Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ahir zaman hizmetinin zorluğuna vurgu yaparken sebeplerden biri olarak, devrin “Enaniyet Asrı” olduğunu söylemektedir.
Insanlar taştan, helvadan yapmış oldukları putçuklarını terk etmiş ve fakat kendi tunçtan mamül benlik, ene heykellerine tapınmaktadır.
Emirdağ Lâhikası’nda ise “Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zaafiyetiyle, benlik ve enaniyet kuvvet bulmuş” diyerek, enaniyetin hükümranlığını İslâmî terbiye noksanlığı ve kulluğun zayıf olmasına bağlar…
Yine Hakikat Çekirdekleri’nde “Gaye-i hayal olmazsa, nisyan veya tenâsi edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.” deyip, ülküsü, amacı olmayan yahut bunları unutan insanların enelerine kul köle olacağını ifade eder.
Ego, ene, enaniyet ; Nefsin, Nefsâniyet’in zirve yapmış, firavunlaşmış katı halidir…
Gurur, ucub, kibir enaniyeti, enaniyet de onları besler. Anlayacağınız enaniyet kör bir kuyu, bu kuyuya düşenin kurtulması alabildiğine zor.
Kişilik bozukluklarıyla ortaya çıkan bu kötü gidişatı şöyle de sıralayabiliriz ; Bazıları kendilerini dünyanın merkezi görür, işte kendini her şeyin merkezinde gören bu zatlara “egosantrik” diyoruz. Egosantrizm zaman içerisinde Megalomanya’ya döner.
Megalomani ; Büyüklük hezeyanı ya da büyüklük kuruntusu, kişinin kendisine gerçekle uyuşmayan üstün nitelikler yakıştırmasıdır.
Maalesef megaloman, bir süre sonra iç içe geçmiş olan gurur ve ucub ile egosunun mahkumu olup tam bir narsist, tam bir “kibir abidesi” zâlime evrilir…
Ben bugünlerde kendimden çok korkarak megalomanyası hızla yükselen zatları ibretle izliyorum. Kendinde biraz bir şeyler vehmeden zevâtın derhal şakülü kayıp, feleği şaşıyor.
Dünya, devir ve memleketin havasından mı bilinmez, gerçekten ilginç tipler ortaya çıkıyor.
Biraz okuyup, üfleyince, biraz medyada, sosyal medyada, ortalıkta görününce hepimizde bir megalomani hâli görünürlük kazanıyor.
Gel gör ki, insanlar kendilerini büyük görüp, büyüklenmek, etraflarını küçümsemekle büyük olmuyor, aksine çevrelerinde tepki ve nefret uyarıyorlar.
Bizler insanları iki tane cafcaflı laf, üç beş duyulmamış yabancı kelime kullanıyorlar, hitâbetleri güzel diye değil, Hakk’a, hakikate, Kur’an’a, Sünnet’e, insanlığa bağlılar diye takip ediyor, peşlerinden gitmeyi tercih ediyoruz…
Hele bir de bu zevat-ı muhteremler toplum nezdinde kıymeti harbiyesi, karşılığı olan beyin yapıcılara iki okkalı laf salladı mı meydan şakşaktan, goygoydan geçilmiyor…
Aslına bakarsanız önden giden o güzel insanların dört saatte elde ettikleri varidatı, ürünü kırk yıl çalışsalar kazanamazlar…
Bilirsiniz kargadan kılavuz olmaz, eğer kargayı kılavuz edinirseniz burnunuz lağımdan çıkmaz. Dolayısıyla sineğe sinek kadar, kargaya karga kadar değer vermek lazım.
Bir sinek ne kadar kartal görünebilir ki ?
Evet, enteresan bir dünyada yaşıyoruz, artık müritler şeyhi değil, kötürüm şeyh kendi kendini uçuruyor…
Bildiğimiz hakikatin rağmına heyhât !
Uçan uçana, kaçan kaçana…
Aslında söylenecek çok söz var fakat kendi hâlime bakınca şu an susmak, isme, cisme girmemek bana daha hayırlı görünüyor çünkü haddimi aşıp, mü’min kardeşlerime karşı şeytana yardımcı olmak istemiyorum.
Fakat diğer taraftan gördüğünüz, bildiğiniz halde susarsanız, bu nev zuhur zevâtın anlattıkları, söyledikleri doğru kabul ediliyor. Susmasanız, boşu boşuna cedelleşip, haybeye kürek çekip, enerji kaybediyorsunuz.
