TARIK TOROS-TR724
Seçimin en çarpıcı sonucu, “muhalefet terör örgütleriyle işbirliği içinde” söyleminin nasıl etkili olduğunun anlaşılması oldu.
Bunu muhalefet de seçimden sonra anladı.
Oysa, rejimin münasip gördüğü “terör örgütleri” ve “onlarla iltisaklı” grup ya da partilerle arasına mesafe koyarak bunu hallettiğini düşünüyordu.
Muhalefet, iktidarın “bunlar terörist” ithamının altında kıvranırken…
İktidar gitti buz gibi terörle iltisaklı partiyle işbirliği yaptı, sol gösterip sağ çaktı.
**
Şunu seçim ertesine bırakmanın lüzumu yok:
Doğru strateji, kimin ne diyeceğine bakmadan insan hakları ve hukuku esas almak, tüm mağdurların sesi soluğu olacağını cümle aleme ilan etmekti.
İktidar gene aynı propagandayı yapacak, bugün aldığından farklı bir netice almayacaktı nasılsa.
KHK’lıları, Kürt seçmeni, kayyım kisvesi altında politik ve ekonomik gaspı, içerideki emzikli kadınları, siyasi tutukluları… Kısaca ve özetle, tüm ezilenleri “insan hakları ve hukuk” şemsiyesi altında toplamak çok kolaydı.
Yapmadı bunu.
Bırakın onu, “Demirtaş ve Kavala hakkında AİHM kararları uygulansın” bile diyemedi.
Ortak mutabakat metninde bu konuda soyut bir cümle var sadece, başka yok.
**
KHK’lılara bir parantez açayım:
Sözüm ona destek veriyor gibi görünürken, “yargıda beraat etmiş olanları görevlerine iade edeceğiz” tuhaflığına imza attılar.
Tüm muhalefet liderleri böyle dedi.
Rejim yargısının kararıyla iş tutulur mu?
Yüzde yüz eminim: Bırakın tutsakları, onların dışarıdaki yakınlarına yardım ediyor diye tutuklananları görüyor ve bunu onaylamıyorlar.
“Aman üzerimize bir şey sıçramasın da suhuletle şu tüneli geçelim.”
Duyguları buydu, halen de öyle.
O tünel, 14 Mayıs’ta başlarına çöktü.
Şimdi yolu açabilecekler mi, izleyip göreceğiz.
**
Seçimin mühim bir sonucu da toplumun en az yarısının iktidardan nefret ettiği ve kurtulmak istediği gerçeği.
Devlet gücüyle ağır propaganda ve tüm bürokratik araçlarla şiddetli baskıya rağmen seçmenin yarısının “düş babam artık düş yakamızdan” kertesine gelmesi, mayanın tutmadığı manasına gelir.
Kalan yarıyı ise kınamamak, suçlamamak icap eder.
Bilmiyor, bilmediğini bilmiyor, bilmek de istemiyor.
Şu kulaklarım 10 yaşında bir kız çocuğunun kameraya, “Kılıçdaroğlu buraları patlatacakmış” dediğini duydu ya, daha ne diyeyim.
Derdimiz o çocuğu ve onu yetiştiren anne-babasını aydınlatmak…
Onlara nasıl ulaşabiliriz? Buna kafa yormalıyız.
O hanelere girmenin yolunu bulacaksınız.
Tek başına internetle, televizyonla olmuyor bu.
**
14 Mayıs’tan sonra “terörle arasına mesafe koymayı” ihmal ettiğini düşünüp…
O panikle rasyonel olmayan adımlar atan muhalefetin tavrı, oy verenleri ikiye böldü.
Kimi, “Bu konuda tam yetkilisin, Erdoğan’ı yollamak için elinden geleni ardına koyma” derken…
Kimi, “Kulaklarıma inanamıyorum, böyle mi dedi. Gitmiyorum sandığa” diye sitem etti, ediyor.
**
Şu ara sıkça ifade edilen ve benim de yakın durduğum görüş şu:
“Mükemmel diye bir şey yok, kötünün iyisine oy verelim. Hatta mevcutlar arasında en az kötüyü seçelim.”
Fakat buna da karşı çıkan “ortada iki seçenek yok ki” diyenleri gördüm.
Pek öyle değil.
Bugün ülkede “Erdoğan kültü” diye bir olgu var ve bu 2002 yılında başlamadı, 1994’ten beri böyle.
95-96 yıllarında Refah Partisi muhabiriyken, taze belediye başkanı Erdoğan’ın, aynı ortamlarda dönemin başbakanı Erbakan’dan daha coşkulu alkış aldığını gördü bu gözler.
O günden belliydi gümbür gümbür geldiği.
Geriye doğru 30 yıllık bir süreçtir bu.
**
Bugün Erdoğan giderse yerini dolduracak başka insanoğlu yoktur, buna adım kadar eminim.
Ve Türkiye, 29 Mayıs pazartesi sabahına hangi sonuçla uyanırsa uyansın, 1-2 yıl sürecek çalkantılı bir sürece girecek.
Mücadele bunu daha az hasarla atlatma mücadelesi, öyle bakıyorum.