Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, “Sayın Erdoğan ve arkadaşına çağrımız şudur: Önce düşünme yetisini karartan öfkelerini dizginlesinler. Sonra da kendilerine karşı dava açma hakları doğan insanlarımızdan özür dilesinler ve sövgülerini çöp sepetine atarak bundan böyle kendilerini eleştirenlere ellerini dostça uzatıp, uygarca teşekkür etsinler. Ve en önemlisi de ülkemizde iç barışı sağlasınlar.” dedi.
Prof. Dr. Sami Selçuk’un T24 için kaleme aldığı yazısında iktidara ‘geçmişte yaşananlardan ders çıkarma‘ çağrısında bulundu. Erdoğan’ın üslubunu eleştiren ve bu üslubun ülkeye hiç bir şey kazandırmadığını aksine kaybettirdiğini anlatan Selçuk’un yazısından bazı bölümleri şöyle:
“Kahredici depremle birlikte daha önce onlarca kez yaşadıklarımızı bir kez daha yaşadık, yaşıyoruz. Çünkü hiç ders almamıştık, almıyoruz da.…
Maraş depreminde, 1835’te Şili’de depreme yakalanan Charles Darwin’in deyişiyle “sağlamlığın simgesi toprak, sıvı üzerinde yüzen bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı” ve ülkemizin beşte birini çökerten yıkıcılığıyla, yakıcılığıyla her boydan insanımızı gözyaşlarına, hıçkırıklara, kısaca 85 milyonu yaslara boğdu.
Üstelik bu deprem, aylardır, hatta yıllardır “GELİYORUM” diyerek sürekli uyardı bizleri, özellikle de yönetenleri. Ünleri ülke, hatta dünya çapında olan yerbilimcilerimiz (jeolog), bu bilimlerin ülkesel ve yerel meslek kuruluşları çığlıklarını yükselttiler.
Ama bizler, onları da hiç önemsemedik. O güzel insanların bir kesimi, öğrenimleri bize çok pahalıya mal olan çoğu bilim insanlarımız da, hiç kaygı duymaksızın “giderlerse gitsinler” denilen hekimlerimiz gibi, biz sağırları alınyazımızla yalnız bırakıp seslerini daha gür duyurabilecekleri diyarlara çekip gittiler.
Doğa bilimleri şöyle der: Deprem, sel, hortum, orman yangını, veba gibi yıkımlar, “doğa olayı”dır. Bilim, nedenini araştırır, çaresini bulur; akıl da bu çareyi uygular; önlemlerini alır, onların kesinlikle üstesinden gelir.
“İLİM ÇİN’DE DE OLSA ARAYINIZ”
Tanrıbilim (ilahiyat, teoloji) de benzer doğrultuda şöyle der: Doğanın, Tanrı’nın en şerefli (eşref-i mahlukat) yapıtı insan; en yetkin yapıtı “insan beyni”dir. Bu beynin işlevi düşünmektir.
İslam dininin kitabı Kur’an, bu anlayış ve yaklaşımı, anlayabilene çok çarpıcı biçimde vurgulamış; Tanrı’nın verdiği aklı kullananları, düşünerek davrananları övmüş, düşünmeksizin davrananları uyararak onları murdar, sağır, inkârcı diye niteleyip kınamış, dahası aklı kullanmaya yardımcı olsun ve anlaşılsın diye Kur’an’ın Arapça indirildiğini belirtmiş (Bakara, 242; Enfal, 22; Yunus, 42, 100; Yusuf, 2; Zuhruf, 3) ve bu doğruları tam elli ayetinde dile getirmiştir.
Bizler ise, ne Kur’an’ı dinledik ne de “Bilim Çin’de de olsa arayınız” diyen İslam Peygamberini ve “Yaşamda biricik yol gösterici bilimdir” diyen ülkenin Kurucu Önderini.
Yaşananları ise kanıksadık. Hiçbiri artık bizleri şaşırtmıyor. Doğal karşılıyoruz.
İşte, en acıklısı da aslında bu!?
Tanrı’nın, peygamberin ve önderin buyruklarını özümseyerek uygulamaya aktaracak yerde, onları sadece din kitaplarına yazmakla ya da üniversitelerimizin duvarlarına kazımakla yahut da asmakla yetindik, yetiniyoruz. O kadar.
Hiçbirini ne önemsiyoruz ne de özümseyip yaşama geçiriyoruz.
