Kendimden utandım. Sebepler planında sahip olduğum her şeyde en büyük payı olan Hizmet’e ben bu kadar minnettar olamadım diye düşündüm.
Sonra kendime haksızlık yapmam hem doğru hem de caiz olmaz diyerek derin bir muhasebe yaptım. Yaptığım muhasebe sonucu “Hayır, ben de en azından bu kadar minnettarım, müteşekkirim ama ihtimal minnettarlığı bu ölçüde, bu netlikte, bu kararlılıkta üçüncü şahıslarla paylaşmıyorum” noktasında karar kıldım.
Avustralya’nın Melbourne, Perth ve Sydney şehirlerinde idim. Bir davet vesilesi ile gittim. Bu şehirlerde eskimeyen nice eski dostlar, eskimeyecek nice yeni dostlarla karşılaştım ve tanıştım. İmkân elverdikçe çay-kahve muhabbetinden araba seyahatlerindeki müzakerelere, sohbet ortamlarındaki karşılıklı konuşmalardan ayak üstü soru cevaplara kadar münasebetlerim oldu bu dostlarla. Silinmez ve unutulmaz anlar yaşadım, hatıralar biriktirdim. Ağladığımız da oldu güldüğümüz de. Dünü de konuştuk bugünü de. Türkiye, Hizmet, din, entegrasyon, çocuklarımız söz konusu ortamların ve konuşmaların ortak paydasıydı.
Ama bir şey beni can evimden vurdu. Sözü uzatmadan başta söyledim onu; minnettarlık. Kime ya da neye minnetdarlık? Hizmet’e. Nasıl mı? Anlatayım. Bir çok insan sürecin mağdurlarından. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde gördüğüm şekliyle Meriç tecrübesi yaşamamış hiçbirisi. Vize ile gelmişler bu ülkeye. Ama hapis hayatları olmuş bazılarının. Bazıları KHK ile işinden gücünden edilmişler. Avustralya’dan önce başka ülkelerde kalmışlar. Düzenleri bozulmuş, malları gasp edilmiş, emekli maaşlarına el konulmuş, üç gün içinde ülkemizden çıkın ültimatomları verilmiş, eş ve çocuklarından yıllarca ayrı kalanlar olmuş ve daha nice mağduriyetler. Fakat ne Allah’a isyan anlamını taşıyan bir söz duydum bu insanlardan ne Hizmet’e atıp tutmalar.
Sorgulamıyorlar mı? Sorguluyorlar. Yapısal ve sistemik manada hata olarak gördükleri bir çok şeyi eleştirel bir gözle ele alıp değerlendirmeler yapıyorlar. Bir daha aynı hataların tekrar etmemesi gerektiğini seslendiriyorlar. Anlam veremedikleri olaylar ya da tatmin olmadıkları açıklama ve izahlar için detaylı bilgi ve kanaat soruyorlar. “Siz nasıl düşünüyorsunuz?” diyorlar. Psikoloji kitaplarında okuduğum “Açık iletişim” modelinin dibine vuruyorlar. İsim isim, hadise hadise, şehir şehir, tweet tweet hepsini ama hepsini gündeme getiriyorlar.
Bütün bu açık yüreklilikle sorgulamalar yapmalarına rağmen dününden pişman olan hiç kimseyi görmedim. Çektikleri onca sıkıntıya, uğradıkları onca haksızlığa rağmen Hizmetin kendilerine kazandırdıklarını itiraf etmekten dur olmuyorlar. “Eğer Hizmet elimizden tutmasaydı, ev ve yurtlarında bize barınma imkânı vermeseydi, anne babamı ikna edip beni köyümden çıkartmasaydı, burs vermeseydi ben bugünkü ben olmazdım. Medyunum, müteşekkirim” diyorlar.
Bir şey daha diyorlar: “Bir gecede hepimizi terörist ilan ettiler, daha ötesi var mı ya hu? Bu durumda yapılması gereken el ele, omuz omuza, gönül gönüle verip barışçıl mücadele içinde bulunmamız gerekmez mi? Hukuk önünde hak aramak adına güç birleşimi yapmak zorunda değil miyiz? “Vur Abalıya mantığı ile hareket etmenin alemi var mı? Sahih bilgi temeline dayanmayan kıyasıya eleştiriler bizi doğru bir sonuca ulaştırır mı? Sosyal medyanin psikolojik harp için en elverişli zemin olduğunu bilmiyor muyuz? İçinde bulunduğumuz şartlar itibariyle sahayı terk etme bunca minnettarlığımızın olduğu Hizmet’e kelimenin en hafifiyle nankörlük olmaz mı?”
Önemli mi bu? İslami ahlak açısından elbette önemli. “İnsanlara teşekkür edemeyen Allah’a teşekkür edemez” sözü Peygamber beyanıdır, hadistir. Nankörlük eden sahip olduğu nimetleri birgün gelir felekten yiyeceği bir tokatla kaybeder. İlahi kanundur bu. “Şükrederseniz nimeti ziyadeleştiririm, nankörlükte bulunursanız benim azabım çok şiddetlidir” Allah’ın beyanıdır. Şiddetli olan azab nedir bunu bilemiyoruz. Herkeste farklı tezahürleri olabilir.
Uzatmayacağım, ilk defa tanıştığım, bir-iki günlük beraberliğimiz içinde samimiyeti sözünden değil yüzünden okunan bir dostun söylediği şu söz sadece bana değil benim gibi halkın önüne çıkıp sohbetler eden nicelerine rehber olacak mahiyette. Onunla bitiriyorum. “Bize Hocaefendi’yi anlatmayın, onu yaşayın.” Benim gafil kafama bir tokmak gibi indi bu söz ve tesirini hem zihnim hem vicdanım hem de kalbimde kaç gündür derinden derine hissediyorum. Doğru söylüyor anlatmayın yaşayın derken. Belki bir ayetten mülhem şöyle de ifade edebiliriz; yaşadığınızı, yaşadığınız kadarını anlatın. Bundan sonrası biraz avamca olacak ama olsun. Demek istiyor ki: “Bize maval okumayın, masal okumayın, hikâye anlatmayın. Aklımızla alay etmeyin. Çocuk değiliz. Her şeyin farkındayız.”