“Ben bilirim” diyene hiçbir şey anlatamazsınız…
Halbuki Efendiler Efendisi’nin (asv) işâretiyle “Kim ki ben alimim der, o cahildir”
Bununla beraber hem iç, hem dış bünyeyi bir kurt gibi kemiren bu nevi şahısların vereceği zarar önceden kestirilip, dikkat çekilip, uzak durulmazsa, zarar alabildiğine büyüyeceği için mesuliyet hissediyorsunuz…
İyisi mi ben mesuliyet duygusunun gereğini yerine getirip, şahısları değil ama hakikatleri sizlerle konuşmaya devam edeyim…
Yukarıda âcizane ifade etmeye çalıştığım gibi hepimizde nefsin zirveleşmeye, firavunlaşmaya hazır nüveleri, çekirdekleri var…
Eğer kalpteki bu nüvelere “Hevâ” ile su verirsek zâlimane isyana “Hüdâ” ile su verebilirsek tevazu ve mahviyetle kul olmaya yönelir…
Yani insan kendi iradesiyle, kendi yolunu kendi seçer.
Evrâd, ezkâr, ibâdet, insanlığa saygı, sevgi ve ahirete dönmesi ise insanı Hakk’a, hüdâya çevirir, yöneltir…
İnsanın hevesleri, dünyâ sevgisi, mala-menâle, şöhrete, şehvete, nefsine düşkünlüğü kendisini kaçınılmaz bir sona, hızla hevâsının kurbânı olmaya doğru götürür.
Bazen popülizm, bazen de takipçi kasmak için olmadık şeyler söyler, olmadık şeyler yapar, olduğundan farklı görünür.
Kimi zaman da ulaşmak istediği menfaati elde edebilmek için her kalıba uygun gizli maskelerini kullanır. Zıp orada, zıp burada gezer durur…
Ne yazık ki Hocaefendi’nin ifâdesi ile “evrâdı, ezkârı, ibâdeti olmayanın enesi, egosu gelişir” güçlenir, kuvvetlenir. Neticede Allah’ı bulmak için bir kıyas, bir ölçü aleti olarak insana hediye edilmiş ene, kulu Rabbinden uzaklaştırabilir…
Rabbimiz bizleri bize mahkum edip, bedbaht eden, egosantrizm, megalomanya, gurur, ucub, narsizim, kibir, ve bunların giriş kapısı, her şeyi ben bilirim, her şeyi ben söylerim, her şeyi ben yaparım anlayışından muhafaza buyursun…
Bilirsiniz, birey maddi-manevi kemâle kendini “yetersiz” görmekle erişebilir, enesini şişirmekle değil…
Fakat dünya imtihan dünyası.
Bireyselleşme, kendinin idrakine varma tabii ki gerekli fakat tezkiye görmemiş nefis için bu yol tuzaklarla doludur. İnsan tabiatı gereği her an “Ben, ben” davulu çalmaya başlayabilir.
İşte tasavvufun hedefi insanı kendinin, aczinin, fakrının farkına erdirip kâmil birey olarak insanlığa arz etmektir.
İnsan sadece aklı ile değil kalp, ruh ve vicdânı ile de eğitim görmelidir, istikamet tamda budur. Rehber edineceğimiz insanlar ise bu yolları geçmiş, aşmış, kendini ispat etmiş, maşerî vicdanda kemâlleri tescillenmiş mürşidler olmalı, yoksa arslan olduğu iddiasında olan kedicikler değil.
Rabbimiz önce bana, sonra hepimize akıl, fikir, iz’an, istikamet versin…
Bizleri “ben, ben” deyip benlik çukurunda boğulmaktan muhafaza buyursun…
Bütün bunları önce kendime, sonra beni dinleme ve okuma lütfunda bulunan (affınıza sığınarak) sizlere söylüyorum. Kaybetmek istemiyorum, istemiyoruz. Kimsenin kazanma kuşağında kaybetmesini de istemiyoruz…
Son tahlilde; İnsan muhatabını mihenge vurmalı, sözü, sazı, fiili eğer altın ise almalı, bakır ise nezaketle bir kenara bırakmalı.
Bugüne kadar çok aldandık ilimden nasibi olmayanları ilim adamı, amelden nasibi olmayanları da abid-zahid zannettik. Bir gözlüğe, bir pipoya, bir kravata, bir sakala, bir cübbeye kandık. İsimlerin önündeki kalabalık ünvan topluluğu bakışlarımızı bulandırdı.
Dev görünen Şahsiyetsiz Cüceler’e Seniye-i Vedâ türküleri okuduk…
Halbuki birşey zannettiğimiz hırsız, arsız, yolsuz, yersiz, yetersiz bu kof gövdeler arkalarından kalabalıkları sürükleyerek kayıp gidiyor, üstelik insanlığın gerçek yıldızlarını şeytanca taşa tutarak hedef saptırıyorlardı.
Yeter artık ! Aman ha ! Sakın sakın kimse devrilip giderken bizi de yanında götürmesin.
Sevgili dert ortaklarım, ne olur dinlediğiniz, takip ettiğiniz, okuduğunuz her zata bir de bu nazarla, yukarıdaki kıstaslarla bakınız…
Lütfen hem birbirimiz için duâ edelim, hem de dikkatli olalım…
Muhabbetlerimle
@MansurTurgut