Örneği, kendi mesleğimden vereyim. Hukuk fakültesini bitirip staja başlandığında seleflerin, yani öncekilerin halefe, yani stajyere verdiği ilk öğüt şudur: “Bilim başka, uygulama başka. Bu meslekte başarılı olup yükselmek istiyorsan, fakültede öğrendiklerini unutmalısın!?”
Bu saçma, bilim düşmanı kahredici öğüdün sonucu ise, bilimin egemen olması gereken bütün alanlarda, hukuk da dâhil, çok acı olmuştur: Başarısızlık, çöküş, insan çığlıkları, hatta depremde yaşandığı gibi insan ölümleri.
Nitekim hukukumuz açısından yirminci yüzyılın büyük zekâlarından Marc Ancel, şu belirlemeyi yapmıştır: “Zanardelli Ceza Yasası (eski TCY’nin kaynağı), Türk uygulamasında önemli yozlaşmalara uğramıştır.”
20 YÜZYILIN İLK ÇEYREĞİNDE ORTAÇAĞDA YAŞAMAK
Başarılı olsaydık, Batı hukukunu bizden çok sonra alan, ancak o hukukun ilkin bilimini öğrenip özümseyen, sonra da yasalarını bu bilime göre uygulayan Japonlar gibi dünyaya örnek olur, insanlarımızı da mahkemelerde sürüm sürüm süründürmezdik.
Başarılı olsaydık, “Deprem öldürmez, Allah öldürür. O da eceli geleni. Depremde ölenler aynı anda Mars’ta bile olsalar yine öleceklerdi” diyerek, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde ortaçağın başlarına giderek, doğa biliminde dahi “yazgıcılık” (kadercilik, fatalizm) ile “cebriyyecilik”i bütünleştirerek, akıl tutulmasıyla Tanrı’yı bile sorumlu tutup saçmalayanları bilim yuvası üniversitelerde barındırmaz, depremin nedenlerini bilimin ışığında öğrenir, Japonlar gibi doğayla dost olur, birlikte yaşamanın yollarını bulur, şimdi yaptığımız gibi kahrolup dizlerimizi dövmezdik.
Başarılı olsaydık, asla para karşılığında “imar barışı”, “imar affı” diyerek çürük “ev”lere, bir bakıma “tabut”lara; “devletin şefkatli eli”nden söz ederek, “Maraş’ta 144 bin, Malatya’da 88 bin, Hatay’da 205 bin yurttaşımızın sorununu çözdük” diye bayram edip övünerek vermez, ölüme çağrı yapmazdık.
Başarılı olsaydık, asma köprüde halatın kopmasından kendisini sorumlu tutarak Mühendis Kishi Ryoichi gibi kendi canına kıyan şerefli, ahlaklı insanlar yetiştirirdik.
Peki, onca yanlış ve ölümlere karşın, bırakın ölümü göze almayı, görevini bırakanlar var mı bu ülkede?
Hiç yok.
Oysa böyle bir deprem Avrupa’da, Japonya’da yaşansaydı, ülkeyi yönetenlerin hepsi siyaset etiği gereği kesinlikle çekip giderdi.
Çekip gitmek bir yana, bizimkiler, şimdi de yazgıcı (fatalist), cebriyyeci bir yaklaşımla “Tanrı’nın takdiri, yazgı” gibi, sadece bilime değil, İslam’a da ters düşen sözlerle ya kendilerini avutuyor ya da bütün sorumluluğu Tanrı’ya yüklüyor yahut da “bilim sizi uyardı” diyenlere şükran duyacak yerde, en yetkililerin ve sorumluların ağzıyla ağız dolusu sövüyorlar.
BİLİMSEL UYARILARA KULAK TIKIYORLAR
Bununla da kalmıyorlar. İslam’ın “dan-ı-ş” buyruğunu ve dillerin en güzeli olan Türkçemizin en anlamlı “tar-t-ış” kavramını dışlayarak, yani karşımızdakilerin düşüncelerini ve sözlerini tartıp değerlendirdikten sonra, ürettiğimiz işteş eyleme göre görüş üretecek yerde, sürekli karanlık bir odada hiç bulunmayan bir kediyi arıyor, tıpkı faiz sorununda olduğu gibi, çevremizdekilerin bilim ve bilinç dışı alkışları arasında aylardır “çaresini buldum, buldum” diye çığlıklar atıp duruyor, şimdi de yer sarsıntısı üzerine “deveni sağlam kazığa bağla, sonra Tanrı’ya güven” diye buyuran hadise karşın “yazgı, kader” deyip işin içinden sıyrılıyorlar.
