Bulent Korcu-TR724.COM
Son çivi metaforu sık kullanılır oysa çoğu zaman ilk çivi daha önemli ve belirleyicidir. Erdoğan Rejiminin kuruluşunda ilk çiviyi kim çaktı sorusuna benim cevabım Sabih Kanadoğlu. Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adam düzeni yola çıkarken sanılanın aksine 28 Şubat’tan daha çok 367 Krizinden nemalandı. Refah Partisi’nin kapatılması ve Necmettin Erbakan’ın siyasi yasaklı hale gelmesiyle sonuçlanan Postmodern Darbe’den farklı olarak, 367 Krizinde daha çok insan kendini tehdit altında ve mağdur hissetti. Karşılığını 22 Temmuz 2007 seçimi ve aynı yılın 21 Ekimindeki referandumda buldu. O net irade beyanını da anlamak istemeyenler tehditkar tavrı sürdürerek Erdoğan’a, demokrasiyi, hukuku ve Avrupa Birliği sürecini askıya alma imkanı sundu. Demokrasi Treninden ineceği istasyona geldiğini gören AKP Lideri, fırsatı tepmedi ve ilmek ilmek bugünkü Türkiye’yi örgüledi.
Kaderin ilginç bir cilvesi olarak 28 Şubat günü hayata gözlerini yuman Kanadoğlu’nun bu ülkeye iki büyük kazığı var: Osman Can’ın hukukçu, Erdoğan’ın ise demokrat sanılmasına yol açtı. Dayattığı ama savunamadığı arkaik hukuk söylemiyle ikonlaştırdığı Can’ın boyaları daha sonra döküldü. Erdoğan’ı tatmin edecek fetvalar üretemediği için koltuğu Mehmet Uçum’a kaptırdı. Elbette asıl büyük kazığı Recep Tayyip Erdoğan’a Calut’u öldüren Davut rolü bahşetmesiydi.
Siyasete diğer müdahalelerden 367 Krizini ayıran yön, halkın kendini hedef tahtasında görmesiydi. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül hatta 28 Şubatta bile darbeciler, halkı değil yoldan çıkmış siyasileri cezalandırmak istedikleri mesajı vermeye çalışmıştı. Toplum da korkuyla karışık biçimde de olsa darbecilere hak vermişti. En azından iki tarafta böyle görünmesini tercih etmişti. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını engelleme sürecinde ise düşman ‘başörtülü eş’ti. Çankaya’ya yakıştıramadıkları Abdullah değil Hayrunnisa Gül’dü.
Kanadoğlu’nun o gün de çok anlaşılmayan karmaşık formülü şuydu: TBMM’nin cumhurbaşkanı seçmek için yapacağı oturumların toplantı yeter sayısı da 367’den az olamaz. Şayet olursa Meclis toplanmış sayılamayacağı için 3. Ya da 4. Turda daha düşük oylarla gerçekleşecek seçim geçerli olmayacaktı. Daha doğrusu o turlara geçilemeyecekti. Anayasa Mahkemesi, Meclis’in kanunlarını denetliyor ancak kararları görev alanına girmiyordu. Bunun yolunu ise kararı bir içtüzük değişikliği olarak yorumlamakta buldular. İçtüzük değişikliklerini de sadece usul açısından inceleyebiliyordu. Konu böylece uzayıp gidiyordu. Uzmanların bile anlamakta zorlandığı tartışmayı halk umursamadı.
Hukuk tekniği ve Anayasa açısından tartışma kabul etmez bir kurnazlıktı yaptıkları; ama daha önemlisi sosyolojiyi ıskalıyorlardı. Siyasi kimliği olmayan bir kadını, bir eşi başörtüsünden dolayı linç ediyorlardı. Bunun tokadını hem seçimde hem anayasa değişikliği referandumunda yediler. Akıllandılar mı? Tabii ki hayır… 27 Nisan bildirisi ve kapatma davasıyla tüy diktiler.
Erdoğan’ın Makyavelist fetvacısı Hayrettin Karaman mı daha çok işine yaramıştır yoksa seküler hukuk sihirbazı Sabih Kanadoğlu mu derseniz; bence açık ara ikincisi. Zira kemik tabanında ikna ve rıza üretme sorunu zaten yoktu. Merkez seçmen için böylesine absürt ve zorba bir ortak düşmana ihtiyacı vardı. Kanadoğlu bunu sağladı ve Erdoğan Rejiminin temel harcını kardı.