Tarihte bir dönem hırsızlık yapanların elini keserlermiş. Aslında İslam hukukunda hadd cezaları caydırmaya yönelik cezalardır. Örneğin, Hadd-i Sirkat yani hırsızlığa verilen ceza caydırıcı amaçlı bir cezadır, uygulanması da bazılarının iddia ettikleri gibi, hırsızı yakala ve hemen elini kes gibi basit bir süreç değildir.
Tarihsel örneklere göz attığımızda, bu sürecin şöyle işlediğini görürüz: Suçu işleyen kişi akıl baliğ olmalı yani yetişkin ve aklı melekelerine sahip olmalı. Çalınan malın veya paranın nisap miktarında veya fazlası olması.
Güvenilir ve adaletli en az iki kişinin olaya şahit olması ve bunu hâkim karşısında anlatmaları gerekir. Hırsızlığın mahiyeti, ne niyetle yapıldığı, çalınan malın cinsi, değeri, nasıl çalındığı, hırsızlık yeri, hırsızlığın ne zaman yapıldığı, malı çalan şahsın şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tespit edilmesi gibi, tüm delillerin toplanması ve hakime sunulması. Hakimin sunulan deliller ve şahitlerin ifadeleriyle suçun sabit olduğuna kanaat getirmesi gerekir.
Bu şartların hepsi yerine gelmiş olsa da, İslam hukukunda cezalar caydırıcı olduğu için, suçun mahiyetine göre suçluya hadd cezası yerine ihtar veya daha hafif cezalar verildiği tarihi kayıtlarla sabittir. Asrı saadette meydana gelen bir vakada, kadının biri hırsızlık suçunu 20 defa tekrarlıyor, mükerreren ihtar edilip serbest bırakılmasına rağmen vazgeçmiyor, sonunda ibreti alem için eli kesiliyor.
Şimdi bütün bunları niye anlatıyorsun diyeceksiniz…
El cevap, 17-25 yolsuzluk ve rüşvet haftasının yıldönümü olduğu için böyle bir giriş yapayım dedim.
Türkiye’de herkesin her şeyi çok iyi bildiği halde, olayın detaylarını bir türle dillendiremediği 17-25 Aralık 2013’de bakanlara kadar uzanan büyük bir yolsuzluk ve rüşvet operasyonu başlatılmıştı.
Soruşturmanın ilk günlerinde olayın üstünü siyasi baskıyla kapatmaya çalışan dönemin başbakanı, 25 Aralıkta soruşturmanın oğluna kadar uzayacağını, hatta soruşturma engellenmezse, havuzun başında bizzat kendisi olduğunun ortaya çıkacağını görünce, soruşturmayı yürüten yargı ve emniyet mensuplarının Hizmet Hareketi tarafından yönetildiğini ve paralel bir devlet yapılanmasında yer aldıklarını iddia etti.
Hemen ardından, bir dizi hukuk dışı kararlarla bağımsız yargıyı ve emniyet teşkilatını siyasi otoritenin kontrolü altına aldı.
Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarını yürüten tüm savcı ve polislerin paralel yapı mensubu iddialarıyla suçlanmalarına rağmen, 4 bakandan Egemen Bağış Avrupa Birliği Bakanlığı görevinden alındı.
İçişleri Bakanı Muammer Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar bakanlık görevlerinden istifa etmişlerdi. Polisin ve savcıların topladığı deliller yolsuzluğun korkunç boyutlarını açıkça göstermesine rağmen 5 Ocak 2015’te TBMM’de yapılan oylamada (iktidar oylarının çoğunluğuyla) eski bakanların Yüce Divan’a gönderilmemesine karar verildi.
Bakanların görevlerinden alınmaları veya istifa etmeleri kendilerine isnad edilen suçları işlediklerini teyit etmesine rağmen, soruşturmayı yürüten savıclar ve polisler tutuklardı, cezaevlerine atıldı, işkencelere maruz bırakıldı ve bazıları da devletin cezaevlerinde öldürüldü. Bu süreçte, yargı saraydan gelen talimatlarla yönetilirken, hukuk ayaklar altına alırken, sadece görevini yapan memurlara iftiralar atılıp, zulmedilirken, muhalefet de dahil, tüm Türkiye sustu ve Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet davasına takipsizlik kararı verilmesine seyirci kaldı.
Peki sonra ne oldu? Artık hukukun kendilerine dokunamayacağından emin olan suç çetesi iyice cesaretlendi. Çalmaya devam ettiler ve yolsuzlukla elde edilen paralar 3-5 milyon dolardan, milyarlarca dolara yükseldi.
Ülkede bir muhalefet olmadığını da gören çete, polis ve yargıyı tamamen kontrolleri altına alabilmek için 15 Temmuz darbe tiyatrosunu planladı. 16 Temmuz’dan itibaren de, yargının tabutuna son çiviyi çaktılar.
Gerçek şu ki, ülke son on yıldır herkesin gözü önünde müthiş bir şekilde soyuluyor ve sömürülüyor. İktidar ve müttefiklerinin mal varlığı her geçen gün biraz daha artarken, vatandaş fakirleşiyor, işi gücü olan vatandaşlar bile ay sonunu nasıl getireceğim diye kara kara düşünüyorlar.
17 – 25 Aralık’da ortaya dökülen kirli çamaşırlar, buz dağının sadece görünen kısmı olduğunu muhalefet de dahil herkes biliyor.
Buna rağmen ülke toplumunun kafa yapısını kritik bir analize tabi tuttuğunuzda, bir tarafta “devletin bekası önemli, varsın devlet büyüklerimiz saltanat sürsün, biz soğan ekmek yemeye razıyız” diyen biatçılar, diğer tarafta, “aman bunlar yargılanırsa, o savcı ve polislerin masumiyeti yargı yoluyla ispatlanmış olur” mülahazasıyla üç maymunu oynayan muhalefet olduğunu görüyoruz. Muhalefetin asıl kaygısı, masum olduklarını bildikleri insanların masumiyetlerinin hukuken ispatlanması.
Şimdi, tüm Türkiye vatandaşlarını bir iç muhasebesi yapmaya ve şu soruyu cevaplamaya davet edelim: tarihte bir kadının eli 20 defa hırsızlık yaptıktan sonra kesilmiş, başınızda ki kadro 20 değil 20,000 defa üst üste yolsuzluk yaptı ve yapmaya da devam ediyor.
Üstelik milli hazineden çalıyorlar, yani sizin çocuklarınızın geleceğini çalıyorlar. Bu devirde artık el kesme yok, lakin en azından hortumları kesilip, bunların artık yargılanmaları gerekmez mi?
Şayet siz halen bu ekibi desteklemekte ısrar ediyorsanız, 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet bayramınızı kutluyorum ve hepinize gelecekte daha sıkıntılı günler diliyorum.