AHMET KURUCAN | PORTRE
Hanım bu yazıyı okuyunca yine kızacak bana; adım gibi eminim. “Hep insanlar vefat ettikten sonra yazıyorsun. Sağlıklarında yaz ki, kendileri de okusunlar onlar hakkında ne düşündüğünü!” diyor bana, bu tür vefat sonrası yazdığım yazılar için.Haklı-haksız değerlendirmesini size bırakıp yazmaya başlayayım. Çünkü Rıfat Sayar Ağabeyi kaybettik. O, şairin “Dönen yok seferinden” diye tarif ettiği son dünyevi seferine çıktı ve geçici istirahatgahına devredildi.
12 Eylül 1980 askeri darbesinde Ankara İlahiyatı kazanmış lise mezunu bir gençtim. Okulların açılmasını beklerken ben klasik Arapça eğitimi almak için Turgutlu’da Cumhuriyet Caddesi’nde talebe arkadaşlara birlikte bir evde kalıyor, Güllüpınar Öğrenci Yurdu’na da günlük gidip gelerek Arapça öğreniyordum. İlk defa orada tanıdım Rıfat Ağabeyi. Karaköy, Alahıdır, Akçapınar, Avşar, Urganlı gibi köylerden kelter kelter üzümler, domatesler, biberler geliyordu. Rıfat Ağabey de isimlerini şimdilik vermeyeceğim başka ağabeylerle birlikte bizi kontrole gelir, başka ne tür eksik gediğimiz varsa onları anında tedarik ederdi.
Kader yıllar sonra yollarımızı birleştirdi. Ben 1985-1988 yılları arasında Hocaefendi’nin yanında talebe iken çok sık gelirdi Rıfat Ağabey 5. kata. Avukat Nejat Bey diye bir dostu vardı. Merhum Mehmet Özyurt Ağabeyin Diyarbakır’daki davası başta olmak üzere bazı önemli davaları takip eder ve çok sık diyebileceğim aralıklarla gelip bilgilendirmelerde bulunurdu Hocaefendi’ye. Geçiş üstünlüğü vardı. Kapıda bekletilmezdi. Yukarıya çıktıklarında ders okuyor bile olsak Hocaefendi dersi keser, onunla bir kenara çekilir ve konuşurdu.
Sonra ben 1988 yılında Turgutlu’ya 20 km uzaklıkta olan Ahmetli ilçesine vaiz olarak tayin oldum. Bir zamanlar Arapça eğitimi aldığım yurtta İmam Hatip talebelerine hem Arapça hem de fıkıh, hadis, tefsir dersleri veriyordum. Halka yönelik de sohbetler yapıyordum. Sık dokulu ilişkimiz ve birbirimizi daha iyi tanımamız o dönemde oldu. Evinde defalarca misafir oldum. Perihan ablanın sofrasına ders okuttuğum talebelerle birlikte defalarca oturup kalkmışlığımız vardır. Seyahatlerimiz de oldu kendisiyle. Manisa ilçelerine yaptığım sohbetlere, İstanbul’a pazar vaazlarına defalarca birlikte gitmişizdir.
Sesi çok güzeldi. Türk Sanat Müziği şarkı repertuarı çok genişti. Müzik eğitimi almamıştı ama kulak aşinalığı ile bir sanatçı gibi şarkıları icra ederdi. Ben onun bu özelliğini birgün Sarıgöl’e sohbete giderken keşfettim. Suzuki marka küçük arabası ile giderken başladı şarkılar mırıldanmaya. Benim de sanat müziğine aşina olduğumu ve repartuarım onun kadar olmasa da geniş olduğunu bilmiyordu. Bir iki şarkı sonra eşlik etmeye başladım kendisine. Şaşırdı. Açık olalım, 1980’li yılların ikinci yarısında Hizmet kültürü içinde şarkı dinlemek hatta söylemek, akıl alır bir şey değildi. Sanırım o yolculuktan sonra daha çok sevdik birbirimizi.
