Maalesef gün geçmiyor ki dünya arenasında meydana gelen büyük bir felaketle sarsılmış olmayalım.
Bu kimi zaman bir sel felaketi oluyor, kimi zaman fırtına, kimi zaman da bir deprem.
Bu yüzden nerdeyse sürekli telaş ve endişe içinde oturup kalkıyor; yaşanan bu felaketler sebebiyle ciddi panikler yaşıyor ve iki adım ötede bilmem ne sürprizle karşılaşacağımızı tam kestiremiyoruz.
Yunanistan ve Libya’daki Sel felaketleri.
Yangınlar…
Tabiat olayları…
“Türkiye’deki deprem felaketinden sonra, Mağrip (Fas)’teki depremle ve ardından Libya’daki sel felaketinde çok sayıda insan, ne yazık ki hayıtın kaybetti.”
Karşımıza çıkan beklenmedik bu tür hâdiselerle alâkalı tavırlarımız, daha çok ayakta kalabilme mücadelesi şeklinde oluyor.
Yazının başlığına çektiğim cümle, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Fas’ta meydana gelen deprem münasebetiyle Herkulnagme kanalında yayınlanan, ‘İnsanca Davranmalıyız’ yardım çağrısı videosundan aldım.
Malumunuz, 8 Eylül 2023’te Fas’ın başkenti Marakeş merkezli; binlerce insanın ölümüne yol açan 7 büyüklüğünde bir deprem oldu.
Yer bilimciler, bu tür hadiseleri yerin derinliklerinde meydana gelen fay kırılmalarıyla izah ediyorlar. Onların yaklaşımını o alanda bilgim olmadığı için bir şey diyemiyorum. Dolayısıyla ben, branşım gereği bu meseleyi dini açıdan ele alacağım.
Hocaefendi de, o konuşmasında meseleyi dini açıdan bakıyor ve şöyle diyor: “Çok korkunç bir zelzele olmuş. Çok ölen var herhalde. Orada olduğu gibi bizde de oldu malum.
Cenab-ı Hak Ümmet-i Muhammedi tedip ediyor. Şirazeden çıkmış bir halimiz var. Kayda değer durumumuz yok maalesef. Bize düşen şey ağlayanın ve inleyenin yanında olmak.”
Evet, bu meseleyi evvela Enfâl suresi, 25’ci ayet perspektifinden açıklık getirmek istiyorum.
Cenab-ı Hak bu ayeti kerimede; “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.” buyurmaktadır.
Bediüzzaman ve bazı âlimler bu âyeti şu şekilde yorumlamışlardır: “Beşer, bir derece külliyet kesbeden zulümleri vasıtasıyla işledikleri haksızlıkların sonucu olarak, kâinat ve onun içindeki gözle görülemeyecek kadar küçük olan külli unsurları kızdırırlar. Arz ve Semâvâtın Rabbi ve Hâkimi olan Allah, küllî ve geniş bir tecellî ile kâinatın tamamında Rubûbiyetini harekete geçirir.
Bu yolla, bütün insanlığı hem uyarır hem de dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ister.
Ayrıca bu şekilde, tanımak istemedikleri Kâinatın Sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen, umumî ve dehşetli âfâtı insan nev’inin yüzüne çarparak hikmetini, kudretini, adaletini, iradesini ve hâkimiyetini gösterir.” (Sözler, Süreyya Yay, s. 226-227) Bu açıdan her ne kadar depremin arakasında değişik saikler aransa da bizim dikkat çekmek istediğimiz esas nokta kader-i İlâhî’nin verdiği adil hükümdür.
Zira yeryüzünün değişik coğrafyalarında çok ciddi zulümler işlenmekte ve insanlık genel manada bu zulüm ve haksızlıklara duyarsız kalmakta.
İkinci olarak, bilenler hatırlayacaktır. Bediüzzaman, Birinci dünya savaşının akabinde yaşanan felaketlere çok ciddi üzülür ve felaketlerin sebebini düşünür.
Mânen rüya olan yakazada bir şey bulamayınca, hakikaten yakaza olan rüyayı sâdıkada bu meseleyi açıklığa kavuşturacak bir ziya arar ve bulur.
