Kış, baharla son dansını yapıyordu.
Ülkemden kaçıyordum.
Kaçakçı yoldan Güney Doğulu olduğu anlaşılan bir genç daha aldı.
Boş bir tarlada zifiri karanlıkta yürüyorduk.
Terlerimiz, yağmurlara karışıyordu. Yağmur damlaları elbiselerimizden geçiyor vücudumuzdaki tuzlu terlerle buluşuyordu.
Ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyordu. Biliyorduk ki bu böylece sürerse yolları, tarlaları su basacak, yürünmez hale gelecekti. Önümüzde on-on iki saatlik bir yolumuz vardı.
Önümüzdeki ümit, yıllarca düşman bildiğimiz Yunanistan’a geçmek; arkamızdaki korku, dün dost bildiklerimiz tarafından yakalanıp hapse atılmaktı.
Uzaklarda kabaran derelerin korkunç uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı…
İkide bir sendeliyordum.
Yüzüm ve vücudum belki de yağmurdan fazla döktüğüm soğuk terle sırılsıklam oldu. Dizlerimde, ayaklarımı çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyordu.
Yağmur, ter, gözyaşları yüzümü yıkaya yıkaya, biteviye, mola vermeden yürüyorduk.
Kendi ülkemizden kaçıyorduk.
Kaçakçı çok tedbirli davranıyordu.
Toprak yollardan, patikalardan, yemyeşil ekin tarlalarından geçiyorduk.
Karşıdan bir araba gelirken benim yüreğim ağzıma geliyordu.
Kaçakçı “Korkmayın!” diyordu.
Islak ekinlerin arasında kaçakçının “Yat, kalk, alçak sürün!” komutlarıyla yatıyor, kalkıyorduk. Kendi ülkemizin topraklarında parya gibiydik.
Gece karanlıktı.
Nereye bastığımız belli değildi. Uzaktan derelerin sesleri, saba rüzgarının tatlı uğultularına karışıyordu.
Ülkemin sesleriydi bunlar.
Sırtımda çanta ile 10 kilometreden fazla yürüdük.
Sabaha doğru çiy yağmıştı.
Gün aydınlanırken Meriç’i geçtik.
Nehri geçince bir tuhaf oldum. Nehrin kıyısında elbise ve ayakkabıdan küçük dağlar oluşmuştu. Meğer orası deport edilenlerin yeriymiş. Mültecileri soyarak geri gönderiyorlarmış.
Yüreğim üşümeye başladı.
Nehri geçirince kaçakçı, “Benden bu kadar. Haydi yolunuz açık olsun!” dedi ve geri döndü.
Meriç’i geçmiştik ama hala korkudan titriyordum.
Uzaktan Yunan askerleri bize doğru geliyordu.
Korkudan sırtım buz kesti.
Güneydoğulu genç, “Saklanmalıyız.” dedi, “Ben buraları çok iyi biliyorum, benini takip et”
Kuytu bir yere çekildik. Askerler bizi görmedi.
“Buraları çok iyi biliyorsun?” dedim Güneydoğulu gence.
“Bu kaçıncı geri gönderilişim ben de unuttum.” dedi.
“Neden ülkeni terk etmede bu kadar ısrarcısın?” dedim.
“Orası, bizim gibilerin yaşam alanı olmaktan çoktan çıktı.” dedi.
Yabancı bir ülkedeki bir dağ başındaki kuytulukta sohbet koyulaştı.
Güney Doğulu genç, “Sen nerelisin?” dedi bana.
“Ege’nin şehirlerinden” dedim, “Adım Rasim.”
“Sen neden kaçıyorsun?”
“Başka çarem kalmadı.” dedim, “Biz de 15 Temmuzda bir gecede terörist ilan edildik.
Büyük marketlerim vardı. İktidar bütün mallarıma, mülklerime el koydu.
İşsiz kaldım, dışlandım.
Ali Ünal Hoca hemşerimizdi. “‘İmtihan oluyoruz, sabret.’ diyordu.
Lakin, gönül sabretse vücut sabretmiyor.
Şeker, tansiyon, müzmin baş ağrısı başladı.
Sadece servetimi değil sağlığımı da kaybetmiştim.
Varlıktan sonra yokluğa düşmek zordu.
Hatta zorun zoruydu.
Sevenlerimin de birçoğunu kaybetmiştim.
Kapımızın önündeki kedilerden başka dostumuz kalmamıştı.
