet güzelliklerini içirir. Bu sayede her gün birkaç defa Cennet kokularını duyar gibi oluruz. Öyle ki, biz kendimizi hayatın gündelik seyrine salsak bile, gün boyu minarelerden yükselen ezan sesleri, temcid nağmeleri, camilerin pencerelerinden taşan kâmet, tesbih, tahmid ve tekbir sadâları bizi hep kendi iklimine çeker, ruhlarımıza kendi boyasını çalar, gönüllerimizi bir tambur gibi seslendirir, bir ney gibi inlettirir ve bir mûsıkî neşvesiyle coşturur; coşturur da, ta iç dünyamızın derinliklerinden köpürüp gelen, bütün duygularımıza yayılan, düşüncelerimizi Cennet yamaçları gibi renklendirip dilimize, dudaklarımıza ilham çağlayanları gibi akan sırlı bir ledünnîlikle büyülenir ve olduğumuz yerde kalakalırız.
Bu büyü ve ledünnîlik, bin bir feyiz ve bereketin sağanak sağanak yağdığı mübarek gün ve gecelerde daha bir aşkınlığa ulaşır. Öyle ki, çevremizdeki her şey bir neşeye bürünür, her taraf daha bir uhrevîleşir ve ruhlarımızın metafizik hedefli heyecanları gider kendi zirvelerine, tasavvufî ifadesiyle kemâlâtlarının arşına ulaşır. Etrafımızı duyup dinleyebildiğimiz ölçüde bizler tıpkı çocuklar gibi seviniriz, çocuklar da kendilerini saf neşenin lunaparklarında sanırlar; sanır ve hep bir bayram sevinci yaşarlar.
Böyle bir dünyada sabahlar, yolu beklenen birer misafir gibi kapımızdan, penceremizden içeriye akar; akşamlar, birer sevgili gibi gelir halvethanelerimizde yanımıza oturur; geceler, Dost’la vuslatın çağrışımlarıyla çınlar durur.. ve her vadide O’na yükselmiş eller, O’ndan gelecek vâridleri yakalamak için, ruhunun gücüyle metafizik gerilime geçer “Tut elimden ey Dost tut ki edemem Sensiz.” der inlerler.
Böyle bir dünyada, namazlar, dualar, gülbanklar gibi gürler ve uhrevî bir derinliğin sesi-soluğu olarak uğuldar.. gecelerin halveti bir ipek gibi ruhlarımızı sarar.. nabızlarımız, müşâhede muştusu almış bir sinenin heyecanıyla atar.. ve belki de bazılarımız, en içten duygularını, en içli sesleriyle, ifade edeceği mazmunu ifade edebilmek için çatlayıncaya kadar öten bülbüller gibi açık-kapalı her yerde şakır durur.. hâsılı, herkes kendine göre bitmeyen bir melâl ve sevinç, dinmeyen bir aşk ve heyecanla durmadan bir şeyler mırıldanır.. kendi ruhunun ra’şelerini dinler ve dinletir.. aşk u melâlle inler ve başkalarını da inletir. Evet, bir taraftan o, ruhunun heyecanını ve gönlünün ilhamlarını çevresine aksettirerek hem boşalıp hem de kendini son bir kez daha ifade ederken, diğer taraftan da herkesin müşterek hissiyatına tercüman olarak söylemek isteyip de ifade edemediğimiz müphem mânâları söyler.
İşte bu ölçüde bir iman ve ümitle, bir aşk ve ledünnîlikle, dünü-bugünü-yarını birden yaşama ufku, hayata öyle bir derinlik kazandırır ki, ukba eksenli her gönül, kendini bir his ve fikir zemzemesi içinde bulur ve hâdiselerin sıkıcı, boğucu bütün tesirinden kurtulur. Bence, bütün insanî alâkaların en sağlam esası, duyulan bütün zevklerin en temiz kaynağı ve bütün aşkların, iştiyakların, cezbelerin, incizapların menbaı da işte bu iman ve bu ümittir. Bu iman ve bu ümidi elde eden her gönül eri, zaman üstü olmayı bütün derinlikleriyle duyup yaşayabilir.
Evet, insan, bu ufku yakalayabildiği ölçüde, varlığı daha bir farklı duyar, eşyayı daha bir farklı değerlendirir ve her şeye sinmiş Sonsuz’dan gelen tecellîlerin renk, tat, koku ve şivesiyle âdeta kendi içinde erir ve yeni bir “ba’sü ba’del mevt”le ikinci bir varlığa erer. İç müşâhedelerin, varlığın perde arkasına açık olduğu böyle eşref saatlerde insan var olmanın bütün zevklerini duyar ve bir mârifet banyosu almış gibi yabancı şeylerin sıkletinden bütün bütün kurtulur. Zaten, böyle aşka susamış ve iştiyakla şahlanmış gönüllere yer yer öteler sağanak sağanak şefkatle boşalır; kuruma endişesiyle titreyen bütün sineleri sular ve hayalleri ne çiçekler ne çiçeklerle bezer!
Bu inanç ve bu ufuk insanlarının, upuzun bir cehd ve imsak dönemine terettüp eden bu hâllerine bazılarımız akıl erdiremeyebilir; ama bütün bunlar, birer kalbî, ruhî ve hissî vak’adır. Hayatın bin bir tecellisi içinde, Sonsuz’un ruhlarımıza boşalttığı bu aşkı, bu şevki, bu şiiri, bu mûsıkîyi, aktif imsak ve büyük cehd kahramanlarından başkası da anlayamaz. Bunu anlayamayanlar bizi de anlayamazlar. Bu ince ve nazlı hayatın uzağında kalanlar, kendi uzaklıklarının karanlıklarını yaşayadursunlar, hakikati müşâhede adına bakış zaviyesini yakalayabilmiş basiretler, her zaman bu vâridâtı bütün dalga boylarıyla duyar, kevserler gibi yudumlar ve dünyevî hayatlarını Cennetler gibi yaşarlar.
Biz, döne döne duyup yaşadığımız bu zevk ve bu lezzeti, bir bayram sevinci içinde kim bilir daha kaç defa anlatacağız? Kaç defa anlatırsak anlatalım –anlatanın ifadelerindeki rekâket mahfuz– hep zevkle dinleyecek ve onları paylaşmaya çalışacağız.Sızıntı, Kasım-Aralık-1998, Işığın Göründüğü Ufuk