Sandığa ilk olarak 32 yıl önce Eskişehir’de gitmiştim.
1991 genel seçimleri için.
19.dönem milletvekilliği seçimiydi.
Vatandaşlık görevimin ilk sandık heyecanımdı.
***
Tepkinin verdiği hışımla sandığa varmıştım.
Bu tepki, sevgi duyduğum Özal’a karşıydı.
Merhum Özal, 1989’da ilk sivil Cumhurbaşkanı olunca çok sevinmiştim.
Çünkü, Çankaya Köşkü’nde ilk sivil Cumhurbaşkanıydı.
Doğu’ya bakıp, ülkeyi Batı’ya sürüklemeye çalışan liderdi.
Çankaya’ya çıkınca, Anavatan’ın başına muhafazakâr gelenekten gelen, Başbakan Yıldırım Akbulut‘u oturtmuştu.
Zaten doğru olanı buydu, zira muhafazakâr seçmenin oyuyla hep iktidardı.
Onun için muhafazakâr seçmeni hep ‘çantada keklik’ olarak gördü, Özal.
Ama katı laik ve liberal, donuk ve tutuk konuşmalarıyla havsalamızda yer edinen Mesut Yılmaz’dan yana direksiyon kırdı.
Semra Hanımın da etkisiyle ANAP kongresinde Yıldırım’a karşı, Yılmaz’a ANAP’ı teslim etti.
İşte, ilk seçmen heyecanımı tepki oyumu, haksızlığa karşı böyle kullandım.
Aslında Özal’ın bu adımı, Anavatan efsanesinin çöküşünü de beraberinde getirdi.
Nitekim, Mesut Yılmaz, ANAP için Özal’dan sonra tam bir çöküş hikayesi yazdı.
Değişim ve dönüşümün partisi ANAP, Yılmaz’la statükoya, devletçi bir anlayışa teslim oldu.
Sonra da zirve yaparak, 28 Şubat’la da Özal çizgisinden hayli uzaklaşan bir partiyle, siyaset tarihinden silindi.
***
1992’den sonra Kazakistan ve Orta Asya’ya revan olduk.
Yurtdışı serüvenimiz başladı.
Böylece sandığa gitme heyecanımız ilk ve son oldu.
Ta ki 367 garabeti, yani 11.Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar.
Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 2007’de dolmaktaydı.
Seçime, başörtüsü ve laiklik tartışmaları gölgesinde giriliyordu.
Bugünkü Saray rejiminin nefret ve bölücü söylemleri kadar olmasa da, meydanlar toz dumandı.
Laik anti-laik, irtica hortlatılmıştı adeta.
‘Cumhuriyet mitingleri’ gırla gidiyordu.
Eşi başörtülü bir ismin Çankaya’ya çıkmasını istemiyordu, “Beyaz Türkler!”
Yargı ve asker cephesi ateşli havayı ayrı harlıyordu.
Mermi gibi açıkmalar ve muhtrılar uçuşuyordu.
Çatık kaşlı, şahin bakışlı Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Abdullah Gül’ü Çankaya’ya göndermeme hususunda ant içmişti sanki.
Seçim tam bir sarmal haline gelmiş, 367 garabetiyle bariyerler örülmüştü.
Yurtdışında oy kullanma imkânımız olmadığı için, Azerbaycan’dan giderek, Atatürk Hava Limanı’nda tepki oyumu kullanmıştım.
O dönemdeki ceberrut anlayışa, anamızın ak sütü gibi helal olan oyumuzla tepki göstermiştim.
Dönüp geriye baktığım zaman, elbette pişlanlık duyduğum noktalar var.
Zira bugün bu kadar yapılan tüm adaletsizliklerin temelinde Abdullah Gül’ün imzası var.
Erdoğan’ın kin ve nefret dolu planlarını Cumhurbaşkanıyken imzaladı o, şimdi de dilsiz şeytan rolünde izliyor zulümleri.
Onun için Gül’e oy verdiğim için bin pişmanım.
