Huda Kaya ve Nazlı Ilıcak.
Her dönemin, her sürecin mağduru iki yürekli insan.
İki vicdanlı eski vekil.
Biri başörtü zulmü için mücadele etti, öteki, başörtülülerin çektiği zulme kol-kanat gerdi.
Huda Kaya Vekil’in ismi dile gelince; 28 Şubat’ın acımasız yüzünü açıkça görmüş, mağdur olmuş, diyet ödemiş bir hanımefendi geliyor aklımıza.
Sayın Nazlı Ilıcak’ı ise, Merve Kavakçı’nın başörtüyle meclise girdiğinde uğradığı lince direnen, bu kötülüğe, haksızlığa dur diyen, ona kol kanat geren biri olarak hatırlıyoruz.
Ve ne yazık ki, aradan çeyrek asır geçmesine rağmen, talihsiz ülkemin cephesinde değişen bir şey yok.
İki ay önce Cumhuriyet’in 100. yılını geride bıraktık.
Zalimler, sahne değişimiyle başkalaşsa da zulüm devam ediyor, mazlum aynı.
İki Hanımefendi de demir parmaklıklar arkasında.
Bu iki isim bile, tek başına, mevcut iktidarın ikiyüzlü, münafık vasıfını göstermeye yeterli.
Tabi kalbi mühürlü, vicdanı paslı, boğazı tasmalı, midesinden de Saray’a bağlı değilseniz.
Bilhassa bu iki sima özelinde, son çeyrek asırdır ülkeyi yöneten zihniyetin, değişmeyen acımasız, gaddar yüzünü görmek ve okumak mümkün.
Huda Hanım ve Nazlı Hanım’a yapılanlar, sözüm ona bacılarının başörtüsüne sarılan, bunun, tepe tepe siyasetini yapanların, ahlaksızlıkta düştükleri hazin tabloyu resmetmesi açısından çok manidar.
HDP eski Milletvekili Huda Kaya, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca Kobani davası kapsamında, “kaçma şüphesi!” ve “kuvvetli şüphe!” gerekçesiyle tutuklandı.
Soğuk Silivri’nin demir parmaklıkları arkasında, 28 Şubatçıların tarihi utancı ve karanlık dönemin eseri olan “başörtü” saçmalığının bedelini Huda ve Nazlı Hanım geçmişte ödedi, bugün hala ödüyorlar.
Ama Meclis’in sıcak, ceylan derili, turuncu koltuklarında keyif çatan Ravza Kavakçı, ablası Merve Kavakçı ve öteki “başörtülü bacılar”, bugünlerin sefasını sürüyorlar.
Kendilerine kol kanat gerenleri, sırça saraylarından görme imkanları yok; gözlerine perde inmiş.
Mesela, Parti’nin Meclis’teki ladysi (!) “body language” konuşmasıyla TBMM’de arz-ı endam eden, başındaki örtüyüye sık sık atıfta bulunun Özlem Zengin ve/ya halef-selef olduğu Leyla Şahin’den tek kelimelik tepki yok.
Utanma bilmez iki yüzlüler!
En azından, göstermelik de olsa, bir iki kelam edin değil mi?
Uşak’ta zirve yapan çıplak arama ahlaksızlığını yalanlayan Özlem Zengin’in, söyleyecek bir sözü olamaz mıydı?
Ya da Kavakçı‘giller’den…
Hadi onlar hafıza özürlü, vefasız…
Erbakan’ın oğlu da Meclis’te.
Onun diline arılar mı soktu?
Hadi onu da geçtik…
Meclis’te bir araya gelince TBMM çatısını ‘başörtülüler cennetine (!)’ çevirenlerden birinin çıkıp, cılız sesle de olsa, “Ne oluyoruz, bize neler oluyor, biz ne vakitten beri böyle canavarlaştık?” dememeleri şaşılacak bir garabet.
Hadi bu muhteremeleri(!) de geçtim…
Eşi, kardeşi, annesi, teyzesi veya halası başörtülü olan (vicdanlı vekilleri müstesna tutarak) sürüyle milletvekili var Meclis’te.
Hadi onları da geçtik…
Başörtülü seçmenin oyuna talip olan, sözüm ona milliyetçi, mukaddesatçı partili olan çakma muhalefet cenahından, vekillerin de mi gözleri kör, kulakları sağır bu zulme?
Hadi onları da geçtik diyelim.
İyi’lik adına, mazlumdan yana, ağzından söz sadır olmayan İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in yüreği pas mı tuttu?
Meclis’in vicdanlı sesi ve diğer Meral’i olan DEM Parti Grup Başkan Vekili Meral Danış Beştaş kadar vicdanı yok mu?
KÖYLÜ VE KURT HİKAYESİ!
Büyük edebiyatçı Yaşar Kemal’in; her daim Anadolu köylüsüne ve sürülerine musallat olan ‘Kurtlar sürüsü’ hikâyesiyle bitireyim:
Anadolu’da, bilhassa dağ köylerinde, kırsalda hayat süren ve koyun, keçi besleyen çiftçilerin, köylülerin korkulu rüyasıdır kurtlar.
Köylü, kurt korkusuyla oturur kalkar.
