Kasım 2016’dan beri Edirne Cezaevi’nde tutsak Selahattin Demirtaş’ın, yaşadıkları “Beyaz Plastik Sandalye” ile kitaplaştı.
Dipnot Yayınları etiketiyle okurla buluştu.
Basın Danışmanı Zınar Karavil kaleme aldı eseri.
Kitap, henüz elime geçmediği için, detayına vakıf değilim.
Kitap’ta, Demirtaş’ın tutuklanmasından günümüze kadarki süreç ve yaşananlar ele alınıyor.
Kitapta Demirtaş’ın, yol arkadaşlarının, avukatlarının, kardeşlerinin, eşinin, hücre arkadaşının ve bizzat kendisinin yaşadığı ve anlattığı pek çok konu yer alıyor.
Evinden gözaltı işlemi için alınırken, kızları Delal ve Dılda’yla yaşadıkları, ayrılışları, sarılışlarıyla başlıyor hukuksuz süreç. Küçük kızı Dılda’nın tam kapıdan çıktığı esnada, “Baba gitme” dediği o hüzünlü an yazılmış Beyaz Plastik Sandalye’de.
AKP rejimiyle bütünleşen, çirkef yüzünü gösteren “Çıplak arama” ahlaksızlığı da kitapta yer alıyor.
Uşak’ta iki yıl önce Hizmet Hareketi camiasına yakın gerekçesiyle evlerinden derdest edilen Üniversiteli kızlara, geçen haftada ise Mevlana şehri Konya’da Furkan Vakfı Camiasına yakın bayanlara uygulanan ar, haya ve namustan yoksun uygulama.
Ömer Faruk Gergerlioğlu konuyu parlamentoya taşıdığı için, tutuklandığıı sırada, aynı çirkefliği ona uygulamaya kalkışmışlardı, Saray’ın kulu kölesi mahpushane bekçileri.
Demirtaş’a da Sincan Cezaevi’ne ilk götürüldüğünde, çıplak arama aymazlığı uygulanmak istenmiş.
Ahmet Kaya’ya yapılanlara atıfta bulunuyor Demirtaş.
Çıktığında, Ahmet Kaya’nın kızı Melis ile kendi kızları Delal ve Dılda ile Ahmet Kaya şarkısı söyleyip kayda almak istediğini belirtiyor Demirtaş.
Kısacası, cezaevine girmesine yol açan süreci ve yaklaşık 6 yıldan beri içerideki günler anlatılıyor kitapta.
Çilesini katmerleştirmek, eziyeti arttırmak için Diyarbakır’dan, Edirne’ye gidip gelen yaşlı anne ve babasının trafik kazasını duyduğundaki duyguları satırlara işlenmiş.
Hâsılı, bir devrin, bir rejimin, bir dönemin, kin, nefret ve adaveti, kaleme alınmış Beyaz Plastik sandalyede.
KABAKÇIOĞLU VE DEMİRTAŞ SANDALYESİ
Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi ile Mustafa Kabakçıoğlu’nun Beyaz Sandalyesi, aynı gaddar dönemin sembolü olup birleşmiş sanki.
Ortak bir acının sembolü ‘Beyaz Plastik Sandalye’ler!
Ortak bir kinin, nefretin, kapkara bir devrin remzi değil mi sizce de?
O tarihten beri, plastik sandalyeler, bambaşka ambiyanslara taşıyor herkes gibi beni de.
Kimyam bozuluyor plastik sandalyelere gözüm ilişince.
Demirtaş’ın Beyaz sandalye ve örtülü plastik masasını görünce yeniden o acılarım ve sancılarım depreşti.
Tabii ki kasıt, plastik ve sandalye değil.
O plastik sandalyenin hatırlattıkları ve gaddarlıklara karşı öfkeliyim haliyle.
44 yaşındaki KHK’lı komiser polis Mustafa Kabakçıoğlu’nun beyaz sandalyesindeki son anlarını hafızadan silmek mümkün mü?
Beyaz sandalye denince öfkelenmemek mümkün mü!
Nefesim daralıyor, adeta kalp ritmim bozuluyor.
Bir devrin zalim mi zalim, gaddar mı gaddar, acımasız mı acımasız zevatı beliriyor bu sandalyeyle…
Sadece ben değilim elbet, ‘Beyaz Plastik Sandalye’ işkencesine maruz bırakılarak, masumlara yapılan vandalizme öfkelenen.
