Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, bu haftaki ‘Pazar Yazıları’ köşesinde Köyümün Yağmurları isimli bir yazı kaleme aldı.
“Eğer ölürsem buralarda
Vasiyetimdir, beni götürsünler
Doğduğum topraklara”
Yağmurlu bir Hazar akşamıydı.
Sağanak yağmurun ve soğuğun sillelerinden sıyrılıp salona girdiğimizde bir Türkmen öğrenci, “Köyümün Yağmurları”nı söylüyordu.
Gecenin karanlığında, buz kesen rüzgarlara karışan bu türküyü, o gün bugün hiç ama hiç unutamadım.
“Eğer ölürsem buralarda
Vasiyetimdir, beni götürsünler
Doğduğum topraklara”
Hazar’ın kıyısındaki bir Türkmen şehrinde körpe bir Türkmen delikanlısından dinlediğim bu türküyü, Türk Okulu’nda görev yapan ve belli ki köyünün hasretini çeken bir öğretmen öğretmişti.
Kim bilir hangi mevsim ayrılmıştı köyünden.
Kaç kış geçmişti de ıslanamamıştı köyünün yağmurlarında.
Anasını arayan bir kuzu meleyişi vardı bu seste.
Bana mı öyle gelmişti yoksa bir gurbet gecesinde bulutların coşkunca ağlayışından mıydı bilemiyorum. Sanki yürekleri hasret doluydu öğretmenlerin.
Acı çektikleri belliydi ama hiçbir acı boşa çekilmezdi. Kendilerini, sevgiden bir dünya kurma sevdasına adamışlardı.
Okul müdürü Cemil Bey uzun boylu, esmer güzeli, vakur bir gençti.
Yüzü güven veriyordu.
Bakışları derindi.
Gönlünün gamı gözlerinden dökülüyordu.
Asil ve hakikatli bir yiğit olduğunu hemen anlamıştım. Sessiz-sakin duruşu, masum bakışı, yeni doğmuş hilalin kıvrımları gibi siyah kaşları ele veriyordu özünü:
“Bu insan hiç kimseye kötülük yapamazdı.”
Yüksek dağ tepelerinde, yuvasında yavrularını bekleyen kararlı bir kartal gibi bakıyordu güzel gözleri.
İçim ısınmıştı bu insana.
Şehir valisi ara sıra elinden sıkıca tutuyor ve;
“Bu benim kardeşim! Bu bana bir yıl önce kadar kaybettiğim evladımın acılarını unutturdu. Yüreğimde yanan korları söndürdü.” diyordu.
Daha sonraları Cemil Bey’in, ölümün her köşe bucakta pusu kurduğu Afganistan’a gittiğini öğrendim. Hayatlarını hiçe sayarak, çoluk çocuklarını alıp en tehlikeli mahrumiyet bölgelerinde görev yapan bu polat ruhlu öğretmenler vahşetsiz bir dünya kurmak için gurbetleri vatan edinmişlerdi.
15 Temmuz’dan sonra tutuklandığını ve hapiste olduğunu duymuştum.
Birkaç gün önce hapishanenin taş duvarları arasında yazdığı hatıraların bir bölümü elime geçti.
Hapishane hatıralarına; “Evimde Kur’an okuyordum.” diye başlıyor. “Kapının zili çaldı. Baktım polisler. Hayatımda yeni bir imtihan döneminin başladığını anladım.
Polisler evi talan ettiler. Ellerime kelepçe vurdular.
Bana bu tutuklanmayı nasip eden Rabbime gözyaşları dökerek şükrettim.
Polislerin arasında elim kelepçeli götürülürken eşim dördüncü katta bulunan evimizin balkonundan, kucağında beş yaşındaki yavrumuz Dicle ile yaşlı gözlerle bana bakıyordu.
Bu ayrılığın uzun yıllar süreceğini ne benim ne de eşimin tahmin etmesi imkansızdı.
Komşular ve çocuklar merak içinde bana bakıyordu.
Ben bir cani gibi polislerin arasında gidiyordum.
