15 Temmuz’un Türkiye’den uzakta yaşamaya mecbur ettiği on binlerce kişiden yalnızca biri Prof. Dr. Suat Yıldırım. İsmi kara listede olduğu bahanesiyle yazdığı eserler toplatıldı, makaleleri kitaplardan, Diyanet İslam Ansiklopedisinden çıkarıldı, en önemlisi de kaleme aldığı Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali yasaklandı. Prof. Suat Yıldırım başına gelenleri ve Cumhuriyetin hemen her döneminde mağdur edilen ailesini, anılarını topladığı Çağın Bir Şahidinden adıyla kitaplaştırdı. Türkiye’nin yakın dönemine ışık tutan kitap, kendisinin akademik dünyada gördüklerini ve pek çok muteber ilim adamıyla kurduğu dostlukları anlatıyor. Prof.Dr Yıldırım https://boldmedya.com/ dan Erkam Emre’nin soralarını cevapladı.
Vatanınızdan ayrıldıktan sonra uzun bir müddettir buradasınız. Hayatınızdan memnun musunuz? Nasıl bir çevre ile karşılaştınız Kanada’da?
Göçmenleri karşılaması yönünden kolaylıklar var bu ülkede. Hem de burada bizim hizmetle irtibatlı, daha önce gelmiş olan arkadaşları bulduk. Onlar bizi güzel bir şekilde karşıladılar. Her türlü işimizde yardımcı olacak çevreyi bulduk çok şükür. O bakımdan kısacası sevdik diyelim.
DEDEM İSTİKLAL MAHKEMESİ TARAFINDAN TUTUKLANMIŞ, SÜRGÜNE YOLLANMIŞ
-Malum siz de buraya başınıza gelen haksız süreçten etkilenerek geldiniz. Fakat bu duruma aile büyüklerinizin de başına gelmiş. Biraz bahseder misiniz gençliğiniz ve ailenizden?
Babam Diyabakır’ın Ergani ilçesinde kendi çapında ticaretle uğraşan biriydi; manifaturacı dükkânı vardı. Dedem Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi cumhuriyetin başında da müftülük vazifesi yapıyor. Babam küçükken ondan dini ilimler okumaya çalışmış ama daha sonra işler değişmiş. “İlim tahsilim sabahtan, kuşluk vaktine kadar oldu” derdi. 1925’te Şeyh Sait hadisesi olunca dedem İstiklal Mahkemesi tarafından tutuklanmış. Yani bu hareketi, bu çıkışı desteklemekte suçlanmış. Halbuki hiç ilgisi yok ve zaten İstiklal Mahkemesinin o suçlamaya hazır tutumu neticesinde sürgüne yollanmış. Zaten ilgisi olsaydı idam edilirdi. O yüzden Diyarbakır’dan İzmir Menemen’e nefyediliyor.
-Yani anlaşılan sürgün hikayesine yabancı değilsiniz?
Maalesef öyle. Tabii o günün şartlarında 8 kişilik bir ailenin Diyarbakır Ergani’den kalkıp İzmir Menemen’e gitmesi, evi taşıması son derece güç bir şey. Dedem önce doğrudan yollanmış. Evi taşıma işi ise çocukların en büyüğü olan on beş yaşındaki babama kalmış. Babam aileyi alıp Diyarbakır’dan Adana’ya trenle gidiyor, oradan Mersin’e karayoluyla gidecek. Mersin’den gemiye binip Marmaris tarafına giderken gemi Rodos adasında konaklıyor ve ekmek almak için bir bakkala girdiğinde para uzatıyor. Tabii o zaman Cumhuriyetin ilk parası çıkmış demek ki, bakkal elinden alıp parayı bir fiske ile havaya atıyor: Burada Mustafa Kemal’in parası geçmez diyerek kendisini tersliyor. Marmaris’e vardıktan sonra da oradan kamyonla Menemen’e doğru uzanıyorlar.
-Sonra ne oluyor?
Orada 3 sene ikamete mecbur edildikten sonra sürgünden memleketlerine dönebilme affı çıkıyor. O zaman dönebiliyorlar ama dedemin vazifesine son verilmiş. O zamanın KHK’lısı diyebiliriz. Babam tabii geçim derdine düşmek belasıyla ticarete yöneliyor. Başarılı da oluyor. 1930’dan 1945’lere kadar iyi bir manifaturacı dükkânı vardı. Durumu fena değildi demek ki. Ancak bir süre sonra dini taraftan bir şey yapabilmek için ciddî bir istek ve ihtiyaç duyuyor harekete geçiyor. İçinde bir özlem var, ticaretten biraz gına gelmiş. O zamanki şartlarda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu önünde imtihan kazanmak gerekiyordu din adamı müftü olmak için. Kendisi imtihana girip bunu kazanmış 1953’te müftü oldu.