Ama adaletsizliğe ve baskıya karşı tepki oyumu kullandığım için ise asla.
Asla pişmanlık duymadım, duymuyorum.
***
Ardından, Kafkasya coğrafyasından, Avustralya’ya geldim.
10 yılı geçen bir süreden beri buradayız.
Bu şerefli ülkenin pasaportunu gururla taşıyorum.
Her iki ülkemi seviyorum ve oy kullanıyorum.
2014’de Türkiye için yurtdışında ilk oy verme kararı alındı.
Yaklaşık 2,5 milyon seçmen yurtdışından oy kullanır oldu böylelikle.
Mevcut tek adam rejiminin Hizmet Hareketi mensuplarına topyekûn başlattığı tek taraflı savaşla, 2014’te tepki oyumu kullanmıştım.
Binler şükür ile ifade edeyim ki, şu anki diktatöre ve onun partisine hiç oy vermedim.
İyi ki vermemişim.
Verseydim bin kahır ile yatar kalkardım.
Bu arada ‘bizi Avrupa trenine bindirecek’ yalan ve palavralarına kandığımız ilk iki döneminde AKP’ye oy vermesem de, bugünkü ‘Zulüm Rejimi’ne, kelam ve kalemimle verdiğim destekten dolayı elbette günahım çok.
Ama ‘Biz de Avrupalılar sınıfında daha güzel ve refah süren bir millet oluruz’ duygusuyla verdiğim destekten dolayı da nedamette bulunmuyorum.
Devam edelim, tepki oylarıma…
***
Sonra 2018’deki Cumhurbaşkanlığı seçimine sıra geldi.
Selahattin Demirtaş’ın da aday olduğu adaletsiz bir yarış yeniden başladı.
Türkiye tarihinin tutuklu ilk ve tek cumhurbaşkanı adayıydı, bugünkü popüler ifadeyle Selo!.
Bu seçimde olduğu gibi; yine demir parmaklıkların ardından kampanya yürütüyor(du), günümüzde olduğu gibi…
Bu hak tanımaz, hukukuz rejime tepki için oyumu Sydney’de Demirtaş’a verdim.
İyi ki vermişim.
Espri doluydu, elinde bağlamasıyla, “Ben çaldığımı söylüyorum, onlar da çaldıklarını söylesinler.” diyerek, yiğitçe sözlerini sıralıyor, zalimlerden esirgemiyordu söyleyeceklerini Selo Başkan.
***
Ve bugün nihayet ülkemiz çok tarihi bir süreçten geçiyor.
Epey hayatî bir seçimle karşı karşıyayız.
Ya ülkeyi soyup soğana çeviren, adaleti ve hukuku ayaklar altına alan, kaç ayaklı olduğu belirsiz, türlü değnek koltuklarına yaslı Erdoğan Rejimine oy vereceğiz veya Kemal Kılıçdaroğlu’na.
Kılıçdaroğlu’nun mezhebini, meşrebini, memleketini dilini, Demirtaş’ı meydanlarda bu seçim meydanlarında Selo diyerek, aşağıladığını zanneden, etnik aidiyetini diline dolayan, ülkenin başına musallat olan hak ve hukuk tanımaz bu Zat’a (!) inat tercihte bulunacağız.
Bu diplomasız ve saygı ve sevgiden mahrum Zat’a (!) inat, Pazar günü tepki oyumu attım.
Alevi halkına, saygısızca, nezaketsizce dil uzatan rakibine tepki için Kılıçdaroğlu(!) dedim.
Sadeliği, dürüstlüğü evindeki mutfağından belli olan ‘Gandi Kemal’e oyumu verdim.
Tek temennim, Millet ittifakı, bu tercihte bulunduğumuz için pişman ettirmez ve bugünleri bizlere aratmaz.
Şu garipliğe bakar mısınız?
Dersimli Kemal’e, Alevi (! ) Elaziz- Palo’lu Zaza Selo’ya “bu Kürt bile değil” diyerek, meydanlarda Irk üstünlüğünü kutsayan, nefret dilini körükleyen Zat’ın kendisi Türk değil!
