KHK’lı Ceza Hukuku doktoru, insan hakları aktivisti Günal Kurşun: “KHK’lılara yapılanlar soykırım değil ama insanlığa karşı suç. İkimiz de Today’s Zaman’da yazdık, ben ihraç edildim, İbrahim Kalın MİT Başkanı oldu. ‘Öl’ diyorlar biz KHK’lılara ama biz inadına yaşayacak ve direneceğiz.”
Peki iktidarın ve medyasının insanlar hakları alanında bu kadar deneyimi olan 10 aktivistle alıp vermedikleri neydi? Günal Kurşun, bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Uluslararası Af Örgütü, 2017 başlarında KHK raporu yayınladı. Bu son derece nitelikli, kapsamlı hazırlanmış, çok iyi bir rapordu. Uluslararası alanda da Türkiye’yi oldukça zor bir duruma soktu bu rapor. rapordan birkaç ay sonra Taner Kılıç’ı, ondan bir ay sonra da Büyükada’da bizi aldılar.” diyor. Ve ekliyor, “O tarihten sonra Uluslararası Af Örgütü’nden Türkiye’ye yönelik dişe dokunur hiçbir rapor çıkamadı. İktidar amaçladığı şeyi başarmış oldu.”
KHK’lı akademisyen Günal Kurşun, tıpkı bugünün MİT Başkanı İbrahim Kalın gibi KHK ile kapatılan Todays Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapmış. Ve iktidarın gözdesi İbrahim Kalın’ın aksine KHK ile ihraç edilmiş. Kurşun, 7 yıllık süreçte yaşadıkları hak ihlallerini ve maruz kaldıkları nefret söylemlerini https://kronos36.news/ anlattı.
Sizi niye ihraç ettiler, dava süreci nasıl başladı?
29 Ekim 2016’da 675 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edilmeden önce Adana Çukurova Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalında öğretim üyesiydim. Yardımcı doçent olarak çalışıyordum. Türkiye’deki ihraç fazlası akademisyenlerden biriyim.(gülüyor) İhracıma gerekçe olarak KHK ile kapatılan Today’s Zaman gazetesinde yaptığım köşe yazarlığı gösterildi. Ceza hukuku hocasıyım, dolayısıyla neyin suç, neyin suç olmadığını biraz bildiğimi düşünüyorum. O yazıların da tümünü dikkatli bir şekilde yazdım. Kimseye bir kelime hakaret yoktu.
TODAY’S ZAMAN’DA YAZMAK SUÇSA MİT BAŞKANI OLAN İBRAHİM KALIN’A DA DAVA AÇIN
Yazılarınızın içeriği neydi?
Tabi ki hükümetin çeşitli eylem ve işlemlerini eleştiren yazılardı. Tamamı İngilizce yazılmıştı. Mahkemede de bunu söyledim zaten. Savcının şöyle bir bakış açısı vardı. Today’s Zaman gazetesinde köşe yazarıysa eşittir “fetö terör örgütü üyesi.” Bunu bir dakikalığına doğru kabul edersek; aynı davadan sayın İbrahim Kalın’a da açmaları lazım. Çünkü biz aynı gazetede yazıyorduk ya da Sayın Cumhurbaşkanı’nın kontenjanından Ege Üniversitesi Rektörü olarak atanan Prof. Dr. Beril Dedeoğlu’na da aynı davayı açmaları lazım ama onlara açılmadı. Sadece bana açıldı. Çünkü hükümetin ceza hukuku ve insan hakları hukuku politikalarını eleştirdim. Bu doğrultuda, üniversiteden ihraç edilmiş oldum.
İnsan hakları alanındaki birikiminiz nasıl suç haline getirildi?
Tabi, İstanbul Büyükada’da bir otelde zaman zaman insan hakları alanında çalışmalar yapan çeşitli dernekler olarak biz bir araya geliriz. İHOP bünyesindeki derneklerin yönetim kurulları, o yılın kış aylarında bir toplantı yapar ve o sene Türkiye’de insan hakları trendleri nelerdir, hangi konulara yoğunlaşmamız lazım şeklinde görüş alışverişinde bulunur. Büyükada’daki atölyenin kararı, Aralık 2016’da alınmıştı. Son derece planlı bir toplantıydı. 6 ay öncesinden belirlenmişti.
