Dünya sürgününü tamamlayalı bir hafta oldu. O günden bugüne yayınlanan taziye mesajlarını, hakkında yazılan yazıları okudum, yapılan programlardaki konuşmaları dinledim ve izledim. Yeminle söyleyebilirim gıpta ettim, iç geçirdim. “Benim de ölümümden sonra hüsnü şehadette bulunan bu kadar insan olur mu acaba?” diye derinden derine düşündüm. Dünyanın dört bir yanında gıyabında kılınan cenaze namazları aklıma geldi. Sayıları binleri belki de onbinleri bulan o insanların hakkında söyledikleri “iyi biliriz” nidaları kulaklarımda çınladı birden. Ömrü tabiimizi yavaş yavaş tamamlayıp ahirete doğru yaklaştığımız şu günlerde, sakallarımızdan sonra artık şakaklarımıza da düşen beyaz kılların lisanı haliyle “Ben geliyorum” dediği ölümün sesini daha yakından duymamın etkisi var elbette bu düşüncelerimde. Ali Amca, sen ne güzel bir hayat yaşamışsın böyle!
Ali Amca,
Hatırlar mısınız bilmem, sizinle ilk tanışmamız 1986 yılında olmuştu. Bizler bir grup talebe arkadaşla beraber Hocaefendi’ye talebelik yaparken sizin evinizde kalıyorduk ara sıra. Fıkıh, tefsir, hadis dersleri okuyorduk. Siz de ders halkasının dışında o dersleri dinliyor ve izliyordunuz. Gözyaşı pınarlarınız sürekli ıslak, ağlamak için adeta bahane arayan hal ve tavrınız beni size hayran bırakmıştı o zaman. Bir insan bu kadar mı mürde gönüllü ve bu kadar mı yağmur gözlü olur demiştim içimden. Manasını anlamıyordunuz belki okuduğumuz hadislerin ama biz “Kale Resulullah” dediğimiz zaman ağlama sesleri duyuyorduk arkamızdan. Dönüp arkamıza baktığımızda başınızı öne eğmiş ağlıyor görüyorduk sizi. Evet Ali Amca, can u gönülden söylenen bir Allah, bir Rasulullah sözü karşısında hemen göz yaşlarını yanaklarına salan o haliniz gözümün önünden hiç gitmiyor.
Ali Amca,
Hatırlar mısınız bilmem, 1989 yılında büyük oğlun Abdullah ile bizi İstanbul’dan sizin araba ile yaptığımız Erzurum seyahatine uğurlamıştınız. Akülü cep telefonu vardı arabada ve siz “her saat başı beni arayacaksınız” diye de sıkı sıkı tembihte bulunmuştunuz bize yola çıkmadan önce. O uzun yolculukta her saat başı aradık sizi. Bir defasında bulunduğumuz yerde telefon çekmedi, telefon çeker çekmez aradığımızda ise meraktan çatlamış bir ses tonuyla konuştunuz bizimle. “Ya kaza olduysa?” diye endişelenmişsiniz. Bir baba olarak evladınıza düşkünlüğün göstergesi diye yorumlayanlar olabilir bunu. Evet doğrudur ama daha ötesi de var; aslında o arabada bulunan bizler için, Çamlıca ve Güney Afrika’daki külliyye başta olmak üzere sizinle dirsek temas halinde bulunan her talebe ve her insan için de aynı kaygıyı taşıdınız ömrünüz boyunca. Siz herkesi kendi oğlunuz-kızınız mesabesinde görüyor ve bir babanın evlatlarına duyduğu sevgi ve şefkatle muamelede bulunuyordunuz. Bizler bunun şahidiyiz.
Ali Amca,
Hatırlar mısınız bilmem, bir defasında bana Akseki’den çıkışınızı ve peşi sıra İzmir, Bursa ve İstanbul hayatınızı kısaca anlatmıştınız. İş hayatını merkeze alan bu anlatımda ticari zekanızı, gelecek öngörünüzü, hayat şartlarının bugünü ve yarınını nasıl okuduğunuzu görmüş ve o meşhur sözle “hiçbir başarı tesadüf değil.” demiştim. Rasyonel teolojiyi yaptığım dini okumalarda merkeze koyan bir insan olarak ben bu başarının altında sizin ticari zekanızın ve gece gündüz yorulma bilmeyen bedeni çalışmalarınızın olduğunun idrakine vardım o an. Ama ya siz? Siz tam aksini söylediniz bana. “Akseki’den bir bohçayla çıktım, şimdi sahip olduğum imkanlara bak. Bunların hepsi ama hepsi Allah’ın bana lütfu ve ihsanı” dediniz. Ve ardından da hakkınızda yapılan kısa belgesel röportajında da söylediğiniz o meşhur vaadinizi anlattınız. “Madem ki Allah bana böyle cömertçe lütuf ve ihsanda bulunuyor, ben de kazancımdan şu kadar oranı O’nun yolunda harcayacak, fakir-fukara, garib-gurebaya dağıtacak ve hayır işlerine hibe edeceğim.” Oranın ne olduğunu bilmiyorum. “O benimle Allah arasında” dediniz zaten.
Fakat Ali Amca benim vurgulamak istediğim bu değil. Vurgulamak istediğim şu: bizim gibi yapmış olduğunuz hayır ve hasanata dışarıdan bakanlar insanlara “Bu nasıl bir cömertlik? Bir insan cömert olur da, bu kadar mı olur?” dedirten cömertliğinize sizin Allah’a verilmiş sözün yerine getirilmesi olarak bakmanız. Tevazu kavramına adeta tevazu dilendiriciliği yaptıracak kadar mütevazi olabilmeniz. İnsana bir kişi tevhidi bu kadar mı içselleştirebilir dedirtecek tavrınız.
Evet, biz cömertlik diyorduk, siz vazife diyordunuz. Biz sehavet diyorduk, siz görevim diyordunuz. Biz fedakarlık diyorduk, siz Allah’a verdiğim sözü yerine getiriyorum diyordunuz. Ne olur söyleyin Ali Amca, siz bu şuura nasıl erdiniz? Erdiğiniz bu şuuru 87 yıllık hayatınız boyunca nasıl korudunuz? Ve hepsinden önemlisi kazancınızın milyonlarla ifade edildiği dönemlerde bile bu sözünüzü yerine getirmeye nasıl devam edebildiniz?
Ali Amca,
Vefatının haftasına size bir mektupla hitap ettim. Neden mi? Daha iki hafta önce Sabri ve Yusuf Ağabeylerle çay-kahve içiyorduk bir yerde. Ali Rıza Tanrısever Amca ve sizi arayalım dedik. Ali Rıza Amca ile konuştuk. Hal hatır sorduk, dertleştik. Ardından sizi aradık. Telefonunuz çaldı ama açan olmadı. “Bazen duymuyor ya da istirahat ediyor olabilir, bir iki gün sonra bir daha deneriz.” dedik ama biz o denemeyi yapamadan sizin vefat haberinizle irkildik. Ukde kaldı içimde. Keşke bir daha bir daha çaldırsaydık. Keşke ertesi gün bir daha arasaydık diye içten içe pişmanlık yaşıyorum şu an. İşte bu mektup acaba o yapamadığımız konuşma ve dertleşme yerine geçer mi diye düşündüm. Onun için mektup formatında yazdım.
Mekanın cennet olsun Ali Amca. Makamın âli olsun. Uğruna varını yoğunu adadığın dinimizin Peygamberi Hz. Muhammed (sas) cennette komşun ve arkadaşın olsun. TR724.COM