Erdoğan’ın bu nefret dili sadece ülke içinde değil, dünyanın ucu sayılan, Avustralya’ya kadar itici bulunuyor. Bir önceki dönem Liberal Partili Avustralya Federal Başbakanı Scott Morrison, dün gakşam Sydney’de, Yahudi Konseyinin düzenledği ‘İsrail 75. Yıl’ gecesinde, ayaküstü sohbeti sırasında: “Erdoğan’la hiç anlaşamadım”diyor. İçte ülkeyi 20 yıldır yöneten Erdoğan’ın, gökkuşağı gibi zengin Anadolu’yu nefretdoluya çeviren hizmeti(!). Ve işte Hint Okyanusu’nun kıyısındaki Çokkültürlü ülkenin ve dünyanın kıskandığı (!) lider, Erdoğan’la olan ilişkileri!
***
BAY KEMAL VE ZAZA SELO!
Peki oy verme tembelliğini göstererek, sandığa gitmezsek ve bu düzen böyle devam ederse,15 Mayıs’ta nasıl bir Türkiye ile uyanırız?
K.Kore’ye kadar gitmeye gerek yok.
Yanıbaşımızdaki kardeş ülkeler Özbekistan, Azerbaycan veya Türkmenistan bakmak yeterli.
Nasıl mı?
Ya kardeş ülke Azerbaycan ve Türkmenistan gibi ‘babadan oğula’ geçen bir yönetime verilir Türkiye.
Veya geçen gün Özbekistan’da olduğu gibi; anayasa değişikliğiyle 2040 yılana kadar ‘ebedi prezdent’lik dönemine geçeriz. Kerimov’un halefi Şevket Mirziyoyev gibi, Erdoğan da ülkenin koltuğunda ölene kadar kalacak.
Tercih sizin…
***
FIKRA AMA GÜNMÜZÜN GERÇEĞİ Mİ?
Fıkra mı, yoksa gerçekten yaşanmış mı kesin bilmemekle birlikte, diktatörlüğün hâkim olduğu bir ülkede geçtiği rivayet edilen bir hadise.
Eğer demokratik bir bilinç galip gelip uyanmazsak, bizim için hikâye edilmiş varsayın anlatılanı.
Olay şöyle:
Ülkenin başındaki diktatör yönetici, bir et pazarına ziyarete gider.
Pazarı tertemiz ve çok düzenli olarak görür.
Adamları ile gezerken rastgele bir kasabın tezgahına varır, şöyle bir diyalog geçer kasapla aralarında:
Diktatör lider, “Etlerin fena değil, işler nasıl gidiyor ?” diye sorar.
Kasap, “Genelde iyiydi ama bugün bir kilo bile satamadım.”
Diktatör Lider, “Neden?”
Kasap, “Siz ziyarete geldiğiniz için müşteriler pazara alınmadı efendim.” der.
Diktatör Lider, ”O zaman ben alayım, bana 4 kilo şuradan tart.” diye karşılık verir.
Kasap, “Hayır efendim satamam.” itirazında bulunur.
Diktatör Lider, nedenini sorar.
Kasap, “Siz geleceksiniz diye tüm bıçaklarımızı topladılar.”
Diktatör Lider, “Bıçak olmasa da olur, bana şu parçayı ver bakayım.”
Kasap, “Olmaz efendim.”
Diktatör, “Neden?”
Kasap, “Çünkü ben kasap değilim, silahlı polis timinden bir askerim.”
Diktatör, sinirli bir şekilde, “Git bana Polis Müdürünü çağır.” der.
Kasap, “O da karşıdaki masada balık satıyor.” diye karşılık verir.
Kıssadan hisse…
Dört yanın sarılı, nefes alamayacak şekilde kıstırıldığının farkındayım aziz okur kardeşim, bu son şansın olabilir.
Sandığa git, ikna ettiklerini de yanına katıp, öyle git… e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au
Not: Sandığa gitmemizin ikinci önemli nedeni ise; önümüzdeki yazıda.