Toplantının konusu da birincisi dijital güvenlikti. Bu konu havuz basınında çok kötü bir şekilde yazılıp çizildiği için bunu şöyle açıklayayım: Derneklerimizde bir elektronik veri var. Bu verinin de hassasiyeti var. İnsanlar hak ihlaline uğradıkları iddiasıyla başvuruyor ve bize yaşadıklarını ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Bunun tutanağa geçirilmesi gerekiyor. İlgili suç duyurularında bulunulacak. Belki davalar açılacak. Belki bunun tıbbi raporlanması konusunda birtakım adımlar atılacak. Dolayısıyla kişisel verinin bir hassasiyeti var.
İnsan Hakları Gündemi Derneği olarak da, biz bugüne kadar 25-30 civarı kitap yayınladık. Kitaplar, raporlar, bunların hepsi internet ortamına aktarılıyor. Bir hacker saldırısı olsa ve derneğinin internet sayfasını ele geçirseler 20 yıllık emeğimiz çöpe mi gidecek? Ben bilgisayar uzmanı değilim, bilgisayar mühendisi de değilim, elektrik mühendisi de değilim. Dolayısıyla o gün “Bir web sayfası nasıl yedeklenir? Dijital korunma nasıl olmalı? Doğru ve hukuka uygun dijital koruma nasıl olmalı?” konulu bir gündemimiz var.
Bir de bunun yanında, insan hakları savunucuları olarak sürekli ihlal iddialarını dinliyoruz. Bu bizlerde de bir süre sonra travmaya yol açıyor. Buna literatürde ikincil travma deniyor. Doğrudan siz işkence görmemişsiniz ama sürekli işkence görmüş insanlarla konuşa konuşa siz de ona benzer bir travma altına giriyorsunuz psikolojik olarak. Bu ikincil travmayla nasıl başa çıkılır? Bir de bunun konuşulması söz konusuydu.Yurt dışında yaşayan iki arkadaşımızdan yardım istedik. Birisi Alman vatandaşı Peter Steudtner’di. Peter bir sosyal psikolog, özellikle bu konularla ilgileniyor. Bir de Ali Gharavi, o da bilgisayar mühendisi, robotik doktorası olan bir uzman. Ali dijital verilerin korunması konusunda bir şeyler anlattı. Peter, ikinci travmayla nasıl başa çıkmak gerekir konularında düşüncelerini bizimle paylaştı. 10 insan hakları aktivistiydik. İlk iki gün gayet güzel geçti. Üçüncü gün sabah 10.30 sıralarında, havuzun hemen yanında toplantı odasında toplantı yaparken polisler geldi. İktidar medyasında bunun gizli bir toplantı olduğu vurgulandı. Hiç öyle bir durum yoktu.
POLİS ‘ELLER YUKARI KİMSE TELEFONLARINA DOKUNMASIN’ DİYEREK GÖZALTINA ALDI
Hangi otel burası?
Büyükada Ascot Otel. Saat 10.30’da “Eller yukarı, kimse cep telefonlarına dokunmasın” diyerek 15-20 polis ve başlarında bir polis amiri toplantıyı bastılar. İyi anlaşılsın diye söylüyorum; ayağımızda parmak arası terliklerle, şortlarla gözaltına alındık. Götürüldüğümüz Büyükada Polis Karakolu’nda, uzun bir süre hiç kimseyle görüştürülmedik. Gece 01.00 gibi bizi motorla İstanbul’a götürdüler. Bizi İstanbul’daki mahalle karakollarına dağıttılar. Ben Maltepe Topselvi Karakolu’nda geceyi geçirdim. Ertesi sabah işkence görmediğimize dair rapor almak üzere hastaneye sevk edildik. Bir sonraki gün de topluca Vatan Caddesi’ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne götürüldük. 13 gün nezarette kaldık. Orada A’dan F’ye kadar 6 koridor var. Ben B4 hücresinde kaldım, diğer hücrelerden 20 santim daha küçüktü.
Tek başınıza mı kaldınız?
Tek değildim. PKK iddiasıyla gözaltına alınmış bir abi, DHKP-C iddiasıyla alınmış bir üniversite öğrencisi ve IŞİD iddiasıyla alınmış göbeğine kadar sakalı olan iki kişi daha vardı. Beş kişi, 24 saat yanan ışığın altında, havalandırma olmadan, temmuz sıcağında zorlayıcı şartlarda kaldık. Zaman zaman nefes almanın zorlaştığı durumlar yaşanıyordu. 5 kişi 6 metrekarelik hücrede 13 gün kalmak zorundasınız. Kişisel ihtiyaçlar için üç saatte bir hücrenin kapısı 10 dakika açılıyor. Toplam 20 kişi aynı koridora çıkıyor. Koridorun genişliği 1 metre. Koridorun sonunda WC var. Yirmi kişinin 10 dakika içinde ihtiyacını gidermesi bekleniyor.