Oysa bilimle uğraşanlar, bir yazarın sözleriyle, ilkin karanlık odada olmayan kara bir kediyi arayarak ne metafizik, ne de var olan kediyi arayarak felsefe yaparlar. Onlar sadece ve sadece “BİLİM” yaparlar. Sözgelimi, Japonlar, beşik gibi sürekli sallanan topraklarında, bilime danışarak, binalarını bile beşiğe dönüştürüp, o alınyazısını aşmışlardır. Çünkü onlar, karanlık odada ellerinde o odayı aydınlatan “bilim feneri”yle kara kediyi arayıp bulmuşlardır. O bilim feneri ki, herkese sürekli şunları söyleyegelmiştir: “Faizi düşürürseniz, enflasyon şaha kalkar” ya da “doğanın yapısını gözetmezseniz, doğa, deprem sizi yıkar.”
Dinledik mi? Hayır.
Böyle bir toplumda, elbette güzelim “tar-t-ışma” sözcüğü ve etkinliği de, yararsız olduğu denli acımasız, tiksindirici, öğürtücü bir “söv-üş-me”ye dönüşecektir.
Nitekim dönüşmüştür de.
Evet, bizler, yukarıda belirttiğimizi gibi, bilimsel düşüncelere ve hukuka her zaman karşı çıktık. Bugün de öyle. Yirmi birinci yüzyılda bile bankaların hiç bulunmadığı yedinci yüzyılda ve sekiz ya da on bin insanın yaşadığı bir kent için kotarılan hukukun, fıkhın, bunun ürünü olan Mecelle’nin “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” (Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi yadsınamaz, madde, 39) hükmünü bile çiğneyerek ve de İslam Fıkhının kimi bilginlere göre aşırı faizi (riba) yasaklayan hükmünü, buyruğunu “nass, bu nass” diye, her zaman olduğu gibi, yeterince öğrenip incelemeksizin savunarak; Anayasa’nın laiklik ilkesine ters düşme pahasına, yıllardır hem kendimizi, hem de halkımızı aldattık.
KEDİSİNE KARŞI ÇIKAN HERKESE SÖVÜYOR
Dahası, bunları dile getirenler karşısında ülkemizin en yüksek makamında oturan ve bu yüzden de her insana saygı duyarak örnek olması, insanlarımızı dostça kaynaştırması gereken saygın kişinin dili çok, ama çok üzücü olmuştur.
Görüşlerine karşı çıkan herkese “çapulcu, sürtük, terörist, geri zekâlı, haysiyet fukarası, sefil, zavallı, gafil, çürük, eşkıya, haysiyetsiz, onursuz, sanatçı müsveddesi, edep fukarası, ahlaksız, haysiyet celladı, kan emici …” vb. sözlerle sürgit sövmüştür.
“Kindar nesil”den biri olarak, en acılı günlerimizde deprem nedeniyle eleştirenlere “ŞEREFSİZLER!..” diyerek “eşref-i mahlukat”ın şerefini yüceltecek yerde, Tanrı’nın en yetkin yapıtını, yani “insan beyini,” dolayısıyla Federal Almanya Anayasası’nın ilk maddesinde saygınlığına dokunulamayacağı belirtilen “insan şerefi”ni örseleyip aşağılamıştır.
Katlanılamaz ölçüde üzücü bir duruştur, bu.
Siyasal yaşamı çelişkilerle dolu, bu yüzden inanırlığını yitirmiş, TBMM’ye girebilme kaygısıyla Ata’ya “ayyaş” diyenlerin eteğine yapışmış küçük ortağının başı da, hiç ondan geri kalmıyor: “Akbabalar, kanı bozuklar, haşaratlar, işbirlikçi sefiller, simsarlar, müfteri ve müfsitler, izansızlar, menfaatperestler, aymazlar, asalaklar, alçaklar, sahtekârlar, mikroplar!..” (14.2.2023 Parti Grubu konuşması)
Evet, bu kınanası, utandırıcı, çirkin sözleri, sözde demokrasi yarışındaki Türkiye’yi, yani bizleri yöneten Müslümanlar söylüyorlar.
Dikkat ediniz, lütfen. Pişman olup, tartıp “tar-t-ış-mak” şöyle dursun, ikisi de, sövüp “söv-üş-mek”te, hem de yandaşlarının şiddetli alkışlarıyla yıllardır toplumu germekte yarışıyorlar.