Bulduğu şey şudur: “Her asırda gelen zatların oluşturduğu bir meclis, kendisini davet eder ve; “Ey helâket ve felâket Asrının adamı söyle bakalım, musîbet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Umumi, genel mânâdaki musîbet ekseriyetin hatasına terettüp eder. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti.” (Tarihçe-i Hayat, s. 161)
Soruyu soran zatlar, Hasan-ı Basrî, İmam-ı Rabbanî, Mevâlana gibi zatlardır. Burada ilginç olan şey, soruda geçen, “musîbet, cinayetin neticesi” ifadesidir.
Yani ‘dışarıda suçlu arama yerine nasıl bir cinayet işlediniz ki bu musîbet başınıza geldi’ onu sorgulayınız denmektedir.
Üstadımızın verdiği cevaba gelince onu, Tarihçe-i Hayat adlı esere bakabilirsiniz.
Ben bu soruyu hem Fas’ta yaşanan hem de kendi ülkemizde de sık sık meydana gelen felaketler çerçevesinden bakmak istiyorum.
Evet, lafı uzattığımın farkındayım. O zaman şöyle diyeyim. İnsanlığa hizmetten başka bir derdi olmayan gönüllüler hareketi bu gün yeryüzünde çok ciddi soykırıma maruz kaldı/kalıyor.
Fakat başta islâm alemi olmak üzere dünyaya insan hakları dersi vermeye çalışan ülkelerin hiç biri sesini çıkartmıyor.
En son Fas depremiyle alakalı Hocaefendi’nin iki buçuk dakikalık açıklamasında dediği gibi ‘Günümüzde Hizmet’e yapılan zulmün bir benzeri başka bir dönemde hiç olmadı.’
Ama buna rağmen insanlık ‘körler sağırlar birbirini ağırlar’ havası içinde hareket ediyor.
Her şeye rağmen Hocaefendi, “Bize düşen şey ağlayanın, inleyenin yanında olmak” diyerek büyüklüğünü ve civanmertliğini sergiliyor. Ardında da ‘elimizden ne geliyorsa, gücümüz neye yetiyorsa yardım edelim. Biz kendimiz de mağdur, mazlum, mahzun ve mükedderiz. Bizim de tutunacak halimiz yok. Fakat ne olursa olsun insanca davranmalıyız” diyerek yardım çağrısı yapıyor.
Burada müsaadenizle, “Fakat ne olursa olsun insanca davranmalıyız” sözünün üzerinde durmak istiyorum.
Bu cümlenin anlamı bence ‘el alem bize ne yaparsa yapsın, buna Mağrib yönetimi de dahil’ biz, bize düşeni yapalım demektir. Malumunuz Fas’ın diğer adı Mağrib’dir.
Mağrib yönetimi ne yapmış olabilir ki, derseniz onu da Prof. Suat Yıldırım hocamızın “Çağın Bir Şahidinden” ismiyle kaleme aldığı kitabından aktarayım. Suat hocamız, oralara yaptığı seyahati ‘Fas’taki Altı Türk Okulu’ başlığıyla yazmış. Orada Mağrib’de açılan hizmet okullarının çok kaliteli eğitim verdiğini ve halkın da çok ciddi teveccüh gösterdiğini yazıyor. Fakat, 2015’te Türkiye’de baş gösteren diktatoryanın zorlamasıyla bu okullar, dikta rejimine ait Mâârif Vakfına peşkeş çekilmiş.
Bu peşkeş olayının üzerine Suat hocam Mağrib yetkilisine bir mektup yazıp okulların vakıf olduğunu, “vakıf şartını bozmanın haram olduğunu” hatırlatmış.
Ancak sonuç değişmemiş.
Marakeş’te meydana gelen depremle bunun ne alakası var derseniz, o zaman yazının başında verdiğimiz hem Enfâl suresi, 25’ci ayetin açıklamasını hem de Üstadımıza yöneltilen o soruyu bir daha okumanızı tavsiye ederim.
Sonuç olarak, Hocaefendi, “Fakat ne olursa olsun insanca davranmalıyız” dedikten sonra bize düşen mazlum halkın yanında olmak ve gücümüz neye yetiyorsa bu yardım çağrısını kulak vermektir.
‘Ateş nereye düşerse düşsün evvela bizi yakar’ deyip yangını söndürmektir.
Hususi olarak Efendimiz(s.a.v), “Müslümanların derdiyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” (Hâkim, el-Müstedrek, 4/352) buyurmak suretiyle bu hususa dikkatlerimizi çekmiştir.
Evet, mü’minlerin dertleriyle ilgilenme, hakiki insan olmanın asgari şartıdır.