KARALAMA KAMPANYASI VARDI, GÖZALTINA ALINDIKTAN 38 GÜN SONRA BİLE GÜNDEM BİZDİK
Hayır öyle bir şey olmadı. 12. güne kadar bizimle ilgili hiçbir işlem yapılmadı. Sadece arada bir görevli geldi ve cep telefonumun şifresini sordu. Ben vermek istemediğimi söyledim. Hukukçuyum, o ifadeyi savcının alması gerekiyor. Telefonumdan eminim, olmayan bir şeyi bulamazlar ama bizim haberimiz olmadan bir şey yükleyebilirler, bilemeyiz onu. 13. gün tutuklama talebiyle Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edildik ve hakim hepimizi tutukladı. Silivri (Marmara Cezaevi) 9 Nolu Cezaevinde 100 gün kaldım. İlk 25 gün orada da tecritteydim. Hiç kimseyle görüşmedik. OHAL koşulları devam ediyordu. Avukatımla haftada 1 gün, 1 saat görüşebiliyordum. Ama o bir saat de asla tamamen kullandırılmadı.
Tabi bu arada havuz basınında büyük bir karalama kampanyası yürütülüyor. Ben bunlardan aylar sonra haberdar olabildim. Silivri’de sadece TRT FM çekiyor, sadece müzik yayını yapıyor biliyorsunuz, üç saatte bir de çok kısa haber bülteni vardı. Olaydan 38 gün sonra biz hala birinci gündemdik. Nasıl bir karalama kampanyasına maruz kaldığımızı o zaman biraz anlamlandırabildim. Vatan haini, casus… Star, Sabah, Akşam, Güneş, Takvim gibi gazetelerde başlıklar atılmış “Ajanlar Türkiye haritası üzerinde suçüstü yakalandı” gibi. Herhalde casusluktan, vatana ihanetten yargılanacağız, dedim.
Casusluk suçlaması yapıldı mı?
Tabi ki hayır. Cumhuriyet savcılığı casusluk, vatan hainliği meselesine sessiz sedasız takipsizlik vermiş, soruşturmayı kapatmış. Ama kapattığını bize tebliğ etmediler, bir sene sonra bizim tesadüfen haberimiz oldu.
GÖZALTINA ALINDIĞIMIZ SABAH ATV’NİN TRAFİĞE KAPALI ADADA CANLI YAYIN ARACI VARDI
Yani vatan hainliği ve casuslukla suçlandınız sonra bu iddialara ‘sessizce’ takipsizlik mi verildi?
Tabi aynen öyle oldu. İddia da şu; sayın Kemal Kılıçdaroğlu o tarihlerde Adalet Yürüyüşü yapıyordu. Ankara’dan İstanbul’a yürüyordu. Bizim de 15 Temmuz’un yıldönümünde Kemal Kılıçdaroğlu’nu İstanbul’da karşılayacağımız ve Gezi Parkı direnişine benzer bir kalkışma örgütlemeye çalıştığımız iddia edildi. Medyalarda çıkan iddialar bu. Ama bunun tabi karalama kampanyası sonucu olduğunu çok net biliyorduk. Bir örnek vereyim: Büyükada taşıt trafiğine kapalı. 5 Temmuz 2017 günü biz 10.30’da gözaltına alındık. Saat 11.30’dan itibaren atv’nin canlı yayın arabası Büyükada’dan yayın yapmaya başlamış. Taşıt trafiğine kapalı bir adaya canlı yayın aracını götürmek? Bu şüphesiz çok daha büyük bir operasyon, daha öncesinden medyaya haber verildiği belli olan bir durum. Bunun son derece planlı bir devlet organizasyonu olduğundan eminim.
Peki sizi hangi suçlamayla yargıladılar?
İddianame örgüt üyesi olmamakla beraber, örgüte yardım suçuna indirgendi, bundan yargılandık. Bütün bu kopan fırtına, örgüte yardım fiilinden oluştu! Bu arada Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi’nin Başkanı, benim de 25 yıllık dostum olan Taner Kılıç, Büyükada toplantısıyla hiç alakası yok, o toplantıda da bulunmadı. Çünkü Taner bizden bir ay önce İzmir’de tutuklanmıştı. Onun suçlanması bambaşka bir şey ama onun davasıyla bizim davamızı birleştirdiler ve Büyükada Davası, 11 insan hakları savunucusunun yargılandığı bir davaya dönüştü.
İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARINI SUSTURMAK İÇİN BİR ANLAMDA ESİR ALINDIK BİZ
Tamam, resmi belgelerde hakkınızdaki iddialar bunlardı ama gerçekte sizi neden tutukladılar sizce?
Londra merkezli Uluslararası Af Örgütü, 2017 başlarında KHK raporu yayınladı. Bu son derece nitelikli, kapsamlı hazırlanmış, çok iyi bir rapordu. Uluslararası alanda da Türkiye’yi oldukça zor bir duruma soktu bu rapor. Çünkü KHK’lılara uygulanan muameleler konusunda çok ciddi eleştiriler vardı. Bu raporun yayınlanmasından birkaç ay sonra Taner gözaltına alındı, ondan bir ay sonra da Büyükada baskını oldu. Büyükada toplantısında Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye Direktörü İdil Eser, ilk direktör Özlem Dalkıran vardı. Özlem başka bir derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneğini temsilen oradaydı. Ben İnsan Hakları Gündemi Derneği’ni temsilen oradaydım. Aynı zamanda Af Örgütü’nün Türkiye şubesinin kurucularından ve üyelerinden biriyim. Dolayısıyla o tarihten sonra Uluslararası Af Örgütü’nden Türkiye’ye yönelik dişe dokunur hiçbir rapor çıkamadı.
Yani Af Örgütü’nün KHK raporundan dolayı mı gözaltına alındınız?
Ben öyle olduğunu düşünüyorum. Tarihsel çizelgeye baktığımız zaman bu sonucu çıkartıyorum.
O zaman iktidar aslında amaçladığı şeyi bir anlamda başarmış mı oldu?
E tabi bir anlamda esir alınmış olduk. Çünkü Af Örgütü Türkiye Şubesi’nin hem direktörü hem yönetim kurulu başkanı aynı davadan tutuklu. Kurucuları, eski üyeleri, eski başkanı cezaevinde. Diğer insan hakları derneklerinin yönetim kurulu üyeleri tutuklu. Dolayısıyla bu insan hakları savunucularının da üzerinde baskı yaratmaya yönelik bir operasyondu.
Mahkemeye ne zaman çıktınız?
25 Ekim 2017’de duruşmaya çıktık ve Taner Kılıç dışında hepimiz tahliye edildik. Biz 100 günün sonunda serbest kaldık, Taner ise 14 ay özgürlüğünden mahrum edildi.
YARGITAY DELİL YETERSİZLİĞİNDEN DEĞİL DELİL YOKLUĞUNDAN BOZDU VERİLEN CEZALARI
Bütün bunlar olurken çok ciddi bir şekilde damgalandınız, nefret söylemiyle karşı karşıya kaldınız. İktidar medyasının hakkınızda yaptığı haberler dava sürecini nasıl etkiledi?
60-70 gün boyunca hemen hemen her gün “Casuslar, vatan hainleri yakalandı, suçüstü basıldılar” şeklinde yapılan yayınların kurbanı olduk. Bugün nasıl olduğunu hiçbirimizin anlamlandıramadığı şekilde, 10 kişilik grubumuzu ikiye böldüler, 7 kişi ilk derece yargılamasını sonucunda beraat etti, 4 kişi ceza aldı. Ben ceza alan dört kişiden biriyim. Özlem Dalkıran, İdil Eser ve bana örgüt üyesi olmamakla beraber, örgüte yardım fiilinden ötürü 1 yıl 13 ay ceza verildi. Taner Kılıç’a ise örgüt üyeliği gerekçesiyle 6 yıl 3 ay ceza verildi. İstinaf ışık hızında dosyaları onayladı, Yargıtay’ı 1,5 sene bekledik. Bir buçuk sene sonra hakkımızda ‘delil yokluğu’ gerekçesiyle bozma kararı verildi. Dikkat ederseniz delil azlığı demiyorum, delil yokluğu! Yargıtay kararında çok açık bir şekilde diyor ki, “Bu kişiler hakkında dosyada delil yok. Beraat kararı verilmesi gerekirken mahkumiyet verilmesi bozmayı gerektirmiştir.”
BU ADLİ HATA İLE DEĞİL SADECE YUKARDAN EMİR ALMIŞ OLMAKLA AÇIKLANABİLİR
Mahkemeler delil olmadan nasıl ceza veriyor, üst mahkeme de kararı onaylıyor, insanın aklı bunları almıyor.
