“19. yüzyıl efsanesine göre gerçek ve yalan bir gün buluşurlar. Yalan doğru söyler ve “Bugün hava çok güzel.” der.
Gerçek ona bakar ve gözlerini gökyüzüne kaldırır. Gün gerçekten çok güzeldir, doğru söylemesine şaşırmıştır. Bir kuyunun önüne gelene kadar birlikte zaman geçirirler. Yalan hep doğruyu söylemektedir.
Yalan, “Su çok güzel, birlikte yüzelim!” der. Gerçek, bir kez daha şüpheci bir şekilde suya dokunur, su gerçekten de çok güzeldir. Ona inanıp soyunur ve yüzmeye başlarlar. Yalan bir anda sudan çıkar, gerçeğin kıyafetlerini giyerek kaçıp kayıplara karışır. Kızgın gerçek, kuyudan çıkar yalanı bulmak ve kıyafetlerini geri almak için her yere gider.
Dünyada çıplak gerçeği görenler onu hor görmekte, öfkeyle ve ayıplamayla bakmaktadırlar. Zavallı gerçek kuyuya geri döner ve sonsuza dek ortadan kaybolur.
O zamandan beri yalan, dünyanın her yerinde gerçek gibi giyinmiş ve içimizde yaşamaktadır. Dünya ise hiçbir şekilde çıplak gerçeği görmek istememektedir.”
Öyle insanlar tanıdım ki!
Yalan ile gerçek insanlığın tarihinde hep bu şekilde tezahür etmiştir demiyorum ama sanki… Cümlemi yarım bıraktım. Onu tamamlamak için neler neler yazdım, sonra vazgeçtim. Zira istisnalar var. Ben bunun şahidiyim. Öyle insanlar tanıdım ki yalan onun hayatına bir kez bile misafir olmamış. Öyle hadiseler biliyorum ki o hadisede rol alanlardan bazıları bütün çıplaklığı ile gerçeği dile getirmiş ve hakikat bütün netliği ile hem o dönemin hem o toplumun hem o devletin önünü aydınlatmış. Onun için bu anlatıda söylenen gerçeğin insanlığın hayatından bütün bütün çekildiği sonucuna katılmıyorum.
Bu bağlamda Bediüzzaman’ın şu tespitinin daha doğru olduğuna inanıyorum. O diyor ki: “… sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi; bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-i içtimâiye bozuldu.”
Doğrusu bu. Yalan ile gerçek aynı dükkanda birlikte satılır oldu. İnsanlar da alışverişe gittikleri o dükkanda neyin doğru neyin yalan olduğunu ayırt edemez hale geldi. Zira o dükkanın sahibi ve çalışanları öyle bir pazarlama ustası olmuşlardı ki malını tanıttıkları cümleler içinde yalan ile gerçeği birlikte pazarlamaya başladı. Zamanla bu konudaki maharetleri gelişti, öyle inandırıcı bir hal kazandı ki kimse ondan/onlardan şüphe etmez ve edemez oldu.
Gerçeğin yüzüne bakan yok!
Bediüzzaman yukarıdaki cümlenin sonuna şunu da ekliyor: “Propaganda-ı siyâset, yalana fazla revaç verdi.”
Bir başka yerde de “Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.”
Yani birbirine zıt olan şeyler elbiselerini değiştirmişler der ve şu misalleri verir: “Zulüm, basına adalet külahını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bağy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş.”
Konumuz özelinde biz ilave edelim; yalan gerçek olmuş piyasada dolaşıyor, gerçek de yalan olmuş kendini kabul ettirmek için dilenci gibi ortalıklarda dolaşıyor. “Dinleyin beni. Gerçek benim. O sizi kandırıyor!” diyor. Diyor ama yüzüne bakan yok.
Sonuç ne olur? Yalanın mahiyetine göre bir insan, bir topluluk, bir toplum, bir devlet, bir medeniyet zamanla çöker ve yok olur.
Bunun bir de ahiret boyutu var. Onun için Google ana sayfasının ara bölümüne “Yalan ile ilgili ayet ve hadisler” diye yazın ve önünüze çıkacak ilk sayfayı tıklayın. Sizi temin ederim, zerre kadar ahirete inancı olan insan o sayfayı yüzü kızarmadan, kalb atışları hızlanmadan, gözleri yaşarmadan, düşünceden düşünceye dalmadan, kendi hayatını sorgulamaya durmadan sonuna kadar okuyamaz.