Ve bu sözleri, elbette yalnızca 85 milyon yurttaşımız, ahlaksal eğitimlerinden sorumlu olduğumuz küçüklerimiz, torunlarımız değil, bütün dünya âlem duyup, seyrediyor.
Artık onlar sayesinde bizler, uzun süredir “SAĞLIKLI TARTIŞMA TOPLUMU”nda değil, “HASTALIKLI SÖVÜŞME TOPLUMU”nda yaşıyoruz.
YÖNETENLER DE HUKUKA UYMAK ZORUNDA!
Onlara her şeyden önce hemen şu dört şeyi anımsatmak isterim. Birincisi, oturdukları gelip geçici makamların kendilerine ortak aklı toplumda egemen kılıp hem yurttaş bilinci ve hem de inançlar açısından örnek olmaya ve herkesi kucaklamaya zorladığını; ikincisi, dün de, bugün de, oldum olası bunu hiç mi hiç başaramadıklarını; üçüncüsü, bu sözler üzerine mağdurların dava açma haklarının doğduğunu ve kendilerinin birer sanık adayı olduklarını; dördüncüsü de yönetenlerin hukuka uyma konusunda örnek olup sanık adayı olmaktan kaçınmaları gerektiğini.
Sonra da, aşağıdaki bilgileri de kendilerine iletmek isterim.
Bu sözleri duyduğum zaman, yukarıda değindiğim gibi, ilkin Kur’an’ın kesin buyruğu aklıma geldi: “Danışıp görüşün (istişare, müşavere edin), Âl-i İmrân, 159; Neml, 32; Şûra, 38).
Hemen ardından da Müslüman olarak yüksek sesle “buğz etmeyiniz” diyen (Âl-i İmrân, 118; Hûd, 85, 116; Mâide, 64, 91; Ra’d, 25; Nahl, 88; Şuârâ, 183), “gönül alıcı sözü, tatlı dili” kutsayan (İsrâ, 28; Nisâ, 5) ayetlerle Hz. Muhammet’in sözel sünnetini anımsadım: “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle düzeltin. Buna gücünüzü yetmezse dilinizle düzeltin. Buna da gücünüz yetmezse İÇİNİZDEN BUĞZ EDİN. Ama unutmayın. Bu sonuncusu, imanın en zayıf halkasıdır.”
Sonra da Yusuf Has Hacib’in ( 1017-1077) bin yıl önce dediklerini anımsadım: “Sen halkı belâdan, zulümden koru, iyilik yap; elinle ve dilinle halkı sevindir (…) düşmanlık besleyip kin gütme (…) Eğer ebedî beylik istiyorsan, adaletten ayrılma!”
Bunlarla da yetinmedim. Bundan tam 724 yıl önce Şeyh Edebali’nin damadı Osman Gazi’ye verdiği öğütleri anımsadım: “Ey Oğul, Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, katlanmak sana. Yanılmak bize, hoş görmek sana. Çatışmalar bize, adalet sana. Kötü söz, haksızlık bize, adalet sana. Bölmek bize, bütünleştirip birleştirmek sana. Ey oğul! Sabretmesini bil. Vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu unutma! İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın! Yükün ağır, işin çetin, gücün ise kıla bağlı.”
Çok, ama çok doğru, çok da düşündürücü değil mi?
Şeyh Edebali bile, on dördüncü yüzyılda çağcıl (modern) toplumlarda hukukun da, devletin de insan için olduğunun; insanın, hukuk ve devlet için olmadığının ayrımına varmış.
Burada bir zamanlar bu özgürlük yokluğunun mağduru ve hükümlüsü olan cumhurun sayın başkanına; sonra da onun elinden tuttuğu partinin dün söylediklerinin bugünlerde tam tersini söyleyen, “Atatürk, kırmızı çizgimizdir” dediği halde Ata’ya “ayyaş” diyen ortağına, Fransa’da ömür tüketmiş bir düşünürün, bundan 431 yıl önce 59 yaşında ölen deneme yazarı Montaigne’in (1533-1592) sözlerini de armağan etmek isterim.
…
Demek, sövenleri destekleyen bizler, bugüne dek hiç kimseyi, hatta Kur’an’ı da, Hz. Peygamberi de dinlememiş, “imanın son halkası”nı bile umursamamışız.