Bunun tek açıklaması, emir almış olmaları. Ben başka bir açıklama bulamıyorum. Bu kadar büyük bir takdir yanlışlığı yapılamaz. Bunu adı hukuki hata ile açıklanabilir bir şey değil bu. Yargıtay bozma kararından sonra dosyamız İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geri döndü ve 6 Haziran 2023’te görülen son duruşmada hepimiz beraat ettik. Meğersem terörist değilmişim, terörist olmadığımızı mahkeme tespit etmiş oldu. Ne oldu? Aradan 6 yıl geçti ve altı yıl boyunca biz bununla uğraşmak zorunda kaldık. Maddi manevi yüküne katlandık. Hepimizin çocukları var, bir sosyal çevrenin içinde yaşıyoruz. Çevremizde karalanmış olduk. Bize yöneltilen suçlama yenilir yutulur bir suçlama değil. Ama işin sonunda delil yok, dolayısıyla beraat noktasında geldik. Devlet, deyim yerindeyse eli çok yüksekten açtı; casusluk, ajanlık, vatan hainliği, ondan sonra terör örgütü üyeliği, ondan sonra örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüte yardım ve işin sonunda geldiğimiz nokta beraat. Yani maşallah harika bir ceza hukuku sistemimiz var.
BEN CEZA HUKUKÇUSUYUM DERDİMİ 6 YILDA ANLATABİLDİM, ANADOLU’DAKİ İNSAN NE YAPSIN?
Beraat ettikten sonra söylediğiniz bir cümle beni çok etkilemişti: “Altı yılda bir ceza hukuku öğretim üyesi olarak kendimi ancak anlatabildim demek ki! Sesi soluğu iyice kesilmiş, maddi manevi çöküntüye düşen vatandaş, kendi vatanında, kendi devleti, kendi yargı gücü tarafından neler yaşıyor acaba?”
Evet esas söylenmesi gereken şey budur. Ben altı yıllık mücadelenin sonucunda, bir ceza hukukçusu olarak kendi suçsuzluğumu kanıtlayabildim. Ama herkes benim kadar şanslı değil. Ben ne kadar şanslı olduğumun farkındayım. Benim elimde imkanlar vardı. Bir kere ailem dimdik arkamda durdu, arkadaşlarım, dostlarım, çevrem beni destekledi. Ama binlerce, milyonlarca insanın böyle şansları, böyle destekleri yok. Medyaya ulaşmakta bir sorunum yok, kendimi anlatmakta bir problem çekmiyorum. Bütün bu şanslarıma rağmen bir ceza hukuku doktoru olarak suçsuzluğumu anlatmam 6 yılı buldu. Ömür geçti. 47 yaşına geldim. Bu şansları olup da suçsuzluğunu kanıtlayamayan insanların sayısı da az değil. Osman Kavala bunların başında geliyor. Özellikle Anadolu’da yürek sızlatan o kadar hikaye var ki… Bu süreçte en çok çocuklar zarar görüyor. Ben cezaevine girdiğimde oğlum 1,5 yaşındaydı. Şimdi ilkokul birinci sınıfı bitirdi. Çocuklar büyüyor, zaman geçiyor, ömür geçiyor, bazı şeyleri devletimize anlatabilmemiz nadiren mümkün olabiliyor.
2024’TE 550 BİN KİŞİ CEZAEVİNE GİRECEK, BUNUN PLANLAMASI YAPILIYOR
Anlatamayan da binlerce insan var.
Türkiye’de 2.2 milyon soruşturma açıldı. 2.2 milyon üyeli bir terör örgütü olabilir mi? 2.2 milyon suç işlenmiş olabilir mi? Şu anda 356 bin cezaevi nüfusumuz var. 356 bin rekor. 2024 yılı sonuna kadar cezaevi kapasitesinin 550 bine çıkarılması hedefleniyor. 550 bin kişi cezaevine girecek, bunun planlaması yapılıyor. Peki kim girecek? Siz gireceksiniz, ben gireceğim, bizim üst komşu girecek. Bir delilik durumu, bundan bir an önce kurtulmak gerekiyor. Bu rejim devam ettiği müddetçe Türkiye’ye bir iyiliğin geleceğini çok mümkün görmüyorum.
Size karşı yapılan bu nefret söylemiyle nasıl mücadele etmeyi düşünüyorsunuz? Hakkınızda yapılan birçok “hain, casus” haberlerine dava açacak mısınız?