Bir karanlıkta yol alıyorduk. Küçük, çok küçük bir ışıkla gözlerimiz gülecekti ama o da yoktu.
İnsan ümidinizi kaybedince her şeyini kaybediyor.
En yakın akrabalarımızın, eşimin, çocuklarımın arasında bile kendimi yalnız hissediyordum.
Işığa açılan bir pencerenin ne kadar kıymetli olduğunu o günlerde anladım ben. Güneş bütün dünyayı aydınlatırken bana bir gram bile düşmüyordu.
Bütün çeşmeler, bütün pınarlar sanki bana küskündü, bir yudum suyu esirgiyorlardı. Kimse arayıp sormuyordu.
Bazı yakınlarımsa korkularından aramıyorlardı.
Bir gün Ali Ünal Hocayı eli kelepçeli polislerin arasında görünce dünyam karardı
Son umut ışığım da sönmüştü.
Sanki karanlık bir kuyunun dibinde bir başıma yaşıyordum.
Dünyanın bütün ışıkları sönmüştü.
Boş boş öylesine dolaşıyordum.
Bazan elimden alınan marketlerin önünden öylesine geçiyordum. Onlara uzaktan bakıyordum. İnsanlar ellerinde paketlerle çıkıyorlardı. O an kendimi çok daha kötü hissediyordum.
Bizim oralarda boş gezene “deli” derler.
Peygamberimizin (s.a.v) “Kişinin, en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği, koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur.” sözünü hatırladım.
Çoban olmaya karar verdim.
Ömrümde hiç çobanlık yapmamıştım.
Eşim çoban olmamı hiç istemedi.
Lakin aklımı zayi etmekten korkuyordum.
Koyunlarla, kuzularla kırlara açıldım.
Önde koyunlar, keçiler arkada ben.
Koyun nasıl güdülür bilmiyordum ama çobanlık bana iyi gelmeye başladı.
Hep sürünün arkasından gidiyordum.
Bir gün birisi, “Öyle koyun güdülmez.” dedi.
Meğer sürünün önünden gitmek gerekiyormuş.
Tabiatla iç içe olmaya başladım. Köstebek yuvalarından arılara kadar her canlıyı fark etmeye başladım. Güneş rengi sarı çiğdemler, kayaların aralarına sapsarı bir halı serilmiş gibiydi.
Geceleri, dağlarda bol yıldızlı gecelerde, ışıklı bir üzüm salkımı gibi Süreyya takımyıldızının menziline incecik hilalin girişini seyrediyor, akıllara hayranlık veren Allah’ın sanatı karşısında hayretten hayrete geçiyordum.
Ben çalmasını bilmiyordum ama başka çobanların çaldıkları kaval sesine doyuyordu yıldızlı geceler.
Suların seslerine karışan kuş cıvıltıları, hışırdayan ağaç yaprakları, ağustos böceklerinin avazeleri, derelerden gelen kurbağa sesleri, muhteşem bir kır orkestrası oluşturuyorlardı.
Kırlarda taşların ve kayaların bile adı vardı. Delikli Taş, Kızıl Kaya, Serin Pınar, Koca Çam…
Ve bin bir dili vardı kırların…
Baharda ağaçlardan yapraklar fışkırıyordu. Çiğdemler patlıyor, ağaçlar çiçekleniyordu. Ortalık, çam, yaban nanesi, yarpuz kokuyor, su çağıltıları ortalığı velveleye veriyordu. Kumrular, adını bile bilmediğim kuşlar durup durup ötüyordu.
Tepeden tırnağa çiçeğe kesmiş ağaçlarda yüz binlerce, milyonlarca çiçeğin kokusu, böceklerin, kuşların, karıncaların başını döndürüyordu.
Bilmediklerimi biliyor, görmediklerimi görüyor, duymadığım sesleri duyuyordum.
Ben bu sesleri neden duymamış, tabiatın bağrındaki bu rengarenk çiçekleri, gökte çiçek açan yıldızları neden görmemiştim.
Marketin daracık raf aralarında, kolilerin arasında dolaşırken meğer neleri ıskalamışım.
Issız dağ başlarındaki çoban ateşlerinin başında çalınan kavalların ezgisine kaptırmıştım kendimi.
İçimde kar ayazı sevdalar ağlıyordu her gece.
Bir gün batımında sırtımı bir ağaca dayamış ufku seyrediyordum.