Mustafa Kabakçıoğlu, 4 yıl tutuklu kaldığı Gümüşhane Cezaevi’ndeki karantina hücresinde plastik sandalyede veda etmişti bu kahır ve cevir alemine.
Tahliyesine 4 ay kala hücredeki beyaz plastik bir sandalyede ve de yapayalnız…
İhraç polisin öldüğü gün çekilen olay yeri fotoğrafları, zindanlardaki hayatlardan haber veriyordu bizlere.
Kabakçıoğlu, sandalyede tek başına oturmuş vaziyette ve başı arkaya düşmüş bir haldeydi.
Tırnakları morarmış, yalın haldeki ayaklarının rengi solmuştu.
Belli ki, tek başına, çaresiz, acılar içerisinde çırpınarak hayata gözlerini yummuştu.
O KUR’AN ÇARPMALIYDI…
Gece ne yaşadığını, o plastik sandalye dile gelmiş olsaydı anlardık herhalde.
Kirli duvarlar arasında, yılların zifte dönüştürdüğü bir zeminde kurulu uyduruk bir masa…
Yosun yeşili güneş almayan duvardaki nemden, küfün oluşturduğu gri tonlu ortamda.
Hava, toprak, ağaç, dal, çimenin olmadığı yer ve gökün betondan oluştuğu rejimin “modern cezaevleri” diye övünerek, methu sena ettiği hücerede.
O kapkara zindanlar, demir ranzalar, kör pencereler dile gelseydi de anlasaydık; Komiser Mustafaların, ‘Siyasi Tutsak’ Selahattin Demirtaşların ve binlercesinin neler yaşadıklarını.
Gözü dönmüş, kalbi kararmış, vicdanı nasır bağlamışların; bu suçsuz, günahsız insanlara yaşattıkları, günü gelir tüm ayrıntısıyla, bir bir ortaya çıkar hiç şüphesiz.
Kapkara bir zindan; soğumuş mercimek çorbası, kararmış patlıcan kızartması, rengini yitirmiş yoğurt, Komiser Mustafa’nın akşamki yemek menüsüydü.
Daha neler yaşanabilir ki, ne denli bir acımazlığa maruz kalabilir ki bir insan…
Tüm bunlara, viraneye dönmüş bu tek kişilik hücrede olup bitenlere şahitlik etmişti Mustafa’dan geri kalan eşyalarının arasındaki Kur’an-ı azimüşşan.
Ranzasının üzerindeki Kelam-ı İlahi, Kur’an çarpmalıydı bu zalimleri, hoyratları, diye iç geçiriyor insan.
Ellerinde Allah’ın kelamıyla meydan meydan milleti aldatanları çarpmalıydı.
Hilaf-ı beyanda bulunurken…
Masumlara iftira atarken…
Suçsuzları zindanda ölüme terk ettirirken…
Şovmenlik yaparak, Diyarbakır meydanında, Kürtçe Kur’an Meal’ini gösterirken çarpmalıydı, o mukaddes kitap.
Hikmetinden sual olunmaz elbet, zalimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var, diyoruz.
Adl-i İlahi gelir bulur herkesi, eden bulur ettiğini elbette.
Çarpılır zalim, çarpılır sessiz yığınlar, hiç kuşku yok elbet.
Öyle değil mi?
Komiser Mustafa’nın hücredeki fotoğraflarda, yere dökülenler yürek yaralamıştı.
Hayata dair umutları, yarınlara dair emelleri ve hayalleri vardı, yol gözleyen sevdikleri vardı onun da…
Tıpkı binlerce tutsak gibi…
Beyaz sandalyede bitiyordu maalesef güzel emeller…
Sellahattin Demirtaşlar, Mustafalar Kabakçıoğlular ve niceleri zulmün acımasız dişlilerinden geçtiler, geçiyorlar,
Dileğimiz, duamız, bitsin bu kapkara günler…
Plastik sandalyelerde yazılmasın dramlar, bitmesin hayatlar…
Rejim, Demirtaşları ve Kabakçıoğluları gibi, bu coğrafyanın insanlarını bölüp, parçalayıp yansıtsa da, (unutulmamalı ve unutmamalıyız) zulüm çarkının başındaki zalim(ler) aynıdır.
e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au