Bakın o basında ne hakkımızdaki takipsizlik ne de beraat kararıyla ilgili bir haber bile yapılmadı. 60 gün boyunca bizi karalayan, bizi her türlü hakaretle itham eden basın, beraat ettiğimin haberini bir satır koymadı. Yayınlanmasını da beklemiyorduk zaten ama yapılan faaliyetin gerçek bir gazetecilik olmadığının en önemli kanıtı. İktidarın haber organına dönüşmüş durumdalar. Eski Sovyetler Birliği’nde Pravda gazetesi ne ise Türkiye’deki bir grup basın da benim için o, hükümetin bülteni.
Bundan sonra ne yapacaksınız?
Kararın kesinleşmesini bekliyorum. KHK’lı olduğum için pasaportum yedi yıl önce hakkımdaki ceza davası nedeniyle iptal edildi. İki kere başvurmama rağmen alamadım. Karar kesinleşince pasaportumu alacağım. Avukatlık yapamadım bu süreçte, 25 yıl önce aldığım avukatlık ruhsatnamemi de bu davadan dolayı kullanamadım.
‘ÖL’ DİYORLAR BİZE, KHK’LILARA AMA BİZ İNADINA DİRENMEYE DEVAM EDECEĞİZ
“Avukatlık yapamama” süreciniz de çok sancılı geçti değil mi…
Baro beni iki kere avukatlık levhasına yazdığı halde, Adalet Bakanlığı KHK’lı olduğu için avukatlık yapamaz diye dava açtı ve idare mahkemesi bakanlığı haklı gördü. Kararı AYM’ye taşıdım. Anayasa Mahkemesi Günal Kurşun kararında “KHK’lılar avukatlık yapabilir” diye çok açık karar verdikten sonra avukat olabildim. Ama bundan hemen bir ay sonra Adalet Bakanlığı tekrar bir dava daha açıp bu defa Büyükada Davası’ndan aldığım cezayı gerekçe göstererek yine avukatlığımı iptal ettirdi. Yedi yıldır bu yüzden avukatlık da yapamıyorum. Artık avukatlık mesleğimi yapabileceğimi ümit ediyorum. Aslında bu yedi yıl, tam bir açlığa mahkum edildik. AİHM’in deyimiyle bir insanı sivil ölüme terk etmek anlamıma geliyor. KHK’lılar bunu yaşıyor. Öl diyorlar hepimize ama biz de inadına yaşamaya, direnmeye devam ediyoruz.
CUMHURBAŞKANI ‘AYNI GEMİDEYİZ’ DİYOR YA, DEĞİLİZ, ONLAR BİZİ GEMİDEN ATALI ÇOK OLDU
Neler yaptınız bu süreçte? Akademik anlamda, bir aktivist olarak…
Çeşitli insan hakları projelerinde, barolarda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Türkiye hukukunda doğrudan nasıl uygulanabileceği konusunda eğitimler verdim. İki kitap yayınladım. Biri Ceza Avukatının İnsan Hakları El Kitabı başlığını taşıyor. Kendi konumla ilgili sürekli yazıyorum, dersler veriyorum, İngilizce, İtalyanca çeviri yapıyorum, çaba gösterince oluyor ama çok zorlandım. Ben insan hakları alanıyla ilgili olduğum ve piyasanın içinde bulunduğum için şanslıyım, ama başka bir akademisyen bu kadar şanslı olmayabilir. Cumhurbaşkanı “Aynı gemideyiz” diyor ya, aynı gemide değiliz. Onlar bizi gemiden atalı çok oldu. Üstelik okyanusun ortasında attılar. Devletime rağmen ben ölmedim ve hayatta kalabildim.
Bugün BM 18 Haziran Nefret Söylemiyle Mücadele Günü, ilk kez geçen yıl ilan ettiler, nefret söylemi daha çok gündeme getiriliyor artık.
Benim doçentlik tezim ayrımcılık ve nefret suçlarıydı. Ben onun kitabını yazdım ama tam doçentlik için başvurumu yapmak üzereyken, ekim ayında ihraç edildim. Ders verdiğim konulardan biri de nefret suçları, nefret söylemi. Nefret söyleminin önlenmesi çok önemli bir konu. Nefret suçuna giden yol, nefret söylemi taşlarıyla döşelidir. Toplumda da KHK’lılara, benim gibi insan hakları savunucularına yönelen devlet kaynaklı bir nefret söylemiyle karşılaştık. Bundan sonra da hakkımı hukuk yoluyla arama derdinde olacağım, basına yönelik tazminat davalarını açacağım ama tarafsız ve bağımsız bir yargının olmadığı bir sistem içerisinde bu tip davaların bir başarı şansı olabilir mi emin değilim. Elimden geldiği kadar bu mücadeleyi devam ettirmeye çalışacağım.
