Kendimizden örnek vererek başlayalım; 60’lı yıllarda doğan nesiller olarak Emin Oktay tarih kitaplarını okuya okuya büyüdük. Devletin önümüze koyduğu resmi tarih söylemleri ne ise onları benimsedik. Çok azımız müstesna, “Bu bilgiler yanlış olabilir mi?” diye hiç düşünmedik. Derinlemesine araştırmalar içine girmedik. Geriye dönüp tarih okumaları yapmadık.
Yapanlarımız da ideolojik kamplaşmanın bir tarafında yer aldı ve onlar da hakikat peşinde olmaktan ziyade gözlerine taktıkları at gözlüğü tam aksi perspektiften bir tarih okumaları yaptı. Bir taraf Atatürk’ü ilahlaştıracak ölçüde ileri gidip, “Kabe Arapların olsun Çankaya bize yeter!” derken; diğer taraf Atatürk’ün adını ağzına dahi almadan “Birinci Adam” tanımlamalarını kullandı. Daha ötesi de var ama ben bunlarla iktifa edeyim.
Halbuki Taha Akyol’un “Ama Hangi Atatürk?” kitabında sergilediği bir perspektiften okumalar yapabilseydik, dönemin sadece dini değil siyasi, ekonomik, kültürel, coğrafi, askeri, şartlarını bir bütün olarak değerlendirebilseydik, hem o döneme damgasını vuran şahıslar hem de yeni rejim hakkında daha sağlıklı ve daha insaflı değerlendirmelere sahip olabilirdik.
Heyhat!
Bugün de aynı şeyler geçerli. Geçenlerde bir grup gençle uzun boylu sohbet etme imkanım oldu. 15 Temmuz kumpas askeri darbe kalkışması ve peşi sıra yaşanan zulüm sürecini sordular bana. Yalnız hem yaşanan zulümleri hem de Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve sosyal hayat şartlarını 2016 sonrasından başlayarak anlamlandırmaya çalışıyorlardı.
Ellerindeki deliller de kendilerinin, ailelerinin, akrabalarının ve gönül bağı duydukları dost ve arkadaşlarının yaşadıkları ile sosyal medyadan öğrendikleri ile sınırlıydı. Bir çoğunun Türkiye mazisi vardı. Benim tanımımla, “Hamurları Türkiye’de yoğrulan” gençlerdi hemen hepsi de. Anlam veremiyorlardı yaşadıklarına ve yaşananlara.
Sürecin taşları nasıl döşendi?
Fakat bir şeyi kaçırıyorlardı. Kaçırdıkları şey 2016 öncesiydi. Zira 2016’yı tarih başlangıcı yapmışlardı. Yaşları itibariyle ancak o dönemleri hatırlıyorlardı. Öncesinde ne olup bittiğini fark edemeyecek kadar küçük yaştalardı. Evet, bu gençlerin birinci ortak paydası buydu.
15 Temmuz meş’um darbe teşebbüsüne giden sürecin taşlarının nasıl döşendiğinin farkında değillerdi. AKP’yi doğuran 2002 öncesi Türkiye zaten zihinlerinde hiç yoktu. Çokları o zaman dünyada değillerdi. 2002-2010 arası AKP iktidarının ülkemizi Avrupa standartlarında demokratik bir ülke yapma çabalarından bihaberlerdi. 2010 Anayasa referandumu ve 2011 seçimleri sonrası Erdoğan ve şürekasının nasıl makas değiştirdiklerini bilmiyorlardı. Müslüman muhafazakar bir kadronun direksiyonunda oturdukları ülke trenini nasıl Orta Doğu’ya doğru çevirdiklerinin de şuurunda değillerdi.
Şu ana kadar dile getirdiğim bu gerçeklerle alakalı dönemin AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu’nun 31 Mart 2013 günü İstanbul Suriçi Derneği tarafından Eresin Otel’de düzenlenen “İstanbul Toplantıları” programında yaptığı konuşmadaki şu satırlara dikkatlerinizi çekerim. Bu cümleler bugünümüz aydınlatan, “Neden son 11 yıldır bunları yaşıyor ülkemiz ve insanımız? Neden bu hale düştük?” ve benzeri sorularının cevaplarını içinde barındırıyor:
“10 yıllık iktidar dönemimizde şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Çünkü bu geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, bu sefer yarın bizim karşımızda olan güçlerle paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak. Onun için işimiz çok daha zor.”
Bunun tahlilini yapacak değilim. Boyumu da aşar zaten böyle bir tahlil. İşaret etmek istediğim bir tek şey var; bu gençler 2016 öncesini ancak okuyarak ya da canlı şahitlerinden dinleyerek, öğrenebilirler. Bunları bilmeden bütüncül bir değerlendirme yapamazlar. Büyük resmi göremezler. Böyle olunca da hakikate ulaşamazlar.
Bu kısa girişten sonra geldim o gençlerin anne-babalarının bir camiaya aidiyetinden dolayı hem anne-babaları hem yakınları hem kendileri hem de gönüldaşlarının 2016 sonrası yaşadıkları sıkıntı ve zulümlerin öncesine.
Devam edeceğim…