Mahallenin çocukları beni çok seviyordu.
Onlarla ayrı bir hukukum vardı. Zaman zaman onları bakkala götürür, bir şeyler alırdım. Bazen de onların arasında onlarla futbol oynar, sevinç ve neşelerini paylaşırdım. Gol atılınca bütün çocuklarla havada avuçlarımızı çarpıştırır, zafer işareti yapardık. Camii dönüşünde fırından taze simit alır, birlikte yerdik. Yalnız bu kadar da değil. Sabahları okula giderken çocuklardan kime rast gelsem mutlaka bir şeyler ikram ederdim.
Nezarethaneye getirileli bir saat ya olmuş ya olmamıştı. Akşam namazının vakti idi. Aceleden elimdeki küçük su şişesini açarak orucumu açtım. Akşam namazının farzına durdum. Hemen sonra kapıda bir kalabalık belirdi. Kalabalıktan birisinin ‘Geleceğimizi biliyordu, namaza durmuş.’ dediğini işittim. ‘Korkmuş da namaza durmuş.’ demesinler diye aceleden selam verdim. Mazgal deliğinden uzaklaşmakta olan kalabalığa seslendim;
‘Namazım bitti!’
Açılan kapıdan başta amirleri olmak üzere altı sivil memur içeri girdiler. Amir bana doğru yaklaşarak hiçbir şey söylemeden iki defa bacak arama tekme salladı. Bir yumruk da karnıma attı. Çenem de sert yumruklardan nasibini aldı.
Ben şok oldum. O alçağın darbeleri sertti, sarstı beni. Dengemi kaybedip arkadaki tahta bankın üzerine düştüm. O ara memurların hepsi birden bağırarak üzerime çullandılar. Beni bankın üzerinden kaldırıp yüzüstü yere yatırdılar.
‘Yat, yat, yat, yat!’ diye hep birden bağırıyorlardı. Yerde, ellerimi arkadan kelepçelediler. Derken sağdan, soldan, üstten hep birden tekmelerle saldırdılar. Karın boşluğuma, belime var güçleriyle ve bütün öfkeleriyle vuruyorlardı. Enteresan bir şekilde hiçbir acı duymuyordum. Adeta bedenim uyuşmuştu. Bir memur da amirlerini kucaklayıp engellemeye çalışıyormuş gibi bir gösteri yapıyordu. Bunu yapmaktaki maksatlarını anlayamıyordum.
On beş dakika kadar üzerimde tepindiler. Derken beni öylece bırakıp gittiler. Onlar oradayken bir kez olsun inlemedim ve bağırmadım.
Sadece nefes almakta güçlük çekiyordum. Nefes alırken bir bıçak ciğerime saplanır gibi oluyordu.
Bu daha başlangıçtı. Neler yapacaklarını tahmin bile edemiyordum. Allah’a sığınmaktan başka çarem yoktu.
Yerden kalkamadım. Öyle ağrılar içinde ne kadar kaldım bilemiyorum. Kendimden geçmişim.
Bir ara nezarethane kapısı açıldı. Sitemizde benimle selamlaştığı için gözaltına alınan iki öğretmeni getirdiler. Onlar beni öyle görünce çok korktular.
‘Abi nasılsın, yapabileceğimiz bir şey var mı?’ dediler.
İyi olduğumu, bir şeye ihtiyacım olmadığını söyledim.
Biraz sonra amir, iki sivil polisle tekrar geldi. Böğrüme tekmelerle tekrar daldı. Bu sefer de attığı darbeler bana acı vermiyordu. Hissetmiyordum.
Bu Allah’ın bir lütfu olmalıydı.
Beş saat öylece yüz üstü yattım, doğrulamadım.
Öyle yüz üstü yatarken beni oradan çıkarıp sürükleyerek bodruma indirdiler. Burası sekizer kişilik dört odanın yan yana dizildiği bir yerdi. Odaların ön tarafı tavana kadar yükselen demir parmaklıklarla kaplıydı.