‘SENİN BABAN TERÖRİST’ DENİLDİĞİ İÇİN İNTİHAR EDEN ÇOCUKLAR VAR BU ÜLKEDE
Akademide devam edecek misiniz?
Bu işler olmasaydı ben bugün profesördüm, bir daha da olamayacağım. Bugün beni görevime iade etseler bile gidip ülkede ceza muhakemesi hukuku varmış gibi ders nasıl vereceğim, üniversiteye dönsem de mutlu olur muyum emin değilim. Nefret suçu uygulandığı sürece bunun mağduru sadece biz değil, çocuklarımız, ailemiz, çevremiz. Bir kuşak bu ötekileştirmeyle birlikte yaşadı. Daha geçen haftalarda Kayseri’de 15 yaşında bir kız çocuğu sınıf arkadaşları tarafından “Senin baban teröristmiş” diye aşağılandığı için kendisini beşinci kattan atarak intihar girişiminde bulundu. Böyle çok örnekler var. Çocuklar bu propagandaya maruz kalarak büyüdüler. Onlar kendi devletleriyle nasıl barışacaklar? Hadi bizden geçti, devletimiz bizden sonraki kuşakla nasıl bir sosyal ilişki kuracak. Bunlar hakikaten yakıcı sorular.
Cumhuriyetin 100. yılı nedeniyle bir genel af konuşuluyor. Cezaevindeki insanlar hukuki olarak hapisten çıkamayacaklarını bildikleri için tek beklentileri af. Onları anlıyorum ama bir ceza hukuku hocası olarak çok net söyleyebilirim, “af” kavramsal olarak ceza hukukunun dibine konulmuş bir dinamittir. Beraat ettim diye söylemiyorum, daha önce de aynı görüşteydim, ben yanlış bir şey yapmadım, bir suç işlemedim ki affedileyim. Suç işlemiş birisi affedilir. O eylemleri ben bugün yine olsa yaparım. Bu cümleleri mahkemede de kurmuş biri olarak söylüyorum. Aynı yazıları bir daha yazarım. Çünkü ben hukuku savundum, insanları hukuku uygulamaya davet ettim, bunun için özür dileyecek değilim ki…
KHK’LILARA YAPILANLARIN ARKASINDA BAŞKA BİR SOSYOLOJİ BAŞKA BİR KEMİK VAR
KHK’lılara yapılanlar ne ile kıyaslanabilir? Böyle kitlesel nefret söylemi yaşandı mı?
Oldu tabi. 1915 Ermeni soykırımdan başlayarak konuşulması gereken birtakım gerçeklikler var. Türkiye geçmişiyle yüzleşemiyor. 1915 Ermeni soykırımı ile yüzleşmediğiniz zaman 1935 Trakya pogromunu, Edirne’de Yahudi ailelere yapılan ev baskınlarını kitaplar bile tek tük yazabiliyor, konuşulamıyor bunlar. Bu konuyla yüzleşmediğiniz zaman 1938 Dersim tertelesini anlayabilmeye imkan yok. Onunla yüzleşmediğiniz zaman, 1942 gayrimüslimlere getirilen Varlık vergisini anlamlandıramıyoruz. O hareketle yüzleşmeyince 6-7 Eylül 1955 ile bir türlü yüzleşilemiyor. 6-7 Eylül olaylarını anlamazsanız Kahramanmaraş-Çorum olaylarını anlayabilmek çok mümkün değil. Alevilere yapılan ötekileştirmeyi, nefret suçunu, damgalamayı ve nihayetinde öldürmeleri… Bunu anlayamayınca Sivas olayıyla yüzleşilemiyor. Sivas 1993 yılında oldu, daha dün gibi. Bakın bir çırpıda günümüze geldik. Bunlarla yüzleşmeyince KHK’lılara yapılan zulüm de anlaşılamıyor tabi. Devletimiz buna yanaşmıyor. Bunun altında başka bir ekonomi, başka bir sosyoloji yatıyor, başka bir kemik var orada ve bu kemiğin de hukukla uzak yakın bir alakası yok.
Bu kadar büyük bir kitlenin etkilenmediği öne sürülüyor.