Rıfat Sayar da 15 Temmuz sonrası zulme uğrayan isimlerden biriydi…
Tutuklandı…
Evlendikten sonra ilişkilerimiz ailecek olmaya başladı. Bir anne bir kayınvalide şefkati ve ilgisi gördü eşim Perihan abladan. Ben de kendisinden baba gözetimi. İlk arabamı alacağım zaman param çıkışmadı. Eksik olan miktarı 435 Alman markı şeklinde getirip önüme koydu. Türkiye’de yaşadığım yıllarda kaç defa geri vermeye çalıştım. Her defasında kızdı, bağırdı bana. “Kalbini kırarım. Al o parayı, cebine koy!” dedi. Amerika’ya taşındıktan sonra ben bir yolunu bulup birisi vasıtasıyla eline ulaştırdım o parayı. Bu defa bir şey diyemedi.
Vefat edeceği ana kadar münasebetlerimiz hiç kesilmedi. Türkiye’ye gittiğim zamanlar yolum mutlaka Turgutlu’ya düşerdi. Aramızda koca bir okyanusun olduğu zamanlarda ise görüntülü telefon konuşmalarımız hiç eksik olmadı. Eğer bir iki gün gecikirse mutad görüşmelerimiz, “Unutulmuş birer birer, eski dostlar eski dostlar!” şarkısını ses kaydı olarak gönderirdi. Vefatından 3 gün önce artık konuşamıyordu. Görüntülü konuşmamızda beni sadece dinledi. Ağzından sadece iki kelimelik “Dua et!” cümlesi çıktı. Ellerini salladı. Veda sallayışıydı bu. Bunu o da biliyordu ben de. Ağlamamak elde mi?
Gönül insanıydı!
Hocaefendi aşığıydı. Gönül insanıydı. Meramını çok net anlatırdı. Bu özellikler onu mektepli olmasa da alaylı bir şair yaptı. Serbest vezin şiirler yazardı. “Yağmur Gözlüm” diye bir şiiri vardır. Irmak TV’de yayınlandı kendi sesinden hatıralarını anlattığı programda. Bu son süreçte tutuklanma ile sonuçlanan mahkeme celsesinin açılışında hakim iğneleyici bir üslup, istihzai bir gülüş ile “Gel bakalım Hocefendi’nin şairi. Sana böyle diyorlarmış!” demiş. Övünçle anlatırdı bunu merhum.
Efendimizin (sas) tenbihatında olduğu gibi, “Allah’a karşı hiç kimseyi tezkiye etmem.” Ama yine Allah Resülü’nün tavsiyesine uyarak, “Gördüğüm ve bildiğim kadarıyla iyi bir insandı.” derim. Samimi bir müslümandı. Hizmet aşığıydı. Eski yeni mukayesesi çok yapardı. Gördüğü sistemik arızalar karşısında yaptığı eleştirilerde dozu bazen kaçırırdı. Dolayısıyla kırdığı döktüğü insanlar da olmuştur. Her defasında onu ölçülü olması için uyarırdım. Ama samimiyiydi. O kırdığı insanlar bile onun samimiyeti konusunda bir şey diyemez sanırım. Umarım o samimiyeti ona şefaatçi olur ahiret yurdunda.
Perihan Abla vefat haberini takiben açtığım taziye telefonunda bana ağlayarak, “Gitti gül gitti bülbül. İster ağla ister gül Ahmet Hocam. Kaybettik Rıfat Abini!” dedi.
Evet ister gül deyin ister bülbül deyin ilk insandan bugüne kadar herkesin gittiği ve bundan sonra gideceği gibi gitti Rıfat Abi. Allah mekanını cennet eylesin. Makamı âli, çok ama çok sevdiği Peygamber Efendimiz (sas) ahiret yurdunda yoldaşı olsun.