Beni getirdiklerinde nezarethaneler boştu. Benden başka kimse yoktu. Çünkü bu şehrinde, darbeden sonra ilk gözaltına alınan bendim.
Baskı yöntemleri vardı. Neler mi yapıyorlardı? Çırılçıplak soyularak karşılarına oturtup sorgu yapıyorlardı mesela.
Kadınları ve kızları namusları ile tehdit ederek konuşmaya zorluyorlardı. Kızlarımızı, eşlerimizi getirip herkesin ortasında soymakla tehdit ediyorlardı. Hani bunları yapmazlar, yapamazlar da diyemiyorduk.
Sorgulanırken, darp edilirken polis şefi bana hiçbir şey sormuyordu. Diğerleri için de durum aynıydı. Yani görevliler zanlıyı kamerasız, sağır bir odaya alıyor, hiçbir şey sormadan işkenceden geçiriyordu.
Bütün bunlardan anladığım şuydu: Gözlerimiz korksun, endişeye kapılalım, suçlu-suçsuz bildiğimiz ne kadar isim varsa hepsini sayıp dökülelim. Böylece cemaat içerisindeki bağlar kopsun ve herkes herkesin kuyusunu kazsın. Böylece yapı dağılıp gitsin. İnsanları itirafçı, muhbir, şikayetçi yapmakta tek gaye buydu.
‘Ailelerinizin başına sizin yüzünüzden büyük fenalıklar gelecek.’ diyorlardı.
‘İtirafçı olun ve buradan çıkın gidin!’
Yirmi dört gün aralıksız işkence gördüm.
Yirmi dört gün sonra ellerim kelepçeli olarak tabut denilen cezaevi aracına bindirildim.
Ben, ben olmaktan çıkmıştım.
Sanki üzerimden tomruk yüklü tır geçmişti.
Demir tokmaklarla gözü dönmüş iri yarı adamlar başıma başıma vurmuştu.
Büyük değirmen taşlarını getirip sırt üstü yatarken üzerime koymuşlardı.
Umutlarım, istikbalim, hayatım yerlere dökülüyordu. Bana yakın durması gereken ölüm, beni ölmeden öldürüyordu.
Tabutun demir kafesli camından dışarı baktım. Dışarda hayat billur bir su gibi akıyordu. Bense karanlık sularda boğuluyordum.
Yolda yürüyen bir tabutun içinde yapayalnızdım.
Çaresizdim, kimsesizdim.
Yirmi dört gün sonra ilk defa hapishane aracının camından eşimi gördüm. Benim için hazırladığı eşyalar vardı elinde.
Gözleri gamlıydı. Omuzlarına dağlar gibi kederler binmişti.
Mahkemede Hâkim, ‘Darbeye teşebbüs etmişsin.’ dedi.
‘Hâkim Bey!’ dedim, ‘Mensubu olmakla suçlandığım cemaatin eğitim kurumları ile ilgimi bütün detayları ile karakoldaki ifademde anlattım. Yurt içi ve yurtdışında verdiğim hizmetlerde devletime, milletime, insanlığa, hukuka karşı suç olabilecek hiçbir faaliyet içinde olmadım. Öğrenci yetiştirdim, insanlara rehberlik ettim.
Ben ömrü Türkmenistan’ın kızgın çöllerinde, Afganistan’ın ölüm kusan dağlarında geçen bir öğretmenim, ben silah kullanmamsını bile bilmiyorum nasıl darbe yapabilirim.”
Şimdi ülkesindeki bir hapishanenin taş duvarları arkasında olan Cemil Öğretmeni bir kış günü Horasan diyarlarında görmüştüm.
Soğuğun sillelerinden sıyrılıp salona girdiğimizde bir Türkmen öğrenci, “Köyümün Yağmurları”nı söylüyordu.
Gecenin karanlığında, buz kesen rüzgarlara karışan bu türküyü, o gün bugün hiç ama hiç unutamadım.
“Eğer ölürsem buralarda
Vasiyetimdir, beni götürsünler
Doğduğum topraklara”