Gözleri hiçbir şey görmüyor, son 7-8 yıldır masumlara, gariplere aç sırtlanlar gibi musallat olan, bizim arlanmaz iki ayaklı kurtların ve onlara eşlik eden Kurtçu’ların!
Her gün yeni bir mezalimle güne başlayıp, yarınlar için yeni zulüm yöntemleri için kafa yoruyorlar bizim şehirli sözüm ona iki ayaklı kurtlarımız.
Öyle köyün kurtları, böyle şehrin azgınlaşmış kurtları büyük beladırlar Anadolu toprakları için.
Bu, dün de böyleydi, bugün de…
Bu kafayla gidersek, yarın da öyle olacak gibi…
Bildiğiniz gibi kurt, koyun veya keçi sürüsüne dalarsa sadece payıyla iktifa etmez.
Önce sürüyü baştan sona boğazlar, cansız bırakır.
Sonra boğazladıklarından birini alır, olay mahallini terk eder.
Yani kurdun daldığı sürü telef olmuş, geriye kayda değer bir şey kalmamış demektir.
Koyun, keçi veya davar sürüsünden başka bir var-dünyası ve geçimi olmayan Anadolu köylüsü, eğer bunlara kurt musallat olmuşsa çöker, hayatı adeta biter; kışın ortasında açlıkla karşı karşıya kalır.
Aynen böyle bir olay yaşanır bir dağ köyünde.
Kurdun saldırısına uğramış köylüler, gördükleri manzara karşısında donar kalırlar, kurda karşı kin, nefret ve öfkeyle dolup taşarlar.
Köyün ileri gelenleri, sürü sahipleri, düşman cephesi kurttan intikam almak üzere köpeklerini, iplerini alıp atlarına biner, dağ-bayır aramaya çıkarlar.
Asıl hedef, katil kurdu bulmak ama öldürmeden yakalamaktır.
Dolayısıyla cezasını kanlı değil, canlı canlı vermek ve hınçlarını almak isterler.
Cinayet zanlısı kurdu canavarı yakalayıp sonra da diri diri yakmaktır, büyük hayalleri.
Köylüler onu yakalamanın usul ve üslubunu uygulayarak, hedeflerine varırlar ve yakalarlar.
Ama kurt saldırılarına daha köklü bir çözümü kafasında şekillendiren köyün bilgesi, olaya müdahale eder, kurda zarar verilmemesini önerir.
Kin bağladıkları, öç almak istedikleri kurda bir fiske bile vurmamaya karar verirler.
Böylece kurdu hiç incitmezler.
Yalnız sağlam bir telle, kurdun boğazına bir çıngırak takarlar ve kurdu okşayarak, sırtını sıvazlayarak salıverirler.
Boğazı çıngıraklı kurt sevinerek, büyük kuyruğunu ayaklarının arasına kısarak ve mermi gibi koşarak ayrılır köylülerin yanından.
Tabii boynundaki büyük gürültü çıkaran çıngırağıyla birlikte.
Böylece dağ-bayır nereye giderse gitsin, büyük gürültü çıkaran çıngırağıyla birlikte gider.
Artık bu katil kurt, hiçbir canlıya yaklaşamaz çünkü çıngırak sesini uzaktan duyan her hayvan, önceden kaçar, kendini kurtarır; çoban da, sürü de artık bu çıngırak sesiyle birlikte teyakkuza geçer.
Kurt ise boğazında çıngırak, bozkırlarda, dağ-bayır oradan buraya koşup durur.
Sonunda kurt dağlarda açlıktan önce yavaş yavaş zayıflar, sonra güçsüz düşer ve en sonunda bağıra, bağıra, böğüre böğüre nalları diker.
Kıssadan hisse;
Teşbihte hata olmasın, bugünkü kurt ve beraberindeki sırtlanlar sürüsü, Anadolu Coğrafyasına dadanmış durumda ne yazık ki…
Kurdun boynuna cırgırak takacak delikanlı da gözükmüyor malesef.
Onun için yüz değiştirerek, her dönemortaya çıkan kurt ve beraberindeki sırtlanlar, her dönem bir mahalleye musallat oluyor.
Hakan Şükür’ün ifadesiyle; “Akarken dolduranlar” ya alkışlıyor veya sessizliğe bürünmüş sağır ayağına yatıyorlar.
Bunlar midelerinden peylenen, boğazına kadar harama batan, rejimin çarkından sebeplenenlerdir
Bu canavarlara karşı ses çıkaran Kaya ve Ilıcak’lar gibiler, bedel ödüyorlar.
Ahlakını satan, vicdanını yok eden ve tüm değerlerini yitirmişlerden zaten bir şey beklemiyoruz.
Peki ya günümüzün muhalefeti?
Veya muhalif görünümlü gırtlak ağalarına ne diyeceğiz?
Onlar da; kurtla beraber öldürüyor, çobanla beraber yiyor, sürü sahibi köylülerle beraber ağlıyorlar.
Bu timsah gözyaşlarına kanan Anadolu’nun safderun bir kitlesi de, olup bitene inanıyor, “başörtülü baçıların” cennetinde, Hüda Kaya ve Nazlı Ilıcak’lara, nasıl bir cehnnem yaşatıldığının farkıda bile varamıyor.