Cumhurun sayın başkanının da bu konudaki görüşlerini, düşüncelerini sövmeksizin, insanları düşmanlığa kışkırtmaksızın sözle, yazıyla dile getirdiği zaman, Ata’yı bile eleştirse, bu özgürlüğünü bir hukukçu olarak sonuna dek her zaman savunmak elbette görevimizdir. Nitekim bu görüşlerimizi, az çok demokrasi eğitimi almış biri olarak, 1999 “yargılama yılı açış konuşma”sında halkımıza duyurmuştuk. O konuşma yurt dışında da gündem olmuş, umutlar yaşatmıştı. Zira “kenetlenmiş dişlerle özgürlük türküleri söylenemez”di (Alfonsa Reyes).
…
Atatürk, devrimler uğruna zorunlu bir diktatör olduğunun bilincindeydi. Ama tarihe böyle geçmek istemiyor, en yakın çocukluk arkadaşı A. Fethi Okyar’a bir parti kurduruyordu. Ancak bu deneme düş kırıklığıyla sonuçlanmıştı. Bu yüzden Duverger, bir kaçınılamaz (zoraki) diktatör olan Atatürk’ün demokrasinin alt yapısını hazırlamak için kurduğu partisinin gelecekteki hedefinin demokrasi olduğunu belirterek, onu öbür partilerden özenle ayırmıştır. Demek, bir Fransız bile Ata’nın gelecekteki hedefini iyi kavramıştır.
DİLERİZ BU KEZ DÜŞ KIRKLIĞINA UĞRAMAYIZ
Bu öykünün asıl kahramanları, o değil, şimdilerde dizlerini döven bilinçsiz çocuksu Atatürkseverlerdir.
Bunun o siyasetçiye kötülük mü, iyilik mi getirdiğini bilmiyorum. Ama ülkemize hiç de iyilikler getirmediği artık gün gibi ortada.
Sözgelimi, yaptığı yollarla övünüyordu, bizler de alkışlıyorduk. Ama sonraları anladık ki, torunlarımızın çocuklarını bile borçlandırma pahasına yapmış bütün bunları. İşte o günden beri de “Düyun-u Umumiye”yi hortlatır kaygısıyla yaşamaya başladık.
Zaman oldu. Laiklikten yana göründü. Ama her cuma, dinsizlerin, başka din ve inançtan olanların da başkanı olduğunu unutarak, özel arabasıyla gidecek yerde, Cumhurbaşkanlığı forsuyla, resmi arabalarla, sayısı bini aşan korumalarını da yanına, yöresine alarak âlây-ı vâlâ ile camilere gitti; Osmanlı padişahlarına özenip cuma selamlığını, alayını gerçekleştirdi.
Zaman oldu. Laiklik ilkesini anayasal boyuta taşıyan bu devletin kurucusuna doğru dürüst bir dünya görüşü ve bilgisi olmayanların çaresizliğiyle sövdü.
Oysa aşağıladığı o Büyük Önder şöyle demişti: “Yaşamda en doğru yol gösterici, bilimdir.” Daha bitmedi. Şunları da eklemişti: “Benim görüşlerim ile bilim arasında bir çatışma görürseniz, beni değil, bilimi izleyin.”
O ise, yukarıda belirttiğim gibi, sadece bilimsel düşüncelere değil, Fıkhın, Mecelle’nin hükümlerine bile karşı çıktı.
Üzülüyoruz, elbette bunları yazarken.
Kınanası sözleri kendisine anımsatıldığında bile “Eyvah ki eyvah! Meğer ben neler söylemişim!?” diye üzülecek yerde, yine hiçbir değişme görülmedi, görülmüyor.
Ancak biz, bu satırları, Tanrı’nın “akıl” ile donattığı insanların pişmanlık duyarak halkımızı bir “SAĞLIKLI TARTIŞMA TOPLUMU”na dönüştüreceği umudu ve inancıyla kaleme aldık. Çünkü tartışan toplumları, ne savaşlar yıkabilir ne de depremler.
Köşesine çekilmiş bir bilim ve hukuk insanı, bir yurttaş olarak elimizden ancak bunları dile getirmek geliyor.
Dileriz, bu kez düş kırıklığına uğramayız.
Sayın Erdoğan ve arkadaşına çağrımız şudur: Önce düşünme yetisini karartan öfkelerini dizginlesinler. Sonra da kendilerine karşı dava açma hakları doğan insanlarımızdan özür dilesinler ve sövgülerini çöp sepetine atarak bundan böyle kendilerini eleştirenlere ellerini dostça uzatıp, uygarca teşekkür etsinler.
Ve en önemlisi de ülkemizde iç barışı sağlasınlar.
Aslında barışı sağlamak, onların dünyaya ve topluma karşı “ÖZGÖREV”leridir (misyon)