Önümde akşam güneşinin ışık ve renk oyunlarına sahne olan yemyeşil bir ova uzayıp gidiyordu. Kasabalılar, ovayı ikiye bölen toprak yoldan arabalarla evlerine dönüyorlardı.
Köyümüzde, kasabamızda ellerinden tutulup okutulan çocuklar insanlığa faydalı olmaya başlarken, “gulyabaniler” kesmişti önlerini.
Gidenler uçup gitmişlerdi.
Gidemeyenler bir cani gibi takip ediliyor, hapislere atılıyordu.
Issız dağ başlarında bile rahat yoktu. Bütün dostlar sırt çevirmişti. Koyunlar, köpekler, dağlar, taşlar dost olmuştu.
Olayların nereye varacağı belli değildi. Onurlu ve ahlaklı yaşam biçimleri, küçük bir hadise karşısında ‘sihirli’ dört harften oluşan kelime ile durduruluyor ve tüm dünyanın suçları üzerlerine bırakılıyordu. Yaşadığımız zamanın ağırlığı dağ başlarında bile nefes kesiyordu.
Firavun’un zulmünden kaçan Hazreti Musa da Medyen’de bir gün batımında tıpkı benim gibi bir ağaca sırtını yaslayarak;
‘‘Rabbim! Doğrusu bana indireceğin en küçük hayra muhtacım.’’ demişti. Gidecek bir yeri de yoktu. Üstelik üzerindeki elbiseden başka elbisesi de yoktu. O da lime lime olmuştu. Yanında hiç azık da yoktu. Yalnızdı ve garipti.
Hazreti Musa daha ellerini indirmeden biraz önce sürülerini suladığı kızlardan biri çıkagelmiş ve ‘‘Babam az önce bize yaptığın işin karşılığını ödemek için seni çağırıyor.’’ demişti.
Hazreti Musa daha gün batmadan hem sığınacak bir ev hem bir iş hem de bir eş sahibi olmuştu. O günden sonra Hazreti Şuayb’ın koyunlarına çobanlık etmeye başlamıştı.
Zalime ve zulme boyun eğmemek için sarayda prensliği elinin tersiyle itmiş, sahrada çobanlığa talip olmuştu.
Peygamber olup da çobanlık yapmayan mı vardı?
Her peygamberin bir hikayesi vardı. O hikâyeler, asırlar öncesinden günümüze gönderilen bir mektup gibi bize yol gösteriyordu.
Sırtımı yasladığım o ağacın dibinde, ‘‘Allah’ım! Ben de Hazreti Musa gibi diyorum. Doğrusu bana indireceğin en küçük bir hayra muhtacım.’’
Dilim bu sözleri dökerken gözüm de ılık yaşlar dökmeye başladı.
Duam kabul oldu.
Yoğurt, peynir, süt… Bolluk başladı.
Doğumlar oluyordu.
Hayatın seslerini duyuyordum.
Derken bayağı bir bolluğa erdik.
‘‘Allah’ım! Sen rızıklandırıyorsun. Biz çobanlık yaparak da rızkımız kazanırız.’’ dedim.
Çobanlık bana büyük keyif vermeye başladı.
Sevdim bu işi. Baş ağrısı, tansiyon hepsi geçti.
Dağ başları Allah’la baş başa, sırlarla dolu bir dünya.
Kimse bilmez görmez.
Özgür dağlar…
Tam her şey yoluna girdi derken yargıtay davayı onadı.
Özgür dağları da bize çok gördüler.
“Eh ne yapalım, biraz yatar, bayram havasında çıkar geliriz.’’ diye düşündüm.
Bir arkadaş, “Yahu ne diye hapiste yatacaksın. Git buralardan.” dedi.
Şimdi gördüğün gibi buradayım.”
Yabancı bir ülkenin topraklarında, bir dağ başında sohbet koyulaştı.
Güneydoğulu genç ailesinin yaşadıklarını anlattı;
“Babam korucu olmaya zorlandı.” dedi. “Kabul etmedi. Köyümüzden sürüldük. Anamın gözyaşları hiç dinmedi. Babam kahrından öldü. Çok geçmeden anam da öldü. Ben kaldım tek başıma.”
Biz konuşurken Edirne’nin minarelerinden sabah ezanları okunmaya başladı.
Ben de bir duygu patlaması oldu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
“Ne oldu?” dedi, Güneydoğulu.
“Ülkemizin özgür dağlarını bile bize çok gördüler.” dedim. Samanyoluhaber.com