Niceliksel olarak bu kadar büyük olmamıştı herhalde ama nitelik aynı… Nitelik olarak daha beterleri de oldu. Öldürdüler insanları, kadınlara tecavüz ettiler, çocukları kestiler. KHK’lılara ağaç kökü yesinler denildi, o çocukların nerede nasıl yaşayacaklarının hiçbir önemi yok denildi. Daha ağırlarını da söyleyenler oldu. En temel vatandaşlık haklarının kullandırılmaması gerektiğini söyleyenler oldu. 2018 seçimlerinden önce “KHK’lılar oy kullanmasın” diye kampanya yaptılar.
KHK’LIRA YAPILAN SOYKIRIM SUÇU DEĞİL AMA İNSANLIĞA KARŞI SUÇ
KHK’lılara yapılanları kimi soykırım olarak görüyor, kimi görmüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Benim yüksek lisans tezim soykırım suçu. Ben görmeyenlerden biriyim. Gerçekçi olmak lazım. Soykırım suçu böyle olmaz. 1942 Soykırım Sözleşmesi var. Soykırım suçunun unsurları orada tanımlandı. Daha sonra eski Yugoslavya ve Ruanda uluslararası ceza mahkemelerinde de aynı tanım benimsendi. En son 1998 Roma Statüsü ile kalıcı ve sürekli hale getirildi. Ceza mahkemesini kuran statünün 8. maddesinde de soykırım suçu aynı, 1948 soykırım suçu tanımını muhafaza ederek netleşti, kesinleşti yani. Ve o tanıma göre KHK’lılara yapılan bir soykırım değil.
Ama burada herhangi bir suç yok mu? Asla. Bence bu bir insanlığa karşı suç. Bilerek isteyerek toplumun belli bir grubunu çok zor yaşam koşullarında yaşamaya mahkum etmek sözkonusu. Soykırım suçunda dört gruba karşı soykırım yapılabilir; dinsel, ırksal, ulusal ve etnik gruplar. KHK’lıların bu dört gruba da dahil değil. KHK’lıları en fazla siyasi grup olarak nitelemek lazım ama siyasi bir gruba soykırım yapılmasını uluslararası ceza hukuku soykırım olarak görmüyor. Ama dediğim gibi insanlığa karşı suç kavramıyla karşı karşıyayız. Bu soykırımdan daha genel bir suç.
“Fetöcü” suçlamasının çok benzeri 1970’li yıllarda Kamboçya’da meydana geldi. Kızıl Kmerler iktidardayken Marksist-Lenist bir devlet yapısı kurmuşlardı ve Kızıl Kmer ideolojisini benimsemeyen herkese karşı bir soykırım başlatıyorlar. Markist-Lenist olmayan herkesi öldürüyorlar. Ülke nüfusunun yüzde 30’unu yok ettiler. Bu da mahkemelerde tartışıldı ve neticede bunun da soykırım olmadığına karar verildi. Çünkü kurban edilen siyasi bir grup denildi. Birleşmiş Millet özel mahkemeleri Kamboçya’da yapılanların insanlığa karşı suç olduğuna dair karar aldı. KHK’lılara yapılan ötekileştirme bu örneğe daha çok oturuyor.
TÜRKİYE ÇOK KÖTÜ ŞEYLER YAŞADI, BUNLARIN BİLİNMESİ İÇİN ANLATILMASI GEREKİYOR
Nefret söylemiyle mücadele konusunda KHK’lılar ne tavsiye edersiniz?
Bir kere herkes yaşadığını anlatmalı, konuşmalı. Toplumda daha sık, daha güçlü ve yüksek perdeden konuşulması bundan sonra olası nefret söylemini engeller. İnsanlara konuşmalarını öneririm, hikayelerini anlatsınlar, anlatamıyorlarsa yazsınlar, hiçbir şey yapamıyorlarsa bir video çekip Youtube’a koysunlar. Bilinir hale getirilmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye’de çok kötü şeyler yaşandı. Bunları ne kadar çok anlatabilirsek bir daha yaşanmasının önüne daha kolay geçeriz. Konuşulması nefret suçuna maruz kalan insanlara da iyileştirici etki yapar. Ayrıca umudu muhafaza etmelerini öneririm. Evet biz çok kötü şeyler yaşadık, ama çocuklarımızın daha fazla kötülükle karşı karşı kalmaması için hem fiziksel hem ruhsal sağlığımıza iyi bakmamız lazım.SEVİNÇ ÖZARSLAN-KRONOS