-Babam benden 5 defa daha zekiydi diyorsunuz
Babam müftü olmasına rağmen Türk Hava Kurumu ve Halkevi gibi yerlerde de müdürlük yapmış bir adamdı. Hele o Tek Parti döneminde Halkevi Başkanlığı yapmak önemli bir mertebeydi. Orası devletin bizzat desteklediği ve bir ilçenin başlıca kültür merkeziydi. Edebiyata çok meraklıydı, şiir kabiliyeti olan biriydi. Antoloji tarzında tuttuğu şiirlerini 3 cilt defter içine toplamıştı. Klasik bir devlet memuru değildi; daha çok öğretmenler, memurlar, kaymakam, doktor, il eğitim müdürü gibi kişilerle sohbet ederdi. Aynı zamanda nüktedan bir tarafı da vardı. [Düşmanı da varmış demek ki] müftü olduktan 7-8 sene sonra 1960 darbesi olunca Demokrat Parti taraftarı diyerek hakkında ihbarda bulunuluyor.
-Bu sefer sıra babanızda yani…
Evet, öyle diyebiliriz, şikâyet sebebiyle görevine son verilmemiş ama Gaziantep’in çok uzak, adı sanı bilinmeyen küçük bir ilçesine sine sürgün gönderilmişti. Daha sonra da Elâzığ’ın Sivrice ilçesine. O zaman için ilçede otel yok, lokanta yok evini de götüremedi. Kendisi tek başına gitmişti. Nüktedan dedim ya. Bir gün camide vaaz ederken cemaatten birisi kendisine soruyor: Hocam Hz. İsa göğe çıktığından beri orada ne yiyip ne içiyor demiş. Bunun üzerine babam demiş ki yahu onu göğe çıkaran Cenabı Hak elbette en güzel şekilde yedirir içirir ama şu garip müftü buraya gelmiş ne yer ne içer diye kimsenin sorduğu yok. Bunu sorsanız ya diyerek karşılık vermiş.
-Siz bu dönemde neredeydiniz? Nasıl etkilendiniz?
Ben o zaman üniversitede talebeydim. Ben de 1962 senesinde Risale-i Nur bulundurmak sebebiyle nezarete atıldım, o zaman sıkı yönetim kanunları ve nizamı devam ediyordu. Son imtihanı verdikten sonra da evimizi boşaltmak üzereyiz. Kapı çalındı, bir de baktık ki üç dört kişi kapıda, sivil kıyafetli, sakallı, bereli… Polis olduklarını söylediler. Bere de o zaman nurcuların alameti sayılırdı şapka takmadıkları için. Sonra kimliklerini gösterip bizi götürdüler. Birkaç gün nezarette kaldıktan sonra Anafartalar Caddesi’ndeki mahkemeye çıkarıldık. Ağɪr Ceza Mahkemesi tutuksuz olarak yargılamanın devamına karar verdi. O dönem sıkı yönetim nizamı devam ediyordu. Talat Aydemir ayaklanması olmuştu; yani hareketlenme bir nevi devam ediyordu. Gazeteler birinci sayfadan mahkeme koridorunda namaz vaziyetinde fotoğrafɪmɪzɪ yayınladılar. Vaktinde kılmayıp günaha girmemek için mecburen orada namaza durmuştuk. Fotoğraflarımız Dolayısıyla biz de ailemizden üç kuşak mağdur edilmiş olduk. Ve sanırım öylece de damgalandık.
-Peki bu sefer siz hangi sebeple alındınız?
Bu defa Risale-i Nur meselesi. Bu tür davalar anayasadaki bir maddeye dayandırılıyordu. Devletin hukukî, idarî, sosyal siyasal nizamına din esaslarına göre düzenlemek için cemiyet kurmak, propaganda yapmaktan alındık. O meşhur 163. Madde.
-Kitabı elinde bulunduran herkes de aynı ithamla mı suçlanıyordu?
Evet bu suçun başlıca delili sayılıyordu. O yüzden kitabı zorla temin edip ancak saklayarak okuyabiliyorduk. Bu madde tek parti idaresinin son zamanında çıkarıldı. 1948’de Şemsettin Günaltay Başbakan iken. Halbuki kendisi de din kitapları olan ve dini kitapları bilen biridir. Öyle ki mecliste görüşülürken bir iki milletvekili demiş ki yani bu çok garip bir madde, hani cemiyet kurmak falan filan neyse de din propagandası yapmak da ceza sebebi sayılıyor.
-Neler bunun içinde giriyor?
Mesela evde hanım namazını kıldın mı diye sorsan mahkemede din propagandası yapma cezasına girebiliyor idi. Hatta görüşmeler esnasında gündeme geliyor. Minarede ezan okuyan müezzin de din propagandası yapma kapsamına sokulabilir deniyor. Bu taraftan kendisi sıkıştırılınca, Şemsettin Günaltay demiş ki yani biz bunu çok titizce uygulamak için getirmiyoruz, maksat bu tarz girişimleri önlemek demek zorunda kalmış. Bu kanun maalesef çok uzun bir süre devam etti ve Risale-i Nur davaları iki bini geçti Türkiye’de. Hepsinin esas aldığı madde işte bu maddedir. Merhum Avukat Bekir Berk, 1970’ten önce sɪrf Risale-i Nur sebebiyle tutuklananları ve sonunda beraatla sonuçlanan iki bin beş yüz mahkeme kararɪnɪ birkaç cilt olarak yayɪnlamɪştɪ. 163. madde kırk sene yürürlükte kaldıktan sonra Turgut Özal döneminde kaldırıldı. Yani 1988’e kadar dindar insanların dini anlatmasına mâni olundu ve mağdur edildiler.
-Bunun haricinde siz hocalık yaparken de sıkıntı yaşadınız mı?
Evet pek çok kez. Bir keresinde doktora tezi yaptırmıştım. Doktora adayı tezi dört beş yıl çalışmadan sonra 1982’de teslim etti. Kurul üyeleri görüşlerini bildirdiler bir üye vermedi. 30 gün içinde vermesi lazım. Meğer gitmiş sıkı yönetim komutanlığına şikâyet etmiş.
-Hangi gerekçeyle?
“Nurculuk akademik tırmanmaya geçmiş vs.” diyerek tezi hazırlayan, tez yöneticisi olarak beni, üniversiteden kovdurup ayrıca gereken adlî soruşturma isteyen bir dilekçe vermiş. Dokuzuncu Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanlığından gelen yazı üzerine rektörlük eliyle tez durdurulmuştur ve incelemeye alınmıştır” diye bir yazı geldi. Bir ay kadar sonra Rektörlüğe Kolordu Komutanı imzası ile “Veli Ulutürk’ün hazırladığı Kur’an’a göre Allah’ın Tanıtılması Doktora Tezinde Said Nursi’nin Risale-i Nur kitaplarına referans verilmesinde komutanlığımızca sakınca yoktur” diye resmî rapor geldi. Çok şaşırmıştım. Böyle bir şey Türkiye’de ilk defa oluyordu.
-Yani bir tez çalışmasının Risale-i Nurlar üzerine yapılması yasaktı öyle mi?
Üzerine tez yazmak bir tarafa, onun bahsini yapmak, lehinde söz söylemek bile insanın başına dert açardı.
-Bu olay tam olarak ne zaman oluyor?
1980 askerî ihtilalinden sonra. 1982 gibi.
-Risale-i Nur ile ilk tanışmanızı anlatır mısınız?
Aslında ben çok duymamıştım gençliğimde, hedefimde hukukçu olmak vardı esasında. Ankara Hukuk Fakültesine girmiştim. Devam mecburiyeti olmadığı için Mart-Nisan aylarında memlekete döndüm. Sonradan 27 Mayıs İnkılabı oldu. İşte o dönemde ben hukuk okumayacağım okusam bile dini mevzularda bir tahsil yapmak isterim demiştim. İlahiyat Fakültesi olduğunu bile bilmiyordum, çünkü o zamanlar İlahiyat Fakültesi adı sanɪ bilinmeyen bir fakülteydi.
-İlahiyat fakülteleri yeni mi kurulmuştu?
Aslında kurulmuş ve kısa bir süre de geçmiş. 1950 senesi öncesi İkinci Dünya Savaşı şartlarının da zorlamasıyla oldu biraz. Türkiye, Komünist Sovyet Rusya’nın tehditlerini hissetmeye başlayınca Batı Bloğu içinde yer almak istedi ve müracaat etti Avrupa Konseyine. Konsey de üyelik için hürriyetlerin olması gerektiğini şart koştu. Bunlardan bir tanesi de dini hürriyetler idi. Din hürriyetinin olması için camilerin açık olması yetmez. Dini öğreten okulların bulunması, dini yaymanın, uygulamanın serbest olması gerekir diye söylenince, o zamanlar alelacele bir ilahiyat fakültesi ve imam hatip okulu açıldı. İlkin 1948’de bir İlahiyat Fakültesi Ankara’da, bir imam hatip lisesi İstanbul’da açıldı.
Ara not: İlahiyat Fakülteleri kurulduğunda ders verecek dini ilimler hocası bulunamamıştı. Tayyip Okiç Hoca tefsir, hadis, İslam hukuku, kelam, akait kürsülerini tek başına yönetiyordu.
-Türkiye’de dini eğitim vermek tamamıyla yasaksa ülkedeki din adamı ihtiyacı nasıl karşılanıyordu?
1924 yɪlɪnda başlayan devrim kanunlarından itibaren medreseler kapatıldıktan sonra hiçbir dini eğitim mümkün olmuyor. Bir imam ihtiyacı olduğunda kasabanın müftüsü imam ve müezzin tayin ediyordu. Zaten rastgele tayinlerin yapıldığı bir dönemdi. 25 sene boyunca din eğitimi yapan bir yer kalmayınca ilahiyat fakültesi kurmakta bile çok zorluk çekiliyor. 1948’de İlahiyat Fakültesi kurulup üniversite şartlarına göre bu fakülteye koyabileceğimiz öğretim üyeleri bulunamayınca Ankara’da Dil Tarih Fakültesinden, Hukuk Fakültesinden, Eğitim Fakültesinden profesörler görevlendirilerek bir fakülte kuruluyor. O fakültede dini ilimlerden doçent veya profesör olan hiçbir kimse yok. Tek bir kişi bulunuyor. O da Profesör Doktor Muhammed Tayyip Okiç. Kendisi aslında Bosna Hersekli ve Türkiye’de mülteci durumunda bulunuyordu. Ben 1960’da girdim fakülteye, kuruluşundan itibaren 11 sene geçmişti ve bütün fakültede din alanında profesör olan tek kişi oydu. Tefsir, hadis, İslam hukuku, kelam, akait bölümlerinin hepsi ona bağlıydı. Yavaş yavaş talebeler arasından asistan alınarak doktoraları tamamlamaya çalɪşɪyorlardɪ. Mesela İsmail Cerrahoğlu tefsirden, Esat Kɪlɪçer İslam hukukundan, Talat Koçyiğit hadisten, Mahmut Esat Coşan İslam edebiyatɪndan o zamanlar doktoralarını tamamlıyorlardı. Fakültede İlk çağ felsefesi, Yeni zamanlar felsefesi, Sistematik felsefe gibi dört çeşit felsefe dersi okutulurken o zaman ilahiyat Fakültesi’nde Kur’an-ı Kerim dersi yoktu.
-Yani bir kişi Kur’an okumasını bilmeden de ilahiyat mezunu olabilirdi?
Evet, evet! İlahiyat fakültelerinde Kur’an-ı Kerim dersinin konulması ben mezun olduktan üç dört sene sonra öğretim yönetmeliğinde yapɪlan bir değişiklikle başladɪ.
BABAM, BEDİÜZZAMAN’IN VEFATINI DUYUNCA SÖZLER’DEKİ MANZUMEYİ OKUTTU
-Siz Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatını hatırlıyor musunuz?
Aslında Risale-i Nur’u ilk duyduğum zaman o döneme tesadüf ediyor. 1960 senesi daha darbe olmamış Ramazan mart ayɪna denk geliyor. 23 Mart, Kadir gecesi Teravihten çıktık babamın devam ettiği bir çayhane vardı, orada oyun falan olmazdı. Babam etrafındakilerle sohbet ederken, haber ajansı başladı. O zaman radyo tek tük evlerde var ama kahvelerde bulunabilen bir şeydi. Ajans derlerdi. Haber Ajansı başlayınca herkes birden kulak kesilir dinlemeye başlardı. Haberlerin özeti esnasında “Said Nursi Urfa’da öldü!” diye bir haber duyuldu. Bunun üzerine babam bana: “Eve git falan yerde Sözler Kitabı var onu bul getir” dedi. Kitabı buldum getirdim. Açtı, kitabɪn sonunda Ed-dai başlıklı bir manzume var. Eskiden müellifler, yazarlar kitabın sonuna ferağ kaydı dedikleri bir not koyarlardı. Falan yerde falan tarihte ben bu kitabı bitirdim diye. Üstat da işte bu manzumeyi o şekilde kaydediyor.
“Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş
Beraber ağlıyor hüsran-ɪ İslam’a.”
diyerek sekseninci senede vefat edeceğini duyuruyor. Hicri 1380 senesi de 1960 yılına, tam o tarihe denk geliyor. Sekseninci kelimesinden sonra dipnot koyup “Yani Said bu seneye kadar yaşayacak” diye yazmış. Halbuki bu kitap beş altı sene 1956’da yeni harflerle basılmıştı. Kendisinin bu yazıyı kaleme alması belki on-on beş sene öncesine tekabül ediyor. Babam da o bahsi önceden okumuş ve hatırında kalmış demek ki vefat edince kitabı benden getirmemi istemişti. Bu beyti ve dipnotu okuduktan sonra: “Gördüğümüz gibi Allah tarafından bir keramet olarak Üstat vefat tarihini yıllarca önce bildirmiş” demişti. Yoksa babam da Risale-i Nur’u devamlı okuyan birisi değildi.
Sonra ben hukuk fakültesinden vazgeçip ilahiyat fakültesine başlamak üzere 1960’ın sonbaharında Ankara’ya giderken Babam bana, oralarda bir imkân bulabilirsen bulmaya çalış, çünkü benim seni okutmaya durumum müsait değil, demişti.
“Edirne’ye gittiğim ilk günlerde Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanıştım. 1964 senesiydi. Ben Edirne müftüsüydüm, kendisi de Darül Hadis Camii’nde imamlık yapıyordu.”
-Peki nasıl okudunuz?
İnkılaptan sonra Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına bir Sadettin Evrin adlı bir emekli general getirilmişti. Fiilen de kendisi idare ederdi Diyaneti. O bir süre sonra bakmış ki Diyanet var, İlahiyat var ama bu ikisinin arasında hiçbir bağlantı yok. Bir girişimde bulunarak, (D.İ.B. ilahiyat fakültesinde talebe okutmaya başlasa ve bu amaçla burs verse, böylece Diyanet Fakülte mezunlarını da bünyesinde çalɪştɪrmayɪ denese iyi olur) diyerek bir girişimde bulunuyor. Zaten ilahiyatın otuz gibi az bir kontenjanı vardı. Onlar da okulu bitirdikten sonra orta okulda velilerin müracaatıyla oluşturulan, zorlaştırmalı bir prosedürle din dersini okutmak üzere tayin edilirlerdi. Zaten Kuranı Kerim dersleri bile fakültede verilmiyorken kim imam olmaya, kim müezzin olmaya cesaret edebilirdi ki. İşte bundan sonra Diyanet dört adet burs tahsis etti; açılan imtihana yirmi öğrenci başvurdu kazanan dört kişiden birisi de bendim. O sıralarda tanɪştɪğɪm Fikret ismindeki arkadaşım da burs kazananlardan biri idi. Kendisi ile konuşurken bana bu yakınlarda bir Risale-i Nur Medresesi bulunduğunu, istersem beraber gidebileceğimizi söyledi. İnkılap tarihi dersinde bize medreselerin kapatıldığı öğretilmişti ve üzerinden 20 seneden fazla geçmişti. O sebeple, dediğine bir mâna verememekle beraber şaşkɪnlɪğɪmɪ da kendisine belirtmemiştim. Sonra onu kırmayarak haftalık derslere katılmaya başladım. Çok faydalı buldum. Öğretim yılı sonunda Fikret ve başka birkaç arkadaş ile beraber biz de böyle bir ev açalım dedik, beraber kalalım fikrini ne ortaya attık. Yaz tatili dönüşü biz de Fakülteye yürüme mesafesinde ikinci bir “medreseyi” başlattık. Böylece de Risale-i Nur ve talebeleriyle tanışmam gerçekleşti.
ZÜBEYİR GÜNDÜZALP VE BAYRAM AĞABEY İLE TANIŞTIM
-Kimleri tanıdınız o muhitte?
Mesela Zübeyir Gündüzalp ve Bayram ağabey ile tanıştım. Onların da ikametgâhları Hacı Bayram semtinde küçük bir evdi. Zübeyir ağabey ve Bayram ağabey orada kalırdı. Sait Özdemir abi resmî vaiz ve evli olup Ulus semtinde kendi evinde kalır, fakat evi medrese gibi çalɪşɪrdɪ. Arada sırada bizim evimize de gelirlerdi. Fakat ertesi sene, mezun olanlar sebebiyle, geriye kalanlar bir eve sığacak miktarda olunca, ikinci evi kapayıp, ben ve Fikret ilk eve yerleşmeyi planladık.
-Okulu bitirdikten sonra ne yaptınız?
O zaman maaşımızı Ankara’da Opera binası karşısında Diyanet Başkanlığı binasından alıyorduk. Diyanet eski bir ilk okul olan küçücük binaya sığıyordu. Zat işleri Müdürlüğü’nden her ay başı gidip bursumuzu alırdık. Okul bitirince gittik ve mezun olduğumuzu ilettik. Bize birkaç gün sonra tekrar gelin dediler. Gittiğimizde, Zat İşleri müdürü, biz düşündük sizi stajyer müftü olarak başlatmaya karar verdik dedi. Yani Diyanet camiası da o güne kadar talebeleri okuttuktan sonra bizi nasıl istihdam edeceklerini düşünmemişlerdi. Ev kirası vermemek için. Diyarbakır’a tayinimi istedim, çünkü maaş çok düşüktü. Oraya gittikten 3 ay sonra Diyanetten teklif geldi. Edirne Müftülüğü münhal, gitmek ister misin dediler. Zaten gitmeye de mecburuz, mecburi hizmetim var Diyanet İşlerine.
SENE 1964… EDİRNE’YE GİTTİĞİ İLK GÜNLERDE FETHULLAH GÜLEN İLE TANIŞIYOR
-Böylece dedeniz ve babanızdan sonra siz de müftü oldunuz öyle mi?
Edirne’ye gittiğim ilk günlerde Fethullah Gülen ile tanıştım. 1964 senesiydi. Ben Edirne müftüsüydüm, kendisi de Darül Hadis Camii’nde imamlık yapıyordu. Kendisi daha önce, oradan askere gitmeden önce Üç Şerefeli Cami’ imamlığında vekil imam olarak bulunmuş. Yaşı küçük olduğu için asıl imamlık yerine vekil imam olarak tayin edilmiş. Kendisi askerden gelmesinin akabinde Kur’an Kursu öğretmeni olarak tayin edilmiş. Orada daha önce başka bir öğretmen de bulunmakla beraber öğrenci sayɪsɪ da çok azdı. Kendisine ihtiyaç olmadığı ve metot farkı sebebiyle muhtemel bir ihtilaftan kaçınmayı düşünmüş. İmamɪ bulunmayan Darül Hadis Cami’nde vazifeye başlamış. Burası şehrin kenarında küçük bir camiydi. Diyanet Başkanlığında imtihan kazanarak Vaizlik belgesi de bulunduğundan bu camide Cuma vaazları da veriyordu. Selimiye Camii, Eski Cami, Üç Şerefeli Camii gibi şehir merkezindeki büyük camilerde de bu mümkün iken bu küçük camide görev almayı tercih etmiş. Ona göre vaaz ders şeklinde olmalı, dersi dinlemek isteyenler ders başından itibaren gelip dikkatler dağılmadan istifadeli olmalıydı. Büyük camilerde vaazın bitimine kadar devamlı girenlerle dikkat dağɪldɪğɪndan ders verimi düşer hem hocanın hem cemaatin dikkatleri devamlı surette dağılabilir. Meşguliyetleri sebebiyle insanlar camiye peş peşe geç gelirler.
Prof. Dr. Suat Yıldırım: Türkiye’nin ilk İlahiyat mezunu il müftüsü benim
TÜRKİYE’DE İLAHİYAT MEZUNU İLK İL MÜFTÜSÜYÜM
-Kendisi ile nasıl tanıştınız peki?
Diyarbakır’da Edirne’ye tayinim çıktığını söyleyince orada Muzaffer Aksu isimli bir baba dostum vardı. Kendisiyle sɪk görüşürdük. Postanede şef kadrosunda çalışırdı. Diyarbakır’da Risale-i Nur’la ilgili bulunan üç beş kıdemli kişiden biriydi. Bakın Demokrat Parti döneminde Risale-i Nurlar serbest olmasına rağmen devamlı takip edilirdi. 1960 öncesi onu nur camiasından uzaklaştırmak için Edirne’ye tayin etmişler. O zaman Hoca Efendi üç şerefeli caminin imamı iken tanışmışlar; benim tayinimin oraya çıktığını duyunca: “orada Fethullah Hoca var onunla tanışırsın” diye bana tavsiyede bulunmuştu. Edirne’ye gidince küçük bir otelde kalmaya başladım ve gidip kendisi ile tanıştım. Kendisi de tek odalı eski bir evde kalıyordu. Zaten risale-i nur talebesi bir müftünün geleceğini duymuş. O zamandalar nur talebeleri arasında böyle irtibat kurulabiliyordu. Kendisiyle tanışınca, bana teklif etti beraber kalalım diye. Zaten daracık olan bir yerde kalmam mümkün olmazdı diye düşünüp, ben otelde kalmaya devam edeceğimi ilettim. Daha sonra bir yer bulursak düşünürüz dedim. Zaten kendisi çok geçmeden iki odadan ibaret bir yer buldu ve beraber kalmaya başladık. O eski yapı evin bir odasına ben, öbürüne de kendisi yerleşti ve ev arkadaşlığı yapmaya başladık. Ben askere gidinceye kadar o evde kaldık.
İHTİLAL KOMİTESİ ÜYESİ MUZAFEER ÖZDAĞ’IN ERGANİ ZİYARETİ
-Kitaptan da çok rol çalmak istemem ama sizin çok ilginç simalarla akrabalığınız veya kurduğunuz dostluklar var. Mesela Sezai Karakoç sizin yakın akrabanızmış.
Evet babamla dayı-hala çocukları oluyor. Yasin Amcanın oğlu. Sezai Bey bazı yazılarını Mehmet Yasin mahlasıyla yazardı. Hemen bir anımı aktarayım. 27 Mayıs İnkılabından 3 ay kadar sonra Ağustos gibi halka devrimi anlatabilmek için İnkılap Kervanı denilen bir şeyler çıkmıştı. Yani bu işin ne kadar gerekli olduğunu aktarabilmek maksadıyla propaganda faaliyeti diyelim. O zaman ihtilal komitesi 38 subaydan oluşuyordu. Diyarbakır Ergani’ye işte o otuz sekiz subaydan biri olan Muzaffer Özdağ gelmişti kendisi şimdiki Zafer Partisi genel başkanı olan Ümit Özdağ’ın babasıdır. İnkılabı anlatma toplantısını yapılacağı duyuruldu. O devirler bu gibi şeyler için belediyenin parkı mekân olarak seçilirdi. Şehrin ortasında öğlen üzeri konuşma başlamış nispeten büyükçe bir parkta çok az kişi toplanmıştı. Biz de uzaktan izliyoruz, parkın hemen bitiminde üst tarafında bir kahvehane var. Orada oturup ezanının okunmasını bekliyoruz Derken ahaliden zaten çok az iştirak eden insan olmuştu. Ankara’dan gelen konsey üyelerinden birini dinlemek için çok cılız bir kalabalık toplanmış. Takriben 20-25 kişi ya var ya yok. Az sonra ezan okundu, yollardan Merkez Caminin de bulunduğu tarafa doğru insanlar akmaya başladı. Tam o arada Sezai Bey’in babası Yasin Amca, ezan okununca masaya yumruğunu vurarak, “İnkılap dediğin böyle olur, inkılap dediğin böyle olur! 1400 sene önce yapılan bir davete insanlar bakın nasıl böyle koşuyorlar ne zorlayan var ne dünya kazancı var!” diyerek adeta o kalabalığa haykırmıştı.
Yine babamla Sezai Bey, arasında geçen bir hadise: Kendisi darbeden az önce Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirmiş olup Ergani’de bulunduğu günlerdeydi. Babamı çok sever, babama Zeki ağabey derdi. Kendisiyle çayhanede konuşurken, heyecanla, sesini yükselterek İhtilali tenkit etmeye başlamış. Babam da parmağıyla sus işareti yapınca. ‘Zeki abi’ eskiden hürriyet yokken konuşuyorduk, şimdi hürriyet varken neden konuşmayalım?’’ deyince, babam da: “işte hürriyet olduğu için sus!”. Böylece resmî söylemde her zaman, söylemle gerçeğin zıt olduğunu hatırlatıp, onun gençlik heyecanını teskin etmek istemişti.
REHA MUHTAR’IN BABASI CEMAL MUHTAR ARAPÇA HOCAMDI
-Bir de Reha Muhtar’ın babası sizin fakülte de Arapça hocanızmış.
Evet Cemal Muhtar Bey benim fakültede Arapça hocamdı. Kendisi aslen Kerküklü. Edebiyat fakültesini Arapça olarak orada okumuş, mükemmel bir hoca idi. Kendisiyle ilk olarak 1960’ta karşılaştım. 1989 senesinde ben Marmara İlahiyat Fakültesine başladığım zaman, o da orada görevliydi. Dördüncü kuşak talebelerinden hoca olmuşlarla beraber öğretime devam ediyordu.
DİYANET, HRİSTİYANLIK HAKKINDA KİTAP YAZMAMI İSTEDİ
Hristiyanlık hakkında kitap yazmam Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından rica edilmişti, Mustafa Sait Yazıcıoğlu’nun Diyanet Reisliği zamanında. Ben de o kitabı yazdım. Sanırsam iki sene falan sürdü, sonra Diyanet eliyle basıldı. Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık adıyla. Garip olan şey şu ki, üniversitelerde Dinler Tarihi bölümü var ilahiyat fakültelerinde ancak onlar tarafından Hristiyanlıkla ilgili böyle bir çalışma yoktu. Öyle olunca sanki benim bu konuyla ilgilenmeye başlamam yetkililerin dikkatini çekmiş anlaşılan.
-Ne zaman Hristiyanlıkla ilgili çalışmalar yapmaya başladınız?
Hristiyanlıkla ilgilenmeye doktoradan sonra, Fransa’ya gidince başladım. Orada her gün bir Le Monde Gazetesi alıyordum, abone olmuştum, çünkü talebe olanlara büyük oranda bir indirim vardı. 1974 senesiydi. Bir iki saat boyunca dikkatlice okurdum. Şimdi baktım ki Le Monde gibi ciddi ve magazine yer vermeyen ve sol tandanslı bir gazete hemen her gün ‘Religion’ başlığı altında din ile ilgili bir haberler veriyordu. Bunu görünce ve onları okuyunca ilgi duymaya başladım; baktım ki hakikaten Hristiyanlık hakkında hiçbir bilgimiz yokmuş. Bu bütün Türkiye için geçerliydi, İlahiyat fakültesi öğrencilerinde bile başka bir dine ilgi gösterme meselesi mevcut değildi.
-Dinler Tarihi dersi verilmiyor muydu peki?
Veriliyordu ama başka bir dine merak duyma işi üzerinde pek durmuyorlardı demek ki. İşte ben bir müddet sonra bir baktım ki 1974 Sinodu toplandı. Bu toplantı her 3 yılda bir toplanıyormuş ama dünyanın her yerinden muhabir göndermişler. Sinod Vatikan’da bir ay süren bir program. Ben de bu programı Le Monde ile La Croix gazetelerinden takip etmiş ve notlar almıştım ve bir makale hazırlayarak ‘1974 Sinod’u ve Ötesi’ başlɪğıyla yazdığım bu uzunca yazıyı Diyanet İşleri’nin çıkardığı Diyanet Dergisine gönderdim. Ve o dergide de bunu yayınladılar. Bu Türkiye’de belki de ilk oluyordu, belki de Diyanet nezdinde de böyleydi.
-Yani başka bir din hakkında yapılan bir çalışma?
Evet belki de bu büyüklükte ve çapta. Çünkü o derginin sayfalarıyla 7-8 sayfa tutmuştu Böylece, modern dünya şartlarında da Batı’da dine ilginin bir şekilde devam ettiğini görerek Hristiyanlıkla ilgili çalışmalarıma başlamıştım.
-Bu azlığın sebebi merak eksikliğinden mi sizce?
Bu aslında meraktan ve merakın ötesinde olması gereken bir şey. Bütün Müslümanlar için olmasa bile din alanında çalışma yapan insanların merakını celp etmesi gereken bir konu. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de Hıristiyanlıkla ve Hazreti İsa ile ilgili en az 70-80 ayet var. Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde: “Bu meseleyi anlamak istiyorsanız Tevrat’a bakın, İncil’e bakın” ifadeleri mevcut. Buna rağmen Müslümanlar sanki bu yönlendirmeler hiçbir şey söylemiyormuş gibi davranıyorlar. Hatta müfessirler bile bu ifadeleri görmezden gelmişler. Bir takım tahrifata uğramış olabilir evet ama kısmen, Kur’anla uyum olan yerler var. Mesela Kur’an’ı Kerim’in ‘Kul fetu bittevrati … diyerek başlayan (Al-i İmran 93; Fetih 29); A’raf 157) ayetinde ‘De ki haydi Tevrat’ı eğer iddianızda doğruysanız, Aslında bu ayetin bize bir şey söylemesi lazım okuyun ve bakın’ diyor. Ama Müslüman tarafı bunlar tahrif edildi ve artık bunlar yok hükmünde gibi bakarak, az çok ilgili olması gereken kişiler bile bunu bir tarafa bırakmış. Biz öyle düşünsek de insanlığın büyük